Hakkında

  • ERHAN SALMAN 212 Yazı

    Tüm Yazıları
Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

Geçtiğimiz haftada gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP) seçimler gelecek açısından endişelere neden olacak gibi. Aşırı sağ partilerin büyük oranda zafer elde etmeleri, kıtada sarsıntıya neden oldu. Zaten Covid-19 sürecinden beridir kıta Avrupa’sında aşırı sağ eğilimler ivme kazanmakta ve yine bu sağcı partilere olan ilgi de artmakta. Uluslararası medyada seçimlerde Almanya, Fransa, İtalya gibi birliğin güçlü ülkelerinde aşırı sağın göstermiş olduğu performans dikkatle takip edilmekteymiş.

Seçimlerden sonra uluslararası tandanslı web sitelerinde (bbc Türkçe, independent Türkçe, Deutsche Welle) gezindiğimde, gördüğüm, bu seçimlerde en büyük kırılmanın Fransa’da yaşandığına yönelik idi. Fransa’da aşırı sağdaki Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN), 2019’daki seçimlere kıyasla 10 puan yükselişle yüzde (%) 31,5 oy almış. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un liberal kanattaki partisi Rönesans ise yüzde 15’de kalmış. Bu bağlamda uluslarası değerlendirmelere göre büyük hezimet alan Cumhurbaşkanı Macron, parlamentoyu feshetme ve erken genel seçime gitme kararı almış. Fransa’da buna göre 30 Haziran- 7 Temmuz tarihlerinde seçimler gerçekleştirilecekmiş.

Almanya’da da aşırı sağ partiler yükselişteymiş. Muhafazakâr CDU/CSU, 2019 seçimlerindeki oy oranına yakın oy alarak yüzde 30 ile birinci parti olmuş. Alman kamuoyunda en fazla merakla beklenen husus radikal sağdaki AfD’nin performansı imiş. Bu bağlamda bu parti AfD, oy oranını 5 yıl öncesine göre yüzde 5 civarında artırarak yüzde 16’ya çıkarmış. Alman kamu yayıncısı ZDF kanalı, 30 yaş altı seçmenin aşırı sağcı AfD’ye desteğinin 5 yıl öncesine göre 10 puan artığını ifade etmiş.

Bu bağlamda İtalya’da da aşırı sağcı parti ivme kazanmış. Başbakan Giorgia Meloni’nin geçmişi neo- faşist hareketlere dayanan partisi İtalya’nın Kardeşleri (Fdl), 2019 seçimlerinde yüzde 6,4 oyla beşinci parti olabilmişken, partinin desteği 5 yıl içinde 20 puanın üzerinde artışla yüzde 28,8’e çıkmış. Ve ardından birinciliğe yükselmiş.

Gerçekten de tedirgin edici gelişmeler. Küreselleşen dünyada enformasyon devrimlerinin hızına yetişemediğimiz bir çağda, faşizm hastalığının yeniden nüksetmesi olasılığı, her daim yanı başımızda ehemmiyetle tahlil edilmeyi beklemelidir.

***

Esasında, COVİD-19 salgının yaşanması ve dünyayı etkisi altına almasından bu yana, küresel ölçekte komplo teorilerinin envai çeşitlerinden yazılmadık söylenmedik ne kaldı? Gerçekten de dünya, egemen güçler tarafından taht oyunlarının sergilendiği bir platforma dönüştürüldü. Zaten sonra sonra ikrar edilen açıklamaları okuduğumuzda/okuduğunuzda, nasıl bir komploya maruz bırakıldığımızı görüyor ve eldeki veriler vasıtasıyla çıkarımlar yapmaya çabalıyoruz.

Aşırı sağcı partilerin kıta Avrupa’sında güç kazanması ve tabanının genişlemesi sadece buradaki insanlardan ibaret bir durum değildir. Evet, 2024 tarih perspektifinden baktığımız zaman globalleşmenin gezegenimize ne barış ne de müreffeh getirdiği söylenemez. Hem politik demokrasinin hem de ekonomik demokrasinin, küreselleşme vasıtasıyla ulus devletlerde de yaygınlaşacağı, hatta demokratikleşmenin hızlanacağı felan söyleniyordu. Şöyle milenyum döneminden beri yaşlı ve kadim dünyamızın başına örülen çoraplara bakıldığında her şey ortada değil mi? Önce Afganistan için “demokrasi ve insan hakları” adına operasyon tertipleyenler sonra, Irak ve dolayısıyla peyderpey Arap Baharı müjdesiyle neredeyse tüm Ortadoğu coğrafyasını tarumar ettiler.

Rusya-Ukrayna savaşı sadece bulunduğu lokal bölge ile sınırlı kalmadı. Her iki ülkenin sahip olduğu stratejik hammaddeler ve elinde bulundurduğu tekel durumundaki temel insanî ihtiyaç ürünleri bakımından da bu savaş küresel eksende görünüm kazandı. Yine emperyalist ülkeler, blok olarak Soğuk Savaş konseptinde olduğu gibi, Rusya’nın karşısında Rusya’ya cephe aldılar. Bu bağlamda bölgesel olsun ya da kıtalar arasında olsun çapı farklılık arz eden çatışma, savaş hâli; son kertede küreselleşmenin motor gücü nedeniyle diğer tüm taraf olmayan milletleri ve dolayısıyla devletleri de tesiri altına alabilmekte/almakta.

Tarih yapılır ve yazılır. Ama öte yandan da derslerle doludur. İbretlik vesikalara sahiptir. Geçmişte böyle yılgınlık, umutsuzluk, ekonomik buhran ve tahribatın pik yaptığı dönemlerde toplumlar, aklî melekelerini kaybederek çılgın insanların peşinden gitmek kaydıyla hem kendilerinin hem de irtibatlı oldukları dünyanın mahvına sebep olmuşlardır. Bu bağlamda tarih ne HİTLER’İ ne MUSSOLİNİ’Yİ ne de diğer paydaşlarını unutmuştur ve unutacaktır. Bazı şeyler karanlık odalarda, mahfillerde, malikânelerde veya büyük toplantı odalarında yıllar öncesinden planlanarak, adım adım düzenlenerek sırasıyla aşamalarının sonuçlanmasıyla nihaî Şeytanî sürecin tamamlanmasına amade şekilde yaşama geçirilir.
Tamam da biz “iyiler” ne yapacağız?
Acaba çanlar çalmaya başladı mı?
Savaş tamtamlarının sesini duyamıyor muyuz? 

Devamı
Türkiye'yi Anlamak- Anlayamıyorum

DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) üyesi Genel İş Araştırma Dairesi Emek Araştırma (EMAR) tarafından hazırlanan “Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk Raporu-5” yayımlanmış.

Rapora göre; Türkiye’de son bir yılda 190.000 kişi daha yoksullaşırken, yoksulluk oranı %21,7’ye yükselmiş. Yine rapora göre, Türkiye’de çalışanların %15’inin yoksul olduğu vurgulanmış.

Raporda, TUİK’TEN elde edilen verilere göre 2023 yılında Türkiye’de kişi başına düşen milli gelirin 13.110 $ (Dolar) olduğu vurgulanmış.

Yine raporda, TUİK verilerinden hareketle 2023 yılı temelli ciddi finansal sıkıntılarla karşı karşıya olan insanların oranı olarak tanımlanan “maddi yoksulluk oranı” bir yılda %26,4’ten %28,4’e yükselmiş. Ayrıca son dört yılın en az üç yılında yoksulluk sınırının altında yaşayanları ifade eden “sürekli yoksulluk oranı” da, 1,7 oranında artarak, %14’e yükselmiş.

Hiç burada işçi örgütleri tarafından yayımlanan-açıklanan “açlık sınırı” ile “yoksulluk sınırı” rakamlarına değinmiyorum bile. Açık kaynak zaten, herkesin ulaşması mümkün.

Zaten bu sayıları buraya tekraren taşımanın hiçbir anlamı da yok. Ülkemizde emekli de emekçi de yoksulluk ve yoksunluk ile sınanıyor. Elde edilen gelirlerin/kazançların, artık “insan onuruna” yaraşır bir hayatı sürdürmede yetersiz kaldığını ikrar etmenin, yazmanın, bu rakamları buraya taşımanın hiçbir faydası yok.

İşin ilginç tarafı, TUİK tarafından alan araştırmaları sonucunda saptanarak yayımlanan eşdeğer hanehalkı gelir dağılımında, en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grup ile en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun arasındaki farkın 8 kat birinci gruptan yana olması… Yani zenginler zenginleşirken…

Yine, TUİK’İN yaşam memnuniyeti araştırmasında mutlu olduğunu beyan edenlerin oranı 2022 yılında %49,7 iken, 2023 yılında %52,7’ye yükselmesi.

Rakamlar ortada…

İşin gerçekten tuhaf tarafı matematik ile sosyolojinin ayrık bir kümeye neden olmaları.

***

Mutluluk nedir?

İnsanların yaşamının içinde mutluluğun yeri nedir?

İnsanlar neden yaşar?

Boş geçen bir ömrün kime ne faydası var?

Hayatın anlam nirengi noktası nedir?

Para ile saadet olur mu?

Parasız mutluluk olur mu?

Say say bitmez!

Hayatı gerçekleştirme teorimi vardır psikolojide…

Yani biz Türk toplumu olarak daha ne kadar daha sabredeceğiz güzel günler için?

Bırakalım artık boş gevezelikleri…

Yeni Anayasa yapalım mı?

Yahu cari anayasaya uygun olarak toplumsal ve siyasal yaşam bir hâl yoluna sokulsa zaten boş tartışmalar içinde boğulup gitmeyiz.

Burada sorulması gereken soru şu:

Ekonomide sürdürülemeyen “bir şey” var; ve bu şey iktisaden büyüyormuşuz gibi algı yanılsamasına neden olurken, geniş kitlelerin yoksulluğunun önüne geçilemiyor. Bir yılda ülkede yoksul kitleye 190.000 kişi daha eklenmiş.

TÜRKİYE YÜZYILINDA…

CUMHURİYETİMİZİN 100.YILINDA…

Hâlen gelişmekte olan toplumların problemleriyle boğuşurken büyük hedefler tayin etmek hiç gerçekçi olmuyor.

Yoksulluk…
Yoksunluk…

Çaresizlik…
Umudunu kaybetme…
Geleceğinden ümitsizlik…

Çok klişe bir savdır: Ekonomi de siyasetten, siyaset de ekonomiden etkilenmeye açık bir dinamiktir. Ama son kertede yaşamın ekonomi ayağının daha fazla baskın olduğunu ifade etmeye gerek var mıdır, bilemiyorum.

  

Devamı
Gaye Anayasa Yapmak Mı Anayasayı Uygulamak Mı?

82 ANAYASIMIZIN “Devletin temel amaç ve görevleri” başlıklı 5. maddesi şöyle der:

“Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

İşte…

Anayasamızın ilgili maddesi her şeyi açık seçik ortaya koymuş.

Bugün…

Anayasa değişikliği talebinde bulunanların, her şeyden önce şapkayı çıkarıp önlerine koyması gerekiyor:

Talep edilen ve arzulanan ya da istenen “anayasa değişikliği”, siyasetçilerin siyasal ve ekonomik ikballeri adına mı yoksa halkın âli menfaatleri adına mı?

Esasında baktığınız zaman…

Anayasanın ilgili maddesi her şeyi açık olarak sarahaten yazmış.

Şimdi, mesela anayasanın neyini değiştireceksiniz ki? Eğer ki meclisteki milletvekilleri ve devlete yön ve nizam veren kamu otoriteleri; cumhurbaşkanından tutunda ilgili bakanlara kadar, eğer ki gerçekten de değişim yönünde “gerçekçi-hakiki bir irade-i beyanda” bulunsalar, zaten memleketteki toplumun yaşamını zorlaştıran sorunları bir hal yoluna sokulur.

Kanımca, anayasa değişikliği tartışmalarının ardında büyük ihtimalle memleketimizin ihtiyaçlarına olması gerektiği kadar cevap veremiyor argümanı yatmaktadır. Tabii bu suyun görünen yüzü ama aslında burada hedeflenen cari siyasal iktidarın sürekliliğini tesis etmektir. Bir bakıma sistem tıkandı denilecektir. Zaten parlamenter rejim için de aynısı ifade ediliyordu.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kâğıt üzerinde Cumhurbaşkanı ve Bakanlar şeklinde tanzim edilmişse de defacto bu durum Başkanlık Sistemidir. Zaten 2017 yılında yapılan halkoylamasında/referandumda parlamenter rejimden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş gerekçemiz, değişen dünyaya uyumlu olarak hızlı ve süratli ve gecikmeler olmadan devlet işlerinin ve politikalarının Türk Milletinin çıkarlarının en yüksek düzeyde öncüllenmesi şiarıyla ifa edilmesi üzerine bina edilmişti.

Tabii bu sisteme geçildiğinden beridir de cari sistem veya model, toplumumuzun gereksinimlerine yine olması gerektiği kadarıyla cevap veremediğinden ötürü, iktidar cenahından da eleştirilmekte ve bazı gözden geçirmelerin yapılması gerektiği dillendirilmekte. Aslında, burada tüm yapılan ve edilenlere baktığınızda, samimiyetsizliğin ve dostlar alışverişte görsün misali üstün körü açıklamalarla yetinilmesinden ötürü insan söylenenlere veya yazılanlara “hakikat” penceresinden bakamıyor. Bu sefer de güçlendirilmiş “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden” dem vurmalar başladı.

Değerli okuyucular, esasında bu söylemler de aynen “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” çıkışlarında olduğu gibi tamamen insanların gözünü boyamaya yönelik. Bu bağlamda bizler senelerce demokratik rejimin meclis tabanlı işlemesinden ötürü şikâyet etmedik mi? Yok efendim koalisyon hükümetleri Türkiye’nin önünü tıkıyor, kararlar hızlıca alınamıyor diye. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasal iktidar dönemlerinde de aynı gerekçeler ileri sürüldü, Cumhurbaşkanının hükümetin icraat ve politikalarına set olduğu yönünde, yine yüksek mahkemelerin siyaset kurumunun üzerinde “Demokles’in Kılıcı” gibi durduğu, özellikle Danıştay Mahkemesinin idarenin işlerinde engelleyici ve duraklatıcı bir işleve neden olduğu yazıldı ve çizildi.

 

Görünen o ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ülkemizi hedeflenen muasır medeniyet seviyesine çıkarmada aranan mekanizma değil. Zaten Türkiye’de yaşanan sıkıntılar veya siyasal faaliyetlerde tıkanmalar, demokrasinin sandık oylaması ve “çoğunluk aritmetiğine” ram edilmesidir. Bu sistem, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) çoğulculuğa şuana kadar pek olanak ve fırsat tanımadı. Eğer ki çoğunluktan çoğulculuğa doğru biraz yumuşama ve eğilim sergilense memleket için daha iyisini tesis etme daha kolay ve uzlaşı sağlanarak oluşturulacaktır.

Devamı
Cumhuriyet, Rejim ve Demokrasi

“Geleneksel toplumlarda siyasal yönetim en ilkel düzeyde tek bir ailenin veya bir kişinin elinde, onun akrabaları, dost ve ahbaplarıyla aldığı bağlayıcı kararlar eliyle olduğunda buna, liderin erkek veya kadın oluşuna göre patriyarkal veya matriyarkal yönetim diyoruz. Bu yönetim biçimi gelişme gösterip bazı kamu kurumlarıyla eklemlendiğinde, örneğin; kalemiye, askeriye, ilmiye, mülkiye vb. yapılar ortaya çıkıp kamu yönetimi karmaşık bir düzen halinde geliştiğinde de bu yönetime patrimonyal yönetim adını veriyoruz.”
(Tek Adamcı Saray Düzeni, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Eleştirileri, Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’nin Neo-Patrimonyal Sultanizm İle İmtihanı, sf. 59, Cumhuriyet Kitapları)

Neo-Patrimonyal Sultanizm yönetiminin beş temel özelliği:

“1- Hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması (kuvvetler ayrılığının tersi), yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması.

2- Kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması (personalism): Siyasal kararların tek kişinin takdirine bırakılması (personal discretion of the leader); kurumların yokluğu veya kıymeti harbiyesinin olmaması, siyasal kurumların olmadığı bir yönetim biçiminin oluşması.

3- Anayasal takiye (constitutional hypocrisy), mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kale alınmaması.

4- Rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileşmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Siyasal vatandaşlığın sadece liderin başarılarını desteklemek ve etkinliklerine destek vermek ve ona sahip çıkılmasına indirgenmesi.

5- Ekonominin kurallarının çarpıtılarak (distortion) ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi, kapitalist bir ekonomi mevcutsa bile onun ahbap çavuş kapitalizmine dönüştürülmesi, kısa dönemli kararlara dayanan bir iktisat yönetimine dayalı belirsizlik içinde çalışan bir iktisadi yapının ortaya çıkması.”
( agm, sf 60, 61)

Cumhuriyet Halk Partisi, biliyorsunuz en başından beridir “güçlendirilmiş parlamenter rejim” üzerinde ısrar ediyor. Bu bağlamda iktidar cenahının da “güçlendirilmiş CHS” üzerinde ısrarı ama gelecek dönemde kanayan yaralara merhem olamayacağının bilinmesi.

Gerçekten de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin (CHS) propaganda çalışmalarının yapıldığı zamanlarda, devletin çalışması ve karar alma süreçlerinde hız ve zaman bakımından büyük avantajlara neden olacağı ifade ediliyordu. Yalnız sistem uygulandığından bu zamana değin hiçte söylendiği gibi bu siyasal yönetim biçiminin ülkemizi uçurduğu felan yok.

1946 yılında “çok partili demokratik rejime” geçtiğimizden beridir yaşadığımız sıkıntı aslında parlamenter rejimden neşet etmemekte idi kanımca. Çünkü, 1950 yılından itibaren çok partili demokratik rejimle beraber sağ/dinci partilerin, cumhuriyet rejiminin anayasal ilkelerine özen göstermeden politika üretme dertleri ve iktidara sahip olma hırsları, sanki demokratik parlamenter rejimin tüm yaşanan sorunların müsebbibiymiş gibi görünmesine yol açtı.

Cumhuriyet rejiminin özümsenmemesi, demokrasinin kimi zaman basit bir söz ve propaganda ile slogan yarışına indirgenmesi, vatandaşlarımızın vatandaşlığın nasıl bir şey olduğunu içselleştirememesi, devletin kurucu felsefesinin ve rejiminin ilkelerinin bürokrasi sınıfı tarafından tek taraflı olarak korunması refleksiyle toplumdan uzaklaşması, buna karşılık olarak siyaset kurumunun sağ tarafında bulunan partilerin popülizme ve goygoyculuğa kapı açan ve prim veren siyasete yönelmeleri, yıllardır eleştirdiğimiz rejimimizin demokrasisinin tam manasıyla çalışamamasının kanımca önemli bir faktörüdür.

İlerleyen yıllarda sağ partilerin toplumun yumuşak karnı olan “dinî değerlerinden ve maneviyatından” siyaset üretmede ve siyasal alan açmada hiçbir siyasal ahlâkî değerleri gözetmeden faydalanmak istemesi, kırdan kente göç ile gelen kültür şoku etkisinde kalan yurdumuzun saf ve manevi yönü güçlü insanlarımızın bu kasabavari siyasetçiler tarafından “oy deposu” olarak görülmeleri; ve bunun zamanla sistemleşerek aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya yağma ve talan ekonomisinin- sosyo-politik düzenin olağanlaşması; son tahlilde kimsenin bu çarpıklığa dur dememesinin nihayetinde, demokratik hukuk devletinin parlamenter mekanizmasına fatura kesilerek, tüm olumsuzlukların ANASI olarak sunuldu. Ama görüyoruz ki 21yy’ın ilk çeyreği itibariyle tek bir kişiye dayalı bir sistemle de ne toplumumuzu ne de devletimizi abat edebiliyoruz.

Devamı
Sosyolojik Ve Eko-Politik Aşınmalar

Toplumsal barış ile huzur ve güvenlik tesis edilemeden, bir ülkede nasıl ortak yaşam sürdürebilinir?
Sokaklarımız cenk meydanı gibi! İnanılır gibi değil, toplumumuzda ne saygı ne sevgi ne de hoşgörü ile merhamet duygularından eser kaldı? Çok acı ve elem veren gelişmelere tanıklık ediyoruz! Irkçı biri değilimdir ama Türk Milletine bazı hasletleri çok yakıştırırım. Kadirşinas olmak, vicdan sahibi olmak, merhametli olmak, hakkaniyet ölçülerinde davranmak… Say say bitmez.

Bakıyorum da…

Ne oluyor bize/bizlere? Ekonomik tablo dibe vururken, vurmuşken, sosyolojik tablonun da irtifa kaybı hem de epeyce hızla devam etmesi. İnsanların ağzındaki cümleler ve yekdiğerinde uyandırdığı irkilme hâli: Bu ülkede adalet kalmadı! E ne olacak herkes kendi adaletini kendi mi dağıtacak? Vallahi bir toplum bazı şeyleri böyle kanıksarsa, kanıksamaya alıştırılırsa, vurdumduymazlık, kayıtsızlık; işte böyle böyle bir toplum veya millet içinden “ağaç kovuğunun oyulması” misali moral değerler ve ahlâki yapı ekseninde sarsılırsa…

Gerçekten de üzüntü verici gelişmeler… Artık şu yaşadığımız günlük adliyelik vakalardan biz Türk toplumu olarak ne zaman “sıyrılacağız”? İnsan canının değeri bu kadar ayaklar altına alınır mı? Gerçekten de narkoz almış gibiyiz! Belki hepsine vakıf olamadığımız yüzlerce insan memleketimizde ve diğer diyarlarda hiç hak etmedikleri bir biçimde yaşamdan ayrılıyor; ama cinayete kurban giderek(katledilerek) ama kazalarda… Bakıyorum da toplu taşıma araçlarında olsun diğer ortak yaşam yerlerinde olsun, yabancı düşmanlığı, ırkçılık olarak değerlendirilebilecek davranışları da sergilemekten kaçınmıyoruz. Tabii burada sıkıntı kin ve nefret üretimi. İnsanlarımızın kin ve nefret duygusunun tuzağına düşmeleri/çekilmeleri… Yine bakıyorsunuz, sokaklar, yürürken ortaklaşa bulunduğumuz caddeler “mutsuz insan” siluetleriyle dolu. Neden? Ekonomi diyecekler… Tamam da işte bazı şeyler böyle sürgit devam ettirilemez! Devlet neden vardır? Siyaset kurumunun aktörleri, gazetecilerin ve medyanın gördüğü bu sosyolojik tabloyu müşahede etmiyorlar mı? Her şeyi neden Cumhurbaşkanından bekliyorlar? Burada siyasî iktidarın sahadaki politikacılarına da büyük görev düşmekte. Gerçekten de Türkiye’de gözle görülür bir sosyolojik ve eko-politik irtifa kaybı var, hem de Türkiye Yüzyılının müjdelendiği bir zaman diliminde.  

Devamı
Konu Başlıkları

1- TÜRKİYE EKONOMİSİ her anlamda iyi gitmiyor. Yıllardır, Türk Ekonomisinin büyüyormuş gibi yapmasına vesile olan inşaat sektöründe bile, zayıflama gözleniyormuş. İnşaat maliyetlerinin artmasına paralel olarak, yeni yapı stokunda da sanırım gerilemeler yaşanıyormuş. Türkiye Ekonomisi üreterek ancak hem toplumuna hem de devletine refah tesis edebilir. Bilgi Toplumu olmanın en büyük özelliği “bilgi temelli üretim” ölçeğine geçmektir. Bu bağlamda “yükte hafif pahada ağır” üretim modeline geçmeden, toplumsal refah ve sosyolojik kalkınma ancak kâğıt üzerinde süslü bir dilek ve beklenti olarak kalır. Üretim ekonomisine yönelmeden, eldeki hem fiziki hem de beşeri kaynakların optimal bileşimi sağlanmadan, yıllardır ağzımızda sakız gibi çiğnediğimiz veya çığırdığımız türkü olan, “muasır medeniyet” düzlüğüne ulaşmamız, ancak belirttiğim gibi temenni olarak kalır. Çünkü, aşmamız gereken ne engeller; ovalar/vadiler bitiyor ne de katetmemiz gereken yollar. İşte bu yüzden, tavsamaya neden olmadan, üretim ekonomisine dört elden sarılmalıyız. Post-modern toplumların çok farklı konuları ve olayları tartıştığı ve yeni ufuklara yelken açmaya hazırlandığı 21.yy’da hâlen içişlerimizde anakronik meselelerle meşgul olmak, zaman ve kaynak israfına neden oluyor. Şu fani dünyada toplumumuzun mutluluğunu ve refahını gözetmek, neden bu raddede zor? Akıldan ve bilimden yüz çevirince, seküler normlar ile maneviyat yarıştırılmaya kalkınınca, almamız gereken yolun mesafesi gitgide uzamakta.

2- Ülkemizde bir başka güncel gelişme asayiş endişesinin gittikçe artması. Gerçekten de hiç aklıma gelmez idi, Türkiye’de hayatta kalmanın “survivor” mücadelesine dönüşeceği! Hiç yadsımaya gerek yok, ama ya da fakat ile geçiştirmeye de gerek yok: Sokaklarımızda güvenlik seviyesi alarm verir düzeyde. Caddeler, mahalle araları, köşe başları; daha doğrusu canlılık belirtisi olan kente içkin yerleşim yerlerinde neredeyse “can güvenliği” bıçak sırtında. Türkiye Yüzyılı ve Emekliler Yılı denen bir zaman düzleminde, konuştuğumuz meseleler veya problemler, inanın insanı derin kederlere boğacak türden, yani bu hadiseler ancak üçüncü dünya ülkelerinin yaşayabileceği türden hadiseler. İnsanlar, gündüz bile tedirgin bir ruh hâlindeyken akşam saatlerinde geçtim mal güvenliğini, ırz ve can güvenliğini nasıl tesis edeceğiz? Bu yazdıklarımın hiçbiri AFAKİ değildir.

3- Biraz gazete sayfalarında gezindiğinizde, TV’DE haber bültenlerine baktığınızda, sosyal medyada çok fazla gündem olan/izlenen haber/gelişmeleri yine okuduğunuz veya izlediğinizde, vahametin boyutunu algılıyor ve irkiliyorsunuz. Tabiî eğer siz, Pembe Rüyalar Diyarında yaşadığınıza inanıyorsanız/inandırıldıysanız, sizlere söylenebilecek fazla bir şey yok. İntihar sayılarında artış var. İnsanlar neden intihar ediyor? Hemen çıkıyor bazıları, bu intiharların arkasındaki temel neden ekonomi değil ki, yani hepsinin intihar nedeni ekonomi değil ki diyebiliyor. Yahu ne fark eder, insanlar neden intihar etmeye meylediyor? Yaşamla olan bağını neden koparıyor? Gencecik insanlar, neden harçlıklarını çıkarırken yani çalışırken öldürülüyor(katlediliyor)? Değerli okuyucular, hani Kraldan daha fazla Kralcı olmak, hakikat gözlerini kapatabiliyor insanın. TÜRKİYE YÜZYILINDA, Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ederek rejimimizi taçlandıracağımız bir çağda, gelecek korkusu ve kaygısı, öte yandan ekonominin yalpalayan görüntüsü karşısında hanehalklarının rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerinde karakterize ettiği yaşamak için bin bir cefaya katlandığı bir sosyo-ekonomik ve sosyo-politik gayretkeşliği, kanımca hiçte hedeflenen şeylerle örtüşmüyor, bırakın teğet bile geçmiyor.

4- Bıkmadan usanmadan yazmaya devam edeceğim. Konum, yine CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel. Sayın Özel’in işi gerçekten de çok zor. Siyasal iktidarla uğraşacaksınız, öte yandan parti içi klik savaşlarında cephede gedik vermeden partiyi tam hedefe, yani İKTİDARA taşıyacaksınız, vallahi çok zor. Ama bakıyorum da Sayın Özgür Özel de öyle kolayca pes edecek bir profil çizmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesi hâlen hem sosyal medya âleminde hem de gazete köşelerinde ve TV tartışma programlarında, ağızlara pelesenk edilmişçesine gündeme getirilip duruluyor. Evet, kanımca da ülkede bir “normalleşmenin” zuhur etmesi ve siyasal erk ile ana muhalefet partisinin bir araya gelmesi, zaten olması gereken bir durumdur. Ne yani sürekli hırgür siyasetiyle nereye varacağız? Evet, şuan Türkiye’de politikadan neşet eden bir huzursuzluk var; siyasete ve siyasetçilere olan güven kaybı fazlaca. Ne olmalı, tabii ki Özgür Özel gerektiğinde bu ülkenin devlet başkanı ile görüşecek, müzakere yapılması gereken konularda, istişare kanallarını açık tutacak. Bilmiyorum, bizim bu SOL MAHALLE neden bu raddede sabırsız ve tahammülsüz? Özel’e biraz zaman tanımak gerekiyor. Anayasa konusundaki tavrını Sayın Özel net olarak ortaya koydu. Zamanında Sayın Kılıçdaroğlu’na yapılan tuzaklar, bir kez daha Sayın Özel’e mi yapılmaya çabalanıyor? Bu sayıda çok başlılık olmaz, CHP’NİN Genel Başkanı Sayın Özel’dir, bekleyelim ve zamana yayalım; bakalım neler olacak…

  

Devamı
Ekonomik Meselelere Dair

Genel seçimlere değin ekonominin nasıl düzeleceği ve bununla beraber hanehalkının refahının nasıl düzeltileceğine kafa yoracağız gibi. Neden? Çünkü, bir toplumda ekonomik büyüme ve genişleme toplumun tümüne adilanece yansıtılamaz ise böyle toplumlar açlık-tokluk sarkacında gidip gelir.

Yakın zaman açısından bakıldığında da, ekonominin “pozitif” olarak düzeleceğine yönelik sinyal de yok gibi. Her gün bakıyorum da ekonomi otoritelerinden olumlu beyanatlar ikrar edilmekte. Efendim, yabancıların ülkemize olan olumlu bakış açıları artarak devam ediyormuş. Daha önce de mütemadiyen yazdım/söyleniyor: Ülkemize yönlendirilen yabancı sermayenin, ülkemizdeki amacının ne olduğu, bizlerin bu yönlendirilen fon hakkındaki yorumlarımızı ya olumlu ya da olumsuz kılar. Borsada veya diğer reel olmayan yerlerde paradan para kazanma saikiyle ülkemiz ekonomisine şırınga edilen el parasından, bizlere hayır gelmez.

Tasarruf ile yatıp kalkmaktayız. Tasarruf öncelikleri belirlenmekte. Ekonomi Bakanı Sayın Mehmet Şimşek, kamuda tasarruf tedbirlerini açıkladı. Kamu harcamaları ve kamunun gelir ve gider dengeleri veçhesinden rasyonalitenin mihenk taşı olarak gözetilmemesinin faturasını işte bugünlerde fazlasıyla ödüyoruz. Bakıyorsunuz, tasarruf önlemlerinde yine başı çekecek kesim, dar gelirliler, zar zor geçinen kitleler oluyor. Düşük gelirlerle hayatını idame etmeye çalışan memurların lojman ve servislerinden kesintiler yapılarak bir ülkenin maliyesi, durumu düzeltecekse, vah ki ne vah!

Türkiye’de anayasa tartışmasından önce en önemli mesele, işsizlik, istihdam ve makroekonominin diğer alt başlıklarıdır. Her şeyden önce vergi ve vergi politikalarında düzenlenmeye gidilmesi, dar gelirlinin alımgücünün artırılması, hanehalklarının bütçelerinin yaşanan iktisadî buhranlardan en az etkilenmesinin sağlanabilmesi için kanımca seferberlik tesis edilse, yeridir. Zaten bugünlerde “vergi politikalarına” ve “çok kazanandan çok vergi, az kazanandan az vergi alınmasına” yönelik çağrılar yükselmekte. Ne ki muhataplarında acaba olması gereken bilinci ve tesiri oluşturabilmekte mi, pek zannetmiyorum. Toplumsal barış ve özlenen birlikte yaşam ideali, ancak tüm toplumsal kesimlerin âli çıkarları bir devlet politikası güdülerek tesis edilebilir.

Devamı
İşsizlik ve İstihdam

Türkiye’de siyasetle yatıp kalkarken bizlerin tek odaklandığı husus, siyaset kurumu aktörlerinin genellikle samimi olmayan açıklama ve eylemlerin içinde olmaları.

Yeni anayasa istemleri…

Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sitemi

Şu bir gerçek, siyaset kurumu ve aktörlerinin toplum nezdinde itibarının gittikçe irtifa kaybetmesi.

Neredeyse bir yıldır seçim işleriyle meşgul olduk, genel seçimden yerel seçime uzandık.

Ama süreç sonucunda, kanımca “bir arpa boy yol alamadık” desem/dense, yeridir.

TUİK…
İşsizlik rakamlarını açıkladı.
İşsizlik “düşüyormuş”!
Daha doğrusu Mart ayında işsizlik gerilemiş.

Tabiî bir başka açıdan baktığımız vakit işsizlik ve istihdam sorunsalı eşanlı olarak devam etmekte. Resmi kurumların artık yayımladığı verilere pek güven kalmadı. Bugünlerde unutuldu ama “itibardan tasarruf edilmez” denilen zamanlarda, “prestij” sanırım sadece yapılan fiziki yatırımların maliyetleri bağlamında değerlendiriliyor ve buna göre anlam yükleniyordu. Esas üzücü olan, devlet kurumlarının da “itibar” kaybı yaşaması.

İşsizlik, kesinlikle memleketimizde bir sorun ama ağırlığı epeyce hissedilen bir sorun. TUİK, istediği kadar işsizlik düşüyor desin pek inandırıcı gelmiyor. Toplumun içindeki “gizli işsizler” ve “gönlü kırılan” hesaba katılmayan kitleler de eğer dikkate alınırsa işsizliğin yakıcı boyutu daha sağlıklı gözlemlenerek, değerlendirmeler yapılabilir.

Bir kere, Türkiye’de işsizlik-istihdam sarmalında en büyük açmazlardan biri, işgücü piyasalarının talep seviyesi ile işgören arzının “optimal düzeylerde” kesişememesi( buluşamaması). Üniversitelerin hem idari bilimlerinden hem de teknik bölümlerinden her sene yüzlerce mezun veriliyor. Ama bakıyorsunuz, bu mezunlara iş olanağı sağlanacak alan veya kadrolar yeterince ihdas edilmemiş.

SABAH GAZETESİNDE aşağıdaki gibi bir haber vardı:

200 kişilik ilan verdi 7 kişi alabildi! Deprem bölgesinde iş insanları eleman bulamıyor

Depremin ağır hasar verdiği Adıyaman bu konuda alarm veriyor. Şehirde sanayi üretimin kümelendiği Organize Sanayi Bölgesi'nde (OSB) eleman aramayan fabrika yok denecek kadar az. Deprem öncesinde 22 bin kişinin istihdam edildiği OSB, 10 binin altına gerilemiş durumda. Ev ve Mutfak Eşyaları Sanayicileri ve İhracatçıları Derneği Başkanı Talha Özger, "Bizim de OMS firması olarak memleketimiz Adıyaman'da fabrikamız var. Maalesef eleman bulmakta büyük sıkıntı çekiyoruz. Çalışanların da maalesef yaşadıkları büyük travmadan dolayı verimleri düştü" dedi. Halen yüzde 60-65 kapasite kullanım oranıyla çalıştıklarını söyleyen Kayra Mutfak Yönetim Kurulu Başkanı Barış Binzet de, "Hazır mutfak üretimi yapan bir firmayız. Aslında yeterli eleman bulsak bu oran çok daha yukarılara çıkar. Yüzde 100 kapasite ile çalışmamamızın tek nedeni yeterli eleman bulamamamız" diye konuştu.

Depremin merkez üssü Kahramanmaraş'ta tekstil başta olmak üzere birçok fabrika, afiş ve sosyal medya ilanlarıyla işçi arıyor. "İnsanlar fabrikalar yerine yüksek ücret veren inşaat sektörünü tercih etti. Sanayide ciddi işçi açığı var" diyen Kahramanmaraş Ticaret ve Sanayi Odası (KMTSO) Meclis Başkan Vekili Mahmut Arıkan, çözüm için Almanya modelini önerdi: "Üniversitelerin dörtte üçünü Almanya'daki gibi 2 yıllık meslek yüksekokuluna çevirmemiz lazım. Nitelikli iş gücünü ancak bu şekilde sağlayabiliriz." Şehrin önde gelen sanayicilerinden İsmail Kurtul da işçi açığın büyüyen bir sorun olduğunu belirtti. Kırsal mahallere servis koymalarına rağmen işçi bulamadıklarını ifade eden Kurtul, "Bazı tesislerimiz tam kapasite çalışamıyor. Yeni yatırımlarda bizim için bir soru işareti artık" dedi.

Değerli okuyucular, dikkat ediyorsanız yazımlarımız hiç değişmiyor. Bu ülkede “ara eleman” eksikliği gün gibi açık. Tuhaf bir durum var; işsizlik düşüyor öte yandan işyerleri talep ettikleri işgücünü istihdam edemiyor. Gençlere kızan büyükleri izliyor veya dinliyorum sosyal medyada. Şuna katılmıyorum, “gençler tembel, iş beğenmiyorlar!” Ne demek yahu! 4 yıl ilgili alanında ve bölümünde tahsil yapacaksın ama en sonunda gelecek sanayinin talep ettiği işçi olacaksın. Hiç böyle bir dünya yok! Her şeyden önce, eğitim sistemimize odaklanacağız ve öte yandan plansız ve programsız üniversite eğitimine yönelmeyeceğiz.

Devamı
Ekonomi Nasıl Düzelir?

“Ekonomi Nasıl Düzelir” başlıklı irdelemelere medya âleminde; televizyon kanallarından tutunda gazetelere kadar çok rastlar oldum/olduk. Tek odaklandığımız husus ekonomi ve ekonominin tesirli olacağı alanlar.

Televizyon kanallarında olsun gazetelerde olsun “ilgili uzman kişilere” yaşadığımız bu ekonomik durgunluk ve kriz hâlinden nasıl çıkacağımıza yönelik reçeteleri sorulmakta. Bol bol iktisat bilimine bulanmış ağdalı kelimeler ve cümleler ile vatandaşın anlayacağını zannettikleri hayal âleminden bol bol öneri ve görüşlerini sunmaktalar.

Değerli okuyucular;

Üreteceksin.
Plan ve program dâhilinde bir yol haritan olacak.
Hani “milli ve yerli” diyorlar ya, işte Türk Girişimcisinin (müteşebbisinin) önünü açacaksın.
Vallahi ben ekonomi literatüründe üretmeyen bir ekonominin nasıl düze, düzlüğe çıktığına ilişkin bir şey bilmiyorum.Türkiye’de bugün ekonomimiz “üretim yapıyor” intibaı uyandırıyor ve oluşturuyor. Aslında burada önemli olan ekonomik birimlerimizin ne düzeyde “milli ve yerli” olduğu? Zamanında o çok ballandıra ballandıra savundukları “özelleştirme politikaları” yüzünden, neredeyse milli ve yerli diyebileceğimiz Türk şirketlerin sayısı abartı olarak addedilmez ise çölde kum parçacığı düzeyine indirgendi.

Öte yandan, ekonomimizin yöneticilerinden iyimser ve umutvar açıklamalar geliyor. Genellikle şu noktaya dikkat çekiyorlar: Dışarıdan finansal akışın artarak devam ettiği. Yine Finansal Değerlendirme Kuruluşlarının Türkiye’ye olan bakışları da olumluya dönüyormuş. Zaten buradaki çıkmaz sokak ya da kamuoyunun güvensizliği, gelecek veya buraya yönlendirilecek yabancı parasının Türk Milletinin âli menfaatlerini gözetmeyeceği. Diyecekler ki, e yani elalem parasını bizim Türkiye’ye daha fazla kazanmak için yönlendirecek, bu çok doğal. Tamam, burası da sömürge ülkesi değil. Eğer bir kapital buraya parasını yönlendirecekse, bu ülke devlet ve yurttaş olarak bunun karşılığında bir şey kazanmayacak, sadece fon sahipleri ihya olacaksa buna sömürü ve vahşi kapitalizm denir, bunun ne milli ve yerli olmak ile ne de rasyonel akılla bir ilintisi vardır. 

Devamı
Yeni Anayasa; Olmak Ya Da Olmamak?

ANAYASA…

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ…

ARABA SEVDASINA döndü.

2 Mayıs günü, AK Parti Genel Başkanı ve cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Özgür Özel bir araya gelecek. Sanırım, ülke meseleleri ele alınacak. Bu arada “yeni anayasa” hususu da ele alınacaktır.

Türkiye’de yeni anayasa yapma “arzusu” zaten yıllardır ağzımızda bir türkü olduk çıktı. Ama gerekli adımlar her nedense “ivedilikle” atılamıyor. Görünen bu görüşme ve ertesinde de yapılacak, eğer yapılabilirse anayasa görüşmelerinde de, ben olumlu yönde adımların atılacağına pek ihtimal vermiyorum.

Anayasayla ilgili birkaç kelam etmeden önce, CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’e olan bakış açısını irdelemek istiyorum. Gerçekten de bazen bu sol kesimleri, sol mahalleyi anlamakta zorlanıyorum. Daha Özgür Özel Genel Başkanlık koltuğuna oturalı ne kadar olmuş ki, Sayın Özel üzerinden “siyasal ömürler” biçmeler, efendim Sayın Erdoğan’ın ayağına gitmemesi gerekirmiş, ne bileyim tavır koyması gerekirmiş. Ve benzeri türden gönül koymalar ya da kendilerinin istediği şeylerin oluşmasını arzu etmeler ve yine CHP’NİN o hiç değişmeyen “politbüro” örgütü ve mensuplarını zapturapt altına alma isteği.

Değerli okuyucular…

CHP’NİN Genel Başkanı Özgür Özel’dir. Ekrem İMAMOĞLU İBB Başkanı, yine Mansur YAVAŞ da ABB Başkanı olup, 5 seneliğine seçildikleri kentlerin hizmetlerinden sorumludurlar. Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde böyle bahsettiğim türden politbüro ayak oyunlarının kesinlikle CHP’NİN ne parti tüzel kişiliğine ne de bahsi geçen siyasetçilerine faydası vardır veya olabilir. Bu tipteki parti içi çekişmeler daha çok Sayın Deniz Baykal döneminde olurdu. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu işbaşına geldiğinde, bir nebzede olsa bu yöndeki köklü partimizin enerjisini ve dinginliğini yiyip bitiren, hedefine kanalize olamayan bu bitmez tükenmez hadiselere ve dolapbeygirliklerine son verdi. Benim anlamadığım, Sayın Özel’e neden biraz zaman vermekte bu kadar cimri toplum, özellikle sol mahalle anlaşılır gibi değil!

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN teknik kısmına geldiğimizde…

82 ANAYASASININ ilgili maddesine göre(madde 175);

“Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür. Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tabidir. Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir.

Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmi Gazetede yayımlanır.

Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir. Halkoylamasına sunulmayan Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun veya ilgili maddeler Resmi Gazetede yayımlanır. ///”

 

Son seçimlere göre;

Meclis içindeki AK Parti milletvekili sayısı: 265
Meclis içindeki MHP milletvekili sayısı: 50
Meclis içindeki CHP milletvekili sayısı: 126

Son tahlilde, CUMHUR İTTİFAKININ milletvekili sayısı, yapılabilecek bir ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ KANUN TEKLİFİNİ meclisten geçirmeye yetmiyor.

Bu bağlamda, meclis içindeki partiler ile görüşmeler yapılacak.

Umarım, bu, bir aralar yapılan “istikşafi” görüşmelerine benzemez.

Nitekim sonuç alınamamıştı.

Ama… Müzakere etmek, diyalog kapılarını açık tutmak, diyalog içinde olmak, istişare etmek…

Bu saydıklarımızın bizim kültürümüzdeki yeri çok ayrıdır.   

Devamı
Türkiye: Hakikat Ve Hayal Âleminde Bir Ömür

Ekonomik durgunluk zamanlarında ekonominin hem enflasyon hem de stagflasyon riskleri eş ânda yaşanabilir. Bunun her ikisinin aynı ânda görülme olasılığı vardır. Enflasyon zaten ülkenin belini bükerken ve alımgücünü düşürürken aynı ânda stagflasyonun gözlenmesi, toplumun hem gelir akımı üzerinde hem de harcama davranışlarında çok daha olumsuz tesir meydana getirebilir. Herkesin vakıf olabileceği gibi böyle ekonominin tıkandığı, reel olarak büyümenin çok durgunlaştığı dönemlerde, sizler aslında aldanmayın yayımlanan istatistikî verilere, geçen gün nerede okuduğumu hatırlamıyorum, Türkiye’de artan maliyetlerden dolayı inşaat sektörünün bile tökezleyebileceği ifade ediliyordu.

Dediğim gibi böyle halkın alımgücünün ve gelirinin giderlerini karşılamakta zorlandığı netameli dönemlerde, insanların gözleri devlet katlarında bulunan devlet memurlarının şatafatlı hayatlarına takılır. Laf gelir dolanır en son yüksek bürokrat ve milletvekillerinin elde ettikleri maaş kazançlarına ve yine bürokratların birden fazla aldıkları maaşlara takılır. Özellikle bazen yeri geliyor, bürokratlar, “huzur hakkı” adı altında birden fazla maaş ödemelerine sahip oluyorlar. Türkiye gibi büyük hedefler tayin edip rota çizen toplumlar, hakikatler ve hayal arasında bocalayınca yaşanan-yaşatılanlar, yaldızlar sökülünce ortaya dökülüverir.

Aslında bu tartışmalar bitmeyecektir. Ne zaman gerekten de tepede de bir uyanış başlar o zaman belki hak, hukuk, adalet söylemlerinin bir değer kazandığı ileri sürülebilir. Siz istediğiniz kadar meydanlarda elinizdeki kâğıtlara, bezlere sloganlar hem de en afilisini yazın, yine en göze çarpacak propagandayı yapın, kanımca oluşturacağı etki ancak akşam haberlerinde satırbaşı haber olarak kalır. Ne ki günlerce bu iktisadî konular tartışma programlarında konuşuluyor da ne değişiyor. Mesela, işçiler, sokaklarda istediği kadar yürüsün, sizce asgari ücretin bu minvaldeki eylemlerle artırılması olası mıdır?

Zihniyet değişecek. Tabandan tavana kadar bilinçli bir toplum ve nesil yeşertilmeden, sadece masada konuşulan hususlar yine sadece masada kalır, ama eyleme dönmez. Toplumun her katmanında vicdan, ahlâk, dürüstlük, hakkaniyet, iyi niyet, sağduyu, işi ehline verme, HAKKTAN KORKMA, liyakat, ehliyet vb. duygular tümden içselleşmez ise, halk özellikle dar gelirliler kendileri söyler yine kendileri dinler.

***

Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” var. Eskinin yerine YENİSİ geldi. Eskiden, parlamenter demokrasinin, siyasal sistemin tıkanan yollarını açamadığı iddia ediliyordu/edilirdi. Hatta parlamenter demokrasinin, bizatihi siyasal sistemin ve siyaset kurumunun ANA TIKAYICISI olduğu bile dillendirildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde devlet işleri çok hızlı ve toplum yararına ve çıkarına “tıkanmalar” olmadan ifa edilecekti. İstikrar olacak. Büyüme ve kalkınma olacak. Devlet katlarında sürdürülebilirlik hâkim kılınacak. Aslında bakıldığında, zaman ve hız odaklı bir çağda hem zamanın hem de milli kaynakların çok fazla harcanmadan resmi işlem ve işlerin koordinasyon altında çözümlenmesi ve yerine getirilmesi tam isabetliydi. Öte yandan böyle olumlu yönlerinin yanında, bence kimsenin itiraz edemeyeceği gelişme ve husus ise Meclis’in kısmen de olsa pek işlevinin kalmadığı.

Neden? Bugün, gerçekten de Türkiye Büyük Millet Meclisi kanımca, ülke sorun ve sıkıntılarının etraflıca görüşülüp değerlendirildiği ve nihayetinde milletin çıkarlarına kararların ve politikaların ortaya konduğu/üretildiği bir manzaraya sahip değil. Meclis TV’den daha çok şöyle sesler yankılanıyor: Kabul edenler, Kabul etmeyenler, “Kabul edilmiştir” veya “Reddedilmiştir/Kabul edilmemiştir.” Gerçekten de realist bir pencereden baktığınız vakit, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 600 milletvekili rakamsal olarak yani anayasaya göre var. Ama sitede baktım şuan Meclisimizde 594 milletvekilimiz var. Üzerinde tartışılması ve konuşulması gereken bir başka husus ise, SEÇİM YASASI ve SİYASİ PARTİLER YASASI’dır. Gerçekten de bu milletvekilliği profili senelerce parlamenter demokratik rejim zamanında da tartışılıyordu. Şimdiki TÜRKİYE YÜZYILI zamanlarında da tartışılıyor. Ne ki değişen hiçbir şey yok. Anayasamıza göre, bölgelerinden veya kentlerinden seçilen milletvekilleri, son tahlilde tüm ülkenin yani milletin tamamının milletvekilidir.

Şunu da ifade etmek gerekiyor… Evet, seçilen milletvekilleri kâğıt üzerinde tüm milleti temsil ediyor ama pratikte bu böyle işlemiyor. Demek istediğim, milletvekilleri gerçekten de bu yaptıkları hizmetin hakkını verecek şekilde kentlerinin SESİ olabilseler, kentlerinde ve yakın bölgelerindeki sorunların ve sıkıntıların çözümlenmesinde ve hallolması meyanında inisiyatif alabilseler, gerçekten de toplum içinde zuhur eden tartışmalar ve bitmek bilmeyen atışmalar da sönümlenir diye düşünmekteyim. Siz bakmayın gerçekten de CHP içinde birkaç tane cevval milletvekilimiz var; ama bu sadece bireysel çabalarla olacak bir iş değil. Milletvekillerimizin ellerinden geldiğince halkın içine karışarak halkla içiçe olması “OLMASI GEREKEN” bir durum iken, bizler şu çağda ütopyalar düşlüyoruz!

Devamı
Zamanın Ruhu, İşte Böyle Bir Şey...

Gerçekten de “güçlünün” yanında olmak veya kudretli insan ve grupların saflarında yer almaya azami düzeyde çaba sarf etmek, günümüz modern toplumlarında baktığınızda, en kolay kariyer sahibi olabilme ya da toplumsal sınıf ve statü atlamada en risksiz yöntem olarak göze batmakta.

Yıllardır ana akım medyayı (işte amiral dedikleri hürriyet gazetesini, milliyet gazetesini, sabah gazetesini ve bağlı kuruluşlarını) takip ediyorum. İlgi alanımla ilintili politika tahlili yapan köşe yazarlarını, köşemenleri(?) okumaya çabalıyorum.

Bir zamanlar HÜRRİYET GAZETESİ neden eleştiriliyordu? Hürriyet gazetesi, bilmeyenler açısından bir hatırlatma, 28 Şubat döneminde ve öncesinde Askerî Vesayetin çok güçlü olduğu zamanlarda siyaset kurumunu ve dolayısıyla aktörlerini ve yine dönemin yasal ve meşru hükümetlerini, demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle yönetildiğini iddia eden ülkelerde olamayacak bir şekilde ekonomik menfaatler çerçevesinde manipüle ederek, siyaset dizaynına soyunurdu.

Neyse, burada kitabî bilgi ve hatırlatmalarla kafanızı şişirmeye ve gözünüzü yormaya niyetim yok. İstenirse kitaplar ve Google Amca artık erişim bakımından çok yakın günümüz modern bireyine.

Bugün, bakıyorum da Hürriyet Gazetesinin zamanında hiçbir biçimde ne ahlâki ne de çağdaş demokratik bir devlette/toplumda kabullenilemeyecek “siyaset dizaynını” en son tahlilde SABAH GAZETESİ yapmakta.

Gerçekten de sabah gazetesinin sayfalarının içinde gezinin, nasıl da bir propaganda aracı olarak çalıştığını ve imkânlarını CHP’yi nasıl karalarım veya CHP’yi nasıl aşağı çekerime seferber ettiğini görürsünüz. Son sayısında CHP Belediyelerindeki kadro atamalarına yer vermişti ve ahlâk dersi vermeye kalkmıştı.
Sanki bu memlekette 22 yıldır güç ve kudret AK Parti hükümetlerinde ve onun yöneticilerinde değilmiş gibi, bir gazetenin aklını “CHP’yi nasıl karalarıma” takması ve şifa olsun muhalefet haberlerine bile yer vermemesi, aslında ülkedeki aşınmanın, yozlaşmanın ve değer kaybının toplum hayatındaki farklı sektörler ve katmanlar indinde görüngüsüdür.
Demek ki “zamanın ruhu” dedikleri böyle bir şey, hürriyet gazetesini yerden yere vuranlar, bugünlerde bal tutup parmağını yalayangillerden oluveriyorlar.

Devamı
Birikmiş Notlar, Her Gördüğüne İnanma!

OPTİMAR ARAŞTIRMA, 31 Marttaki yerel seçimler sonrası 2-5 Nisan tarihleri arasında 2000 kişiyle anket çalışması yapmış.

Ankete katılanlara yöneltilen sorulardan bazıları şöyle:

- “Sizce bugün Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?”

Cevaplar: Ekonomi diyenler yüzde 60,6 ile birinci sırada yer almış. Yüzde 6,1 ile Suriyeliler ve düzensiz göçmenler cevabı ekonomi cevabının ardından gelen en önemli sorun cevabı olarak belirmiş.

- “Sizce bu sorunu kim çözer?”

Cevaplar: CHP diyenler yüzde 24,3,
               AK Parti diyenler yüzde 20,2

YAZARIN NOTU: Bu sorundan kastedilen ekonomik sorun.

Şu bir gerçek…
Türkiye’de gelir ve servet dağılımı ciddi boyutlarda bozulmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidar olmadan önce ve ilerleyen dönemlerinde vaat ettiği müreffeh memleket manzarasından eser yoktur.
Esasında, artık Türkiye’de gözlerden kaçırılamayacak ve dikkatlerden de uzak tutulmayacak realite…
Toplumsal olarak sosyo-ekonomik yapının ciddi bir düzeyde, dar ve ücret gelirliler aleyhine irtifa kaybederek bozulmasıdır. 2024 Türkiye’sinde şu su götürmez bir hakikattir: Orta gelir grubunun son tahlilde silinerek yok olmasıdır. Ya zenginsiniz ya da fakir veya gariban… Bunun gariban edebiyatıyla da hiçbir ilgisi yoktur. Burada, alımgücünün düşmesi ve hanehalklarının eline geçen paranın, nominal değerle reel değer kesişmesinde nominal değerin eksi vermesidir.

Hazinenin neredeyse tam takır düzeyinde olduğunun söylendiği bir süreçte, şatafat ve debdebenin olabildiğince yoksul kitleler önünde sergilenmesi, yine kamu otoritelerinin “tasarruf tedbirlerine” gideceklerini dillendirmeleri, söylem ve tatbik aşamasında inandırıcılığını kaybetmekte.

Türkiye’de demokrasinin düzeyini ve toplumsal hayatın devamını düzenleyen hukuk kaidelerini partizanca gayelerle olması gerektiği yerlerden sarsınca yaşam “olağan akışında” maalesef devam edemiyor.

***

Artık Türkiye’de sadece söylem ve tatbik noktasında değil aşınmalar, esas üzücü olan Türk örf ve adetlerinin ve bununla atbaşı giden moral değerlerin de yozlaşması, ülkemize has milletimize has geleneksel davranışların unutulmaya yüz tutması. Siyasetçilerin, sadece kendi bencil çıkarlarını gözettikleri, seçmen-vatandaşların “patron” olma misyonlarını “içselleştiremedikleri” bir memleket ortamında söylemlerin “havada” kalması artık beni şaşırtmıyor. Gerçekten de NOW ANA HABER SUNUCUSU Selçuk TEPELİ hiç bıkmadan usanmadan tekrarlıyor, “patron sizsiniz diye…” Haksız mı? Gerçekten de yurdum insanı biraz dikkatli olsa, etrafında, kentinde, ilçesinde/kasabasında, mahallesinde, köyünde olanbitenler noktasında kulak kabartarak, sorgulasa ve muhakeme edebilse, inanın, bu ülkede yoksulluk, garibanlık, terkediliş, yoksunluk, hak gaspına uğrama gibi duygudurumlarının minimum seviyelerde yaşanması tesis edilebilirdi.

Bugün, gerçekten de çok farklı bir “dünyaya” veya yörüngeye doğru çekiliyoruz. Bizim millet olarak, seçmen-vatandaş olarak çok daha zinde olmamız elzem gelmektedir. Yanı başımızda, Ortadoğu’da İran-İsrail gerilimi “tetikleniyor”! Lami cimi yok, bu bölgede bir şeyler planlanıyor sonrada bu bölgede yaşam “savaşımı” veren insanlar, bu tezgâhın sonucuna hep katlanmak zorunda bırakılan “figüran” oluyor. Bu, zaten senelerce bu yönde tertiplenmedi mi? Avrupa’nın Beyaz İnsanları, sonra da Birleşik Devletlerin sapkın “seçkinleri”, dünyayı kendi babalarının çiftliği gibi görmediler mi? Zannediyor muyuz bizler, İran öyle çok vicdanen ve ahlâken İsrail’e saldırıyor ya da misilleme yapıyor? Filistin’in mazlum halkını ve insanını çok mu önemsiyor? Zaten bu coğrafyanın en büyük ayıbı ve riyakârlığı Müslüman insanlar ve İslam dini üzerinden kotarılmadı mı? Filistin’e karşı neredeyse dünyanın en üst seviye ve ileri teknolojileriyle teçhizatlandırılmış Siyonist din devleti İsrail, göz göre göre soykırım uyguluyor. Bırakın Birleşmiş Milletlerin uygar ülkelerini(?), bizim mahalle, yani İslam coğrafyası ve Müslüman ülkeler “kılını bile kıpırdatmıyor”. Ve bunun adı da “bu benim meselem değil ki oluyor”! Yani, bana dokunmayan yılan bin yaşasın!

İşte görüyorsunuz, bir ara politik jargonda ağzımızdan düşürmediğimiz “bir olalım diri olalım” moral motivasyon yükseltici cümleleri, sadece seçim meydanlarında laf-ı güzaf meyanından yankı olup kalıyor. Evet, gerçekten de iç işlerimizde ekonomik olarak yoğun bir durgunluk içindeyiz ama dışarıda kaynayan kazan içinde bizler de kaynayan unsur olmamak için, harbiden bir ve diri olacağız; öte yandan iç işlerimizde de rekabet edeceğiz ama denge çerçevesinde.     

Devamı
Vatan, Millet, Devlet, Aidiyet

Yerel seçimlerin ardından köşe yazarları olsun, yorumcular olsun seçimin çıkan sonuçlarını irdelemeye ve analiz etmeye çabalıyorlar. Yalnız, yine gördüğüm kadarıyla tehlikeli yollara sapıyorlar, söz söylemenin ve yazı yazmanın tuzaklarına düşüyorlar.

Gerçekten de bu ülkede bir kere herkes “imtiyaz götürmeksizin birinci sınıf” yurttaştır. Kullanılan dilin tehlikesi, toplumumuzu ayrıştırmaya yönelik olmasıyla beraber heran vatandaşlarımızın itidali kaybetmesine de neden olabilir.

Van’da mahalli idarelere yönelik olarak seçilen belediye başkanının seçilme yeterliliği kaldırılarak belediye başkanlığı AK Partili adaya verildi. Bundan sonra da Van sokakları karıştı.

Tabii ki seçim sonuçlarının heyecanıyla beraber köşe yazan, yorum yapan bazı “aklı evveller” CHP’ye ve CHP seçmenine yönelik klasikleşen ve değişmeyen ama artık YETTİİİİ denmesi gereken suçlamalara ve yaftalamalara yöneldiler.

Hayır, o kadar da değil. Efendiler biliniz ki;
CHP terör örgütü değil, bu ülkenin bir numaralı siyasî partisidir.
CHP’ye oy veren seçmen-vatandaşlara öyle ağzına geldiği gibi hakaret edemez ve itham eden yaftalama yapamazsınız.
CHP ve seçmenini DEM Partisiyle aynı eksende konumlandıramazsınız; aynen tüm Kürt vatandaşlarımızı da DEM Partili olarak da kabul edemezsiniz.
Terör ve eylem ile legal bir siyasî partiyi aynı ânda aynı hedef ve gayeler içinde de anamaz, yine bu ülkemizin kurucu partisini bu mesnetsiz cümleleriniz içinde kirletemezsiniz.
Üst kimlik ve alt kimlik farkının ayırdında olarak son kertede üst kimliğimiz TÜRKİYE VATANDAŞLIĞI ve TÜRKLÜK olmak ile beraber, bir aralar MHP Genel Başkanının ifade ettiği gibi Türkiye “mozaik değil mermerdir mermerdir” değil, evet bu memleket mozaiktir, bence bunu herkesin kabul etmesi gerekir.
Çok kültürlülük ve çok seslilik “mermer” gibi tekdüzelik ile bastırılamaz, insanların farklılıkları yok sayılamaz. Bu ülkenin ANAYASASI ve kurucu nitelikleri ortadadır. Tekrar tanımlamalara gerek yoktur. Konjonktürel olarak millî ve manevî değerler üzerinden siyasî alan yenilemeye gitmek, “Bizler” ve “Onlar” gibi tamamen bölen ve kutuplaştıran dil tercih etmek, kabul edilemez.

***

Zaten bu ülke ne çektiyse Kraldan daha fazla Kralcılardan çekti. İş bilmez insanların el üstünde tutulduğu, liyakat ve ehliyet sahibi olmanın görmezden gelindiği Türkiye Cumhuriyeti gerçekliğinde, insanların söyledikten ve yazdıktan sonra ağızlarından çıkan kelamların ve kalemlerinin mürekkebinden kâğıda dökülen cümlelerin bu minvalde “zehirli ok” misali yurttaşlarımızı hedef almaları, daha önce de belirttiğim gibi kabul edilemez.

Evet, şuan farkında değiller. Ne olursa olsun Türkiye “Hukuk Devleti” şiarından taviz vermeden yoluna devam edecektir. Ne ki bugün belki bazıları ülkedeki mahkemelerin sadece bina ve şeklen orada durduklarına “aldanarak” canlarının ve paşa gönüllerinin istediği minvalde söz söylemekte ve yazı yazmaktadır. Ama unutulmasın hiçbir dönem ve siyasal erk ilelebet devam etmeyecektir, hükmünü sürdüremeyecektir. En azından kitap karıştıranlar ve tarihî süreçlere vakıf olanlar, bunun böyle olacağına kanaat getirebilirler.

Özellikle, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerin ardından yaptıkları yapıcı ve olumlu konuşmalardan sonra, birden birilerinin ya da bazı odakların cesaret vermesiyle mi diyelim, bu şekilde toplumumuzu hiç olmaması gereken biçimde ayrıştırmaya tevessül etmesi, hiçbirimizin kabul etmemesi gereken bir gelişmedir.

Zamanında, biliyorsunuz bu ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanına/Başbakanına (yani Sayın Erdoğan’a) hiçbir şekilde tasvip edemeyeceğim FAŞİST yaftalamasını yaptılar. Gerçekten de seçimle işbaşına gelen birine faşist demek, uygulamalarının faşizme kaydığını iddia etmek, şimdiki gibi o zamanda kabullenilemez idi. Ne demek “faşist”? Erdoğan kimin veya kimlerin ölümüne vesile olmuş, hangi vatandaşların veya siyasetçilerin ölümüne onay vermiş? Benim için “faşist ya da faşizm” demek, aynen bu mânâlarda değer bulmakta.

İşte bu gerekçelerle baktığınızda da bu dönemde de İTİRAZLARIMI YÜKSELTMEKTEYİM…

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılamaz ve ikame edilemeyecek “LİDER” PARTİSİDİR.

Yine, CHP yöneticilerine ve seçmen yurttaşlarına hiçbir şekilde “vatan haini” veya “terörle yanyana” duranlar biçiminde olabilecek yakıştırmalar, töhmet altında bırakacak etiketlemeler de kabul edilemez, ben etmiyorum. Nokta. Tabii devran dönecek ve bu mesnetsizce karalama kampanyasına iştirak edenler de elbet birgün yargıçların önüne çıkacaklardır.

Devamı
Türkiye’yi Anlamak… 31 Mart’ın Ardından… İzahı Ne?

Nihayet uzun soluklu seçim serüvenini geride bıraktık.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayıp mahalli seçimler ile sonuçlanan seçim yolculuğu, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi toplumumuzu yordu.

Neredeyse bir yıldır seçim işleriyle uğraştık.

1 NİSAN olarak artık önümüzde büyük ihtimalle seçimsiz bir dönem bizleri bekliyor.

31 MART mahalli seçimlerinin sonuçları uzun dönemde konuşulacak ve irdelenecek.

Ama şunu unutmamak gerekiyor, hemencecik belirtmek istedim, bu ülkenin başında hâlen Sayın Recep Tayyip Erdoğan var. Yani hâlen bir AK PARTİ ve Erdoğan realitesi görmezden gelinemez.

Bence, bu yerel seçimlerde bir “başarı” var. Bakıyorum da iktidara “göbekten bağlı” medya mecralarında, bu elde edilen başarıdan ötürü, bu sağlanan gelişmenin bir “hafifsenmesi” yoluna gidiliyor, tabii ki hür iradeleriyle istediklerini serdetme özgürlükleri var.

Öte yandan, CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’in şu ifadesine yüzde yüz katılıyorum:

“Cam taban eşiği aşılmıştır.”

Gerçekten de bakıldığında senelerce Cumhuriyet Halk Partisi için ileri sürülen tez, CHP’NİN %25-30 barajını geçemeyeceği üzerineydi. Esasında, CHP üzerinde bir “atalet” olduğu söylenmekte idi ki ben de buna katılmaktayım. Uzun uzadıya analizlere gerek yok. Genel seçimlere daha çok süre var, bu zaman zarfında bu mahalli idareler seçiminin getirdikleri ve götürdükleri incelenecektir.

Şu bir gerçek, Cumhuriyet Halk Partisi Ege Bölgesi’nde neredeyse silme, Trakya hakeza öyle silme, Akdeniz Bölgesi’nde epeyce bir yerin belediyeliklerini önemli bir oranda hanesine yazdırdı. Esasında burada önemli olan, Karadeniz Bölgesi’nde atılımlar yapılarak belediye başkanlıklarının kazanılması idi. Yine, iç bölgelerde daha önce esamesi bile olmayan CHP’NİN, çokça olmasa bile hani bahsettiğimiz “atalet duvarının” yıkılması adına belediyelikler elde etmesi önemliydi.

***

Genel Başkanların konuşmalarına baktığımızda da artık bir olgunluk yakalandığı söylenebilir. Hem CHP Genel Başkanı hem de AK Parti Genel Başkanı toplumumuzu geren, kutuplaştıran ve ayrıştıran dil ve üsluptan özellikle uzak durdular. Bunlar önemli detaylardır. Gerçekten de baktığınızda artık Türkiye’de “demokratik refleksler” yerli yerine oturmaya başladı. Programlara katılan konuk yorumcu ve analizcilere baktığımda, katılım oranını geçmişle mukayese ederek düşük bulduklarını ifade ettiler. Ama bu, ne olursa olsun Türk halkının sandığa gitme ve sandığa sahip çıkma tutumunun azımsanmasına, bir bahane olamaz.

Türkiye’de bunca yıllar darbe ve muhtıralar ile siyaset kurumunun ve demokrasi tavır ve tutumlarının önüne tıkaç olunmaya çalışılmışsa da, şu bir gerçek ki ülkemiz vatandaşları her şeye rağmen, “şeklen bile olsa” demokrasinin gereklerini yerine getirmekten arka kalmamıştır. İşte bu yüzden siyasetçilerin seçimlerin ardından kullandıkları dilin itidale davet yönünde olması, ân itibariyle toplumumuzda cereyan edebilecek menfi hadiselerin önünü de böylelikle kesmiştir. Neden? Çünkü yıllarca deneyimledik ve gördük. Ülkemizde kutuplaştıran ve yurttaşlarımızı ideolojik kamplara bölen politik dil, son tahlilde ülkemizde tansiyonun yükselmesine ve acı vakaların tezahürüne neden olmuştur.

Bu bakımdan…

Bu yerel seçimlerin “kesin olmayan neticeleri” üzerinden olasılık hesaplarına konu olacak senaryo kurmacaları yapmak, uzgörüşte bulunmak, kanımca, rasyonelce değil duygusalca bir yaklaşım olacaktır.

Demek istediğim, işte efendim Ekrem İMAMOĞLU mu Mansur YAVAŞ mı Özgür ÖZEL mi gibi…

Bu saydığımız politikacıların hepsi de CHP’NİN çatısı altındadır. Ama unutulmaması gereken tıpkı ülkeyi yönetecek Sayın Erdoğan’ın olduğu gibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’dir.

Bu bağlamda bu saatten sonra yapılacak en güzel hareket, CHP belediyeliklerinde iktidar partisine malzeme olmayacak bağlamda mahalli idareler hizmetlerinin ifa edilmesidir. Buradan da kastım sadece “sosyal belediyecilik” faaliyetleri değil, fiziki yatırımların, belediye kanunlarının cevaz verdiği hudutlarda, yine belediye sınırlarında yaşayan halkların yoğun streslerini atabilecekleri klasik belediyecilik hizmetlerinin vaat edildiğiyse mümkün olanlarının yerine getirilmesidir. Yoksa bu elde edilen zaferler “havada” kalmaya mahkûmdur.   

Devamı
Bu Ülkede Artık İlke Ve Değerler Yok Hükmünde?

Türkiye Gazetesinin internet sitesinde aşağıdaki gibi haber vardı:

[Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, sahte avukatlık yaptığı belirlenen Betül S. (37) hakkında soruşturma başlattı. Soruşturmada Betül S. isimli kadının avukat cübbesiyle adliyenin önünde, baro lokalinde ve mahkemeler önünde sosyal medyasında paylaşım yaptığı tespit edildi.

Asayiş şube müdürlüğün bağlı dolandırıcılık büro amirliği ekipleri söz konusu kadını, adliyenin avukat lokalinde yakaladı. Ekipler aynı zamanda kadının evinde yaptığı aramada sahte avukat kimliği, avukat cübbesi, ruhsatsız tabanca ve dolandırıcılık eylemlerinde kullanılan birçok adli evrak ele geçirildi.

Betül S., bir kamu kurumuna ait tanıtım kimlik kartı bastırıp kendisini kamu avukatı ve icra avukatı olarak tanıtmaya başladı. Betül S., ağına düşürdüğü mağdurları icradan ucuz araba almak ve kamuya ait arazileri 49 yıllığına kiralamak vaadi ile dolandırdığı öğrenildi.

Sahte avukat kadının icradan ucuz araba almak ve kamu arazilerini 49 yıllığına kiralamak vaadiyle 4 kişiden 3 milyon TL dolandırdığı öne sürüldü. Betül S. emniyetteki ifadesinde, ”Daha önce ki sevgilim avukattı. Bende yanında kâtiplik yaptım. Avukatlığı özendim. O ortama girmek beni mutlu etti” dedi. Öte yandan, Betül S. çıkarıldığı mahkemece "nitelikli dolandırıcılık- kamu görevinin usulsüz olarak üstlenilmesi, özel işaret ve kıyafetlerin usulsüz kullanılması ve resmi belgede sahtecilik" suçlarından tutuklanmıştı.]

(https://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/sahte-avukattan-3-milyon-liralik-vurgun-eski-sevgilisine-1030327, 25.03.2024)

Daha önce de bildiğiniz gibi basın yoluyla kamuoyuna bu minvalde sahtecilik/sahtekârlık haberleri yansımıştı. İşte tıp diploması olmadan, sanırım yine bir kadın 5 veya daha fazla sürede doktorluk yapmıştı.

Neden bu haberi önemsedim? Gerçekten de neler oluyor? Türkiye nereye gidiyor?
Liyakat yok…
Ehliyet yok…
Denetim ve hukukun kestiği parmak yok… E bu kadar yokluğun ve yoksunluğun içinde bu insanlarda KORKU da yok!

Bilmiyorum, ama bu gelişmeler sizce de önemli değil mi? Bu insanlar, insanların hem maddi hem manevi, hatta canlarına bile mal olabilecek girişimlerin içinde olmaya nasıl cesaret edebiliyor?

Tamam, YARATICIDAN korkmuyor olabilir… İnanıp inanmamasıyla ilgili bir durum… Ama yahu bu kişiler yakalanma risklerini hiç mi hesaplamıyorlar? Bu rahatlık nereden geliyor? Gerçekten de bu yönde işlerin içinde olmak için, liyakat sahibi olmadan, diploma sahibi olmadan, lisanslanmadan, ehliyetsiz bir biçimde, direkt toplum ve insan odaklı mesleğin veya işlerin içine “dalmak”, vallahi tabiri caizse “yürek ister”.

Bugün, 2024 Türkiye’sinde işsizlik artık kanayan bir yara… Bir yandan gençler, özellikle genç işsizler iş beğenmedikleri, çalışmadıkları meyanında eleştirilmekte ve bunun gelecek için iyi olmadığı belirtilirken, yine eğitim gibi bir alanda yerlerde sürünüyoruz. Ama yine bu son dönemlerdeki gelişmeler hiç iç açıcı değil. Ne denirse densin, eğitim kalitemiz, eğitim süreçlerinde ve aşamalarında geçirilen zamanlar “olması gerektiği” gibi değerlendirilemediği için de… Hem bireysel temelde hem de sosyolojik temelde kayıplar yaşıyoruz. Gençler hayallerinin doğrultusunda iş bulamıyorlar. Yine bir başka yönden bakıldığında, küçük işletmeler olsun yine orta ölçekli sanayii yerlerinde de “ara eleman” denen, daha çok beden gücüyle istihdam edilecek işgören eksikliği varken…

Bu örnekler… Kanımca, toplumumuzun hem kalkınmasına hem de iktisadî büyümesine olumsuz tesirler oluşturmakta. Neden? Çünkü, bu haberleri gençler, işsizler seyretmiyor mu? Kendini eğitime adayan, eğitim alarak beşeri sermaye yatırımına katlanan, her şeyden önce “kendini gerçekleştirme” aşamasında elinden gelen tüm çabaları seferber eden insanlarda bu haberler nasıl bir etki oluşturur? Değerli okuyucular, ben burada eğitimin ve eğitim almanın “erdemini” felan tartışmıyorum. Zaten normal olan bir bireyin ömrü boyunca “öğrenme süreçlerinde” olması lehine olan şeyler. Öte yandan insanlar eğitime sadece bireysel donanımlarının artması için yönelmiyor. Hayatta kalmak için çalışmak ve para kazanmak zorunda insanlar. İşte bunun için de eğitim alıp meslek sahibi olmaya yöneliyorlar. Artık memleketimizde sadece aşınan “moral değerler” değil ki… İnsanlar; nasıl bir rahatlığa sahipse, kendilerinde nasıl bir özgüvene sahipse, utanmadan sıkılmadan, ehliyet sahibi olmadığı hususta ben “avukatım”, ben “doktorum” diyebiliyor.
ALLAH’TAN korkmuyorsun…
Bunlar hukuktan ve yargılanmaktan da korkmuyorlar.
Pekiî bu cesaret nereden geliyor?

Devamı
Seçmen-Vatandaş Minnet Etme! Patron Sizsiniz

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyaset kurumu içindeki “doğal seçmen tabanı” muhafazakâr kesimlerden oluşmaktadır. Ama öte yandan, AK Parti; iktidarının ilk yıllarında bildiğiniz gibi, liberallerden, eski solculardan, şimdinin sosyal demokratlarından da destek gördü ve sanırım oy da aldı. Nasıl olmuştu da oy alabilmişti? Çünkü… Evet, çünkü, Askerî vesayet ile Yargı Vesayetini bitirmesi için…

Tamam, çok güzel idi. AK Parti yine bildiğiniz gibi FETÖ terör örgütünün- ilk yıllarda bu hareket hizmet hareketi olarak biliniyordu- bürokrasi katlarındaki elemanları vasıtasıyla gerçekten de askerlerin, daha doğrusu yüksek rütbeli subayların siyasete hiçbir “meşruiyeti” olmayacak biçimdeki müdahil olma reflekslerini ve hareketlerini ortadan kaldırdı. Yargı vesayetini de peyderpey geriletti. Tamam da neden bunları iki de bir hatırlatıyorsunuz?, diyebilirsiniz. Ben de benzer şeyleri görüyor, okuyor ve izliyorum. Evet, bunlar “demokrasi yerindelikleri” minvalinde olumlu adımlardı. E tamam da sürekli bunların da iktidara yakın mahallelerde söylem olarak tekrara düşmesi neyin nesi? Çok güzel hareketler… Oldu, çok yerinde adımlar idi… Başa kakmanın gereği var mı?

ŞİMDİİİİ…

En son tahlilde…

Asker ve Yargı Demokrasisinin yerine AK Parti ne koydu?

Açık yüreklilikle bunu söyleyemiyoruz. Bugün, Türkiye’de “İleri Demokrasi” vardır diyenler…

YALAN SÖYLÜYORDUR.

Türkiye değişti ve gelişti diyerek, “YENİ TÜRKİYE” masalları anlatanlar;

HALKI ALDATIYORDUR.

2002’den önce yakındığımız antidemokratik reflekslerin yerine, bugünün demokratları açık yüreklilikle ifade edin, ne koydu?

Demokrasinin “olması gerekenini” ikame etmediler, sadece oyalama taktikleriyle toplumu tahkim ediyorlar.

***

2024 Türkiye’sinde…

Ekonominin marazlarıyla uğraşıdururken…

Dünya çok başka uygarlığa yol almakta veya zaman diliminde. Medeniyet yolculuğu uzaya astronot göndermekle olmuyor.

2024 memleket manzarası, emeklilerin ve asgari ücretlilerin toplumun bir numaralı tartışma konusuna indirgenmişken…

Hamasete bulunan vaatler ve vaazlar ile ancak sivrisinek vızıltısı etkisi oluşturursunuz.

Bir ülke “olması gereken” altyapı yatırımlarını ve hizmetlerini halkının “başına kakıyorsa!”…

Savunma Sanayii Yatırımları…
Köprüler…
Marmararay…
Raylı Sistemler…

E ne yani tamam da bunlar yapılmasa mıydı? Ne olacak o zaman, eğer iktidar 31 Mart mahalli seçimlerinde özellikle anakent yerlerde belediyeleri kaybederse bu hizmetler geri mi alınacak?

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ne demişti:

“Biz olmazsak gaz da olmaz.”

Aslında, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemlerdeki tavır ve tutum ile söylevlerine baktığınızda, ülkemizdeki “Demokrasi Algısı” ve “Vatandaşlık Hakkı/Hakları” açısından her şeyi izahtan yoksun bırakmayacak berraklıkta ortaya koymakta.

 

İBB Başkanı adayı Sayın Ekrem İmamoğlu’nun karşısında, Sayın Murat Kurum ve Cumhurbaşkanı ile hükümetin/devletin bakanları

Diyecek bir şey yok.

Halk, demokrasinin, demokratik gücünün farkında olsa…

Boşuna demiyor NOW HABER Ana haber sunucusu Selçuk Tepeli, “Patron sizsiniz…” diye.
Farkında olmak ve ayık olmak…
Ataleti yenmek için çok önemlidir.

 

Devamı
Ne Söylesem De Ne Yazsam Da Sızımızı Dindirmiyor!

Ekonomik sıkıntılar giderek artıkça birbirimizden de uzaklaşmaya başladık. Hâlden anlamak... ‘Hâlin nicedir’ sözlerinin de pek anlamı kalmadı. Bugün katlanılan ekonomik problemler karşısında vatandaşlar birbirlerinin yaralarına merhem olmaya çabalıyorlar. Tamam da bu ne kadar mümkün? İşte eğer anayasal düzenden uzaklaşır, demokrasiyi sadece seçim ve sandık lafzından ibaret sayarsak... Sokaklarda mutsuz insan siluetleri...

Yardıma muhtaç insanlar... Öte yandan merhamet duygularımızı da yitirir olduk. Yabancı uyruklu insanlara karşı takınılan tutum ve tavırlar, unutmamak gerekir ki bu insanlar da tıpkı bizler gibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldı. Bu bağlamda hiçbirimizin birimizden ne imtiyazı var ne seçkinliği veya ayrıcalığı...

İşte bu ekonomik sıkıntılar... İnsanların insanî hasletlerini bile buldozer gibi ezdi geçti, ezmeye de devam ediyor. Yer yer sosyal medyada denk geliyorum, bazen gerçekten de olumlu şeyler için çaba harcayan fenomenler oluyor, burada “sosyal deney” adı altında vatandaşlarımızın insanî durumlar karşısındaki tepkileri ölçülmeye çalışılıyor.

Gördüğüm kadarıyla “para” olgusu öyle bir “değer” kazanmış ki, o ân bu nesnenin azıcığına bile muhtaç kişiye “variyetimizden” kıyıp da bir kısmını bile ver-e-mi-yoruz. Mutsuzluk, memnuniyetsizlik, belirsizlik ve geleceğinden ümidini kesmek... Tüm bu ruhsal hâller toplum içine sirayet ettikçe kartopu misali yuvarlanarak toplumun genelinde karamsar bir havanın oluşumuna neden oluyor. Ne ki bu olumsuzluklar tek tek bireylerin üzerinden kalkabileceği bir yük değil. Bakalım ilerleyen günlerde neler göreceğiz ve neler ile karşılaşacağız?

Devamı
Bu Ne Gazetecilik Ne De Haberciliktir(?)

Diyanet İşleri Başkanının kızının şiiri sizce bizim için ne kadar önemlidir? Gerçekten artık şaşırmıyorum. Sosyal medya, dönemimizde kitleler arasında ilişki ve iletişim kurmada epeyce önemli.

Ama bu ağları nasıl kullandığınıza bağlı…
SÖZCÜ GAZETESİNİN Instagramdaki sosyal hesabında böyle bir haber vardı. Diyanet İşleri Başkanının kızı, lüks arabasının anahtarına şiir yazmış. Sanırım kaybolduğu için felan.

Tamam da bize ne size ne? Gerçekçi açıdan bakıldığında bunun hiçbir şekilde haber değeri yoktur. Absürtlük diyeceksiniz ki, hanım efendi “size ne” dese, yeridir.

Hanım efendi bu paylaşımla beraber kamuoyunun önüne atılıyor gibi. Gerçekten de bu ülkede “normal” diye bir hâlden bahsetmek zor. Gazeteci olarak veya basın yayım-yayın kuruluşları olarak bu “şeyleri” görmek zorunda mısınız? Zaten haber değil bu husus…

Anladık… Şatafat… Bol keseden harcamalar, lüks yaşantıların kamuoyunun önünde sergilenmesi… Halk gerçekten de çok zor şartlar altında geçim savaşımı veriyor. “Ciddi bir gazete kuruluşu” olarak sizin daha “yaşamın içinden” gelişmeleri ve vukuatları toplumun huzuruna getirmeniz gerekmez mi?

Savurganlık var bu ülkede… Vatandaşlara tasarruf yapın derlerken, siyasetçiler halktan kopuk bir durumda ballı lokma tatlısı bir hayat sürdürüyorlar. Ne emeklinin ne de emekçinin içinde bulunduğu hâli anlayacak vaziyetteler. Fenomen denen kişilerin ya da ceplerindeki limitlerinden habersiz kişilerin harcamalarından yola çıkarak paylaşım yapmak ya da haber üretmek, inanın sizi diğerlerinden farklılaştırmıyor. Bilakis, bugün, bizler iktidara destek veren medya unsurlarını neden eleştiriyoruz? Toplumu algılar minvalinde oyaladıklarından ötürü, yaşanan ve halkın hissettikleriyle makyajlananların tamamen farklı olduğu yönünde eleştiriyoruz.

Şunu demek istiyorum… Ahlâk bekçiliği veya yargıçlığı yapmak bize düşmez. Yani burada şatafata, lükse, görkemli yaşamlara vurgu yapılacaksa, bu, bunları yapanların reklamını yaparak hiç olmaz. İsrafın veya savurganlığın sonlandırılması ancak bilinçli ve gerçekten de ahlâklı bir toplumla mümkündür.

Devamı
Yalnızlık Ve Yalnızlaşma

Teknolojik gelişmeler ve ilerlemeler, evet, modern çağın modern insanını (bireyi) bu zamana kadar görülmemiş bir biçimde hem zaman babında hem de mekân babında özgürleştirdi.

Ya sonrası?

Tamam… İleri ve yüksek teknolojik araçlar, insanların yaşamlarını âdeta emek harcamadan, yorulmadan artık dilimize pelesenk olagelen “bir tık” hamlesi kadar basitleştirdi.

Zaman olarak fazla efor harcamıyoruz eskisine kıyasla.

Resmi işlemlerimizi halledebilmek için artık beton duvarların içinde, saatlerce kuyrukta bekleme işkencesi de bitti.

Ardı sıra daha fazla sıralamadan yekten noktayı koyuyorum:

Yalnızlaşıyoruz…

YALNIZLAŞMA…

Gerçekten de önümüzdeki yıllarda önemli bir sıkıntı olarak insanları uğraştıracak ama öte yandan sosyalleşme aşamalarında da en büyük handikap olarak önümüzde duracak.

Yalnızlık veya yalnızlaşma, doğal bir süreç esnasında mı zuhur etmekte veya bireylerin bilerek ve isteyerek, kendi özgür iradeleriyle seçim yaptıkları bir durum mu?

Bence bu tespit gerçekten de çok önemli. Akıllı telefonların 20 yıl önceye göre epeyce bir yer edindiği hayatlarımızda, yine masa başı bilgisayarların artık “demode” olduğu, işlevselliğine ve hafifliğine istinaden laptop bilgisayarların mobilitesinin çok daha kolaylaşması ve insanların elleri ve kolları olmaları…

Sanal alanlarda artık sanal ilişkiler kuruluyor. İnsanlar; kâh cep telefonlarının ekranının arkasına kâh bilgisayarların ekranlarının arkasına çekilerek, bir nevi maskelenerek, buradan “genelgeçer” ilişkilere ve sohbetlere kapı aralıyorlar.

Böylesi daha mı kolay? Maskeni tak, klavye kahramanlığına soyunarak, sosyal ağlarda, beğenmediğin, tasvip etmediğin olaylara ve gelişmelere kendince ahlâkî tepkini koy/göster, iletilerin altına yorumlar yaz; büyük büyük cümleler döşen, yazdığını gören de seni allame-i cihan zannetsin!

*  *  *

Pekâlâ, bu aşamaya nasıl gelindi? Değerli okuyucular, bu yazdıklarımın hiçbirinin altı boş değildir. Eğer, biraz zahmet gösterilip Google’da araştırma yapılırsa, bahsettiğim üzere yalnızlık ve yalnızlaşmanın ciddi bir biçimde arttığı ve ileride de sıkıntılara yol açacağını görebilirsiniz.

Tabii…

İnsanlar “sosyal bir varlık” olmalarından ötürü topluluk içinde, topluluğa karışarak yaşamak durumundadırlar. En azından, kendi hayatlarını “anlamlandırabilmek” ve hem bireysel hem de toplumsal katma değer sağlamak, kanımca bir gruba entegre olarak zuhur edebilir.

Kapitalizmin insan hak ve hürriyetlerini günümüzde pek öncelemediğinden ve sadece sermayenin arttırılması ve daha fazla kâr elde edilerek istifçiliğin özendirilmesinden ötürü…

Ve liberal kapitalist üretim sisteminde emekçi kitlelerin artık uzun saatlere varan çalışma düzenlerinde, otomatiğe binen çalışma davranışlarının sonucunda, aşırı yorgunluk ve iş yükünün artması ve daha birçok iş yaşamının çalışanları istihdama ve çalışma eylemine “yabancılaştıran” etmenleri…

Gerçekten de insanları belki öncelikle hayatın akışı içinde bir zorunlu tecrite zorluyor olabilir. Yoğun çalışma saatlerinden sonra, yine zahmetli bir ulaşım akabinde bitkin bir biçimde eve varılması, arta kalan kısıtlı zaman diliminde hem istirahat edilme zorunluluğu hem de kendine zaman tahsis etme…

Öte yandan modernleşmenin getirdiği koşullar ve toplumsal düzen gereği insanların, kalabalık kentlerde ağır çalışma şartları ve iş yükünün altında yaşam savaşımı vermeleri… Yine, medya denen devasa aygıt ve sosyal ağlardan insanların anbean tüketmeye davet edilmeleri… Tüketim ekonomisi ve tüketim toplumlarının gelip dayanacağı eşik…

Lamı cimi yok. Bencilleşmeyi ve egoizmi, yine akabinde de bireyciliği, yani “kamuculuğun” tersini açıktan da olsa zımnen de olsa insanların zihinlerine medya ve sosyal ağlar vasıtasıyla tüketimin ağa babaları ince ince nakşetmekte.

O zaman soru şu…

Bireycilik ve yalnızlaşma arasında acaba anlamlı bir korelasyon var mıdır?

Bireyciliğin beslediği yalnızlaşma ya da ekonomik toplumsal düzenlerin bir dayatması sonucundaki yalnızlaşma; her halükarda acaba gerçekten de ileride ciddi boyutlarda toplumsal kopuşlara rol açabilir mi?

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: Gözlemler Ve Notlar(V)

Araştırma şirketi IPSOS (Ipsos), “Dünyayı neler endişelendiriyor?” başlıklı bir araştırma yapmış. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 29 ülkede vatandaşlara görüşleri sorulmuş. 26 Ocak- 9 Şubat arasında yapılan anket kapsamında yaklaşık 25.000 katılımcıya çevrimiçi sistem üzerinden kaygıları, ülkelerindeki gidişata ilişkin görüşleri sorulmuş.

Türkiye’deki katılımcılara şu soru sorulmuş: “Sizce ülkede işler iyiye mi gidiyor yoksa yanlış istikamette mi yol alıyor?”

Bu soruya katılımcıların %73’ü “Yanlış istikamette yol alınıyor” cevabını vermiş.

Türkiye’de en çok kaygı duyulan konu %50’lik oranla enflasyon olmuş. Enflasyonu ikinci sırada %30’luk oranla yoksulluk ve sosyal adaletsizlik izlemiş. Ankete Türkiye’den katılanların %22’si suç ve şiddet oranlarından endişeli olduklarını söylerken, %22’si işsizlikten, %21’i mali ve siyasi yolsuzluktan kaygılandıklarını ifade etmişler.

HATAY’IN DÖRTYOL ilçesinde bulunan 100. Yıl ilkokulunda bir sınıf öğretmeninin dinî etkinlikler düzenlediği ortaya çıkmış. Söz konusu öğretmen, ilkokul 3. sınıf öğrencilerine Cuma duaları okutmuş ve salavat getirtmiş. Sınıf öğretmeninin derslerde öğrencilere “şeytan”, “zebani”, “cin” ve “kıyamet” gibi dinî kavramlardan bahsettiği iddia edilmiş. Yine gazete haberinden öğrendiğimize göre, tabii iddia olarak bunun araştırılması gerekir, sınıftaki öğrencilerden birinin öğretmeninin bahsettiği kavramlardan etkilenerek geceleri kâbus gördüğü.
(birgün gazetesi, 06.03.2024)

Artık gerçekten de Türkiye’de normalin dışında “anormalliklere” alışmaya başladık. Hep biz neyin düşünü kuruyoruz: Batı tipi demokrasi batı tipi yaşam standartları… Önce bizim ülkemizdeki anormallikleri düzeltmemiz gerekmiyor mu? Tuhaflıklar kumpanyası tertip edilseydi, tamda bu zamana denk gelirdi. 31 Mart tarihinde mahalli seçimler yapılacak ama kamuoyunun ve geniş halk kesimlerinin odaklanması genel seçim düzeyinde. Şuan insanların en büyük ruhsal sıkıntısı: Kaygı, endişe, stres, üzüntü, belirsizlik ve üzerine geleceğin belirsizliği…
Şimdi bu paylaştığım satırbaşı haber metinlerinden nasıl bir “çıkarım yapılması” gereğini sizlere bırakıyorum.

(. . . . . . . . .)

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: Gözlemler Ve Notlar(IV)

Gazetecilerin dediği gibi artık Türkiye’de belediyeler, genel siyaset alanına girerek, “sosyal devlet” ilkesinin bir mahalli izdüşümü olarak politikalar üretmeye ve hizmetler sunmaya başladılar.

Gerçekten de esasında bunda ne var denebilir? Tamam, belediye kurumları, sınırları dâhilinde vatandaşlara temel gereksinimleri çerçevesinde hizmetler versin; ama yapılan hizmetlerin türüne baktığınızda, merkezi yönetimin yapması gereken hizmetlerin belediyeler tarafından sağlanması, her nedense yurttaşlarda garipsemeye vesile olamıyor?

Türkiye’de insanlar artık başının çaresine bakmanın derdine düşmüş. Gerçekten de geçinmek, gününü sağsalim tamamlayabilmek, insanlar için bir maratonun tamamlanması gereken bir etabı gibi…

21.yy küreselleşme ve memleket reelpolitiğinde seçmen-vatandaşlarımızın tek gayesi temel ihtiyaçlarının tedarikine yönelik olunca, hükümet tarafından ortaya konan vizyonun içinin de boş olduğunu görüyorsunuz. Bir devlet sosyal ve iktisadî bakımdan müreffeh devlet olamadan ya da bu devletlerin mertebesine ulaşmadan, demek ki yüksek itibarlı hedef koyarak bunlar etrafından siyaset yapmanın anlamı olmuyor. Ülkenin büyük çoğunluğunun emekli maaşları ve asgari ücretler ile nasıl ayın veya günün ya da haftanın tastamam olacağına yönelik enerji harcadığı gerçeğini perdeleyerek veya görmezden gelerek, uzaya astronot göndermek veya milli ve yerli uçak yaptığımızın ilanını yapmak, geniş kitleler indinde yankı uyandıramıyor.

Maalesef uyandıramıyor… Neden? Çünkü… Ülkenin büyük çoğunluğu, memlekette üretilen ekonomik büyüklüğün çok az bir kısmını paylaşırken, ayrıcalıklı ve azınlık bir kesim ise pastanın büyükçe payını hamhum şorolop yutuyor. İnsanların büyük çoğunluğunun, MASLOW İHTİYAÇLAR PRAMİDİNİN en birinci basamağındaki gereksinimiyle, temel ihtiyaçlar, yani karın doyurmayla uğraşması, konan hedeflerin halk tarafından da ilgiyle ve bilgili bir biçimde takip edilmemesine neden olur/oluyor. Gerçekten de garip bir ülke olduk. TÜRKİYE YÜZYILI deniyor, muasırlaşma deniyor. Ama halkın büyük çoğunluğu yoksulluk ile mücadele ediyor.

***

Özellikle…

Anakent belediyeliklerinde yarış ve rekabet, gerçekten de pek adil yapılmıyor. Bazen gazetecileri de anlayamıyorum. Evet, muhalefet “şikâyet etme” makamı değildir. “Muhalefete muhalefet” etmek de neyin nesi? Öyle diyorlar. Tamam da elinizi vicdanınıza doğru düzgün koyarak ifade edin: Muhalefet partilerinin, SZC TV, HALK TV, KRT TV, NOW TV, bu mecralardan başka alternatif seslerini duyabilecekleri kitle yayını yapan yer var mı?

Mesela…

TRT…

Devlet organı iken, yani istisnasız tüm seçmen-yurttaşların vergileriyle ilave olarak finanse edilen kitle yayıncılığı yapması gereken TRT, sadece iktidarın propaganda kanalı olmuşken, sorunu burada aramadan sadece ve özellikle CHP’yi iş bilmemekle eleştirmek ya da CHP bugüne kadar ne yapmış demek, birazın üzerinde insafsızca oluyor.

Evet, CHP çok daha fazla şey yapmalı. CHP yapması gerekenden fazlasını yapmalı. Öte yandan muhalefet safında konumlanan köşe yazarlarının da “iktidara göbekten bağlı” köşe yazarları gibi, muhalefeti suçlamaları, muhalefetin pasif kaldığını iddia etmeleri, yıllarca benim de yaptığım tenkitlerin aynısıdır. Bence artık bu “kolaycı söylemden” vazgeçmek lâzımdır. Yıllarca Sayın Erdoğan ve AK Parti yöneticilerinin ve onların çevrelerindeki “çıkar gruplarının” iddiaları ne idi?

Cumhuriyet Halk Partisi halktan uzak, onlardan kopuk bir hayat sürmekte. CHP halkın içine giremiyor. CHP, Esmer Türkleri anlamıyor, varoşlardan uzak felan filan… Bu söylemleri senelerce ben de yazdım ve bulunduğum muhitlerde defalarca seslendirdim. Aslında, insanın şu ileri sürülen iddialar vesilesiyle daha ayık ve iradesine çıkması gerekir, yok efendim “Camilerimiz kapatılacak, başörtüsü yasakları geri gelecek, başörtüsünü başınızdan alacaklar, ikna odaları geri gelecek, Müslümanca yaşam tarzınız elinizden kayıp gidecek…” vd…

Esas böyle aslı astarı olmayan, olmayacak durumlardan ötürü, ülkemizin kurulmasında başat faktör olan CHP’nin çok daha fazla desteklenmesi ve olması gerektiğinden daha fazla seslerinin duyurulması elzem gelmektedir. Çünkü, sadece iktidarın korunması ve sahip olunan koltuk ve makamların devamı yönünde ikballerinin peşine ve derdine düşenlerin karşısında, kanımca, ancak cumhuriyet rejiminin kurulmasında öncü olan CHP ile yanyana durarak bir umut ve beklenti taze tutulabilir.

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: Gözlemler Ve Notlar(III)

Sanırım, bu sıralar en kolay söylem ve tutum…

Muhalefete “muhalefet etmek” tavrı…

Muhalefetle uğraşmanın nasıl bir faydası var bu ülkeye, mantıklı bir açıklamada yok. Cumhuriyet Halk Partisini diline dolamak kadar, kolay bir şey de yok. İnanın, senelerce ben de aynı hatayı yaptım, sürekli kusurlu ve hatalı olanın CHP olduğuna kani oldum. Evet, Cumhuriyet Halk Partisi senelerce doğru düzgün bir politika üretememenin sonucunda, siyaset kurumunu AK Parti’ye teslim etti. Tamam, daha fazlası yok. Demek istediğim, artık size de gına gelmedi mi? Sürekli muhalefet partilerini eleştiren yazılar okumak veya söylemleri dinlemek?

TÜRK-İŞ’e göre (2024 Şubat ayı araştırma sonuçlarına göre);

- 4 kişilik bir ailenin aylık “gıda harcaması” tutarı 16.257 TL.
- 4 kişilik bir ailenin “tüm temel harcaması” için bir haneye girmesi gereken toplam gelir tutarı 52.955 TL.

En düşük emekli memur aylığının 10.000 TL civarlarında olduğunu, cari asgari ücretin de 17.002 TL olduğunu düşünerek hesaba vurun…

Ve insafsızca tüm ekonomik olumsuzlukların hesabını da özellikle CHP’ye kesin.

Gerçekten de “akıl tutulması” yaşanır da bu kadar olmaz…

Gerçekten de “idrak problemlerine” düçar olunur da…

Bu kadar da olmaz/olunmaz!

Gerçekten de bazen ne yazmanın ne de konuşmanın bir katmadeğeri var veya karşılığı var…

Çünkü, bazı aklıeveller, sizin yazdıklarınızı ve öne sürdüğünüz düşünce/fikir/yargıların “gereksiz olduğunu-boş olduğunu-okunmaya değer bile olmadığını” fırsat bulduklarında dimağlarından dile getiriveriyorlar.

E buyurun o zaman siz yazın biz okuyalım;

Pardon hem siz çalın hem siz mırıldanın; e biz de fırsat bulursak dinleyelim.

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: CHP Ve Özgür Özel

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni Genel Başkanı acaba partiyi beklenen ve arzu edilen konuma getirebilecek mi? Ara sıra, tabii gündem hızlı değiştiğinden ve yine odaklanmaları gereken ana mesele yerel seçimler olduğundan, CHP Genel Başkanı Sayın Özgür Özel’in şuanki genel başkanlık profili ve ileride neler yapabileceği üzerinden değerlendirmeler yapılıyor.

Değerli okuyucular, Sayın Özgür Özel için bir şeyler demek, şuan ve ilerideki bir iki yıl çerçevesinde çok aceleci olur. Aynı şeyler Sayın Kemal Kılıçdaroğlu için de ifade edilmişti. Kılıçdaroğlu için de hem iktidar tarafından hem de muhalefet tarafından, Kılıçdaroğlu’nun partiyi toparlayamayacağı ve özlenen yerlere getiremeyeceği ikrar edilmişti. Bu bağlamda bakıldığında, Sayın Kılıçdaroğlu evet, beklenen ve arzulanan yerlere CHP’yi getiremedi; ama eskiye nazaran bazı değişim ve dönüşümleri de yaşama “kararlılıkla” geçirdi.

Aynı şey, Sayın Özgür Özel için de serdedilmekte. Beklemek ve neler yapabileceği hususunda sabırlı olmak durumundayız. Yani önümüzdeki yerel seçimler üzerinden bir “Genel Başkan Profili” tahlili yapmak ya da seçimlerden sonra başarılı/başarısız yargısında bulunmak, gerçekten de çok insafsızca olur. Şunu bir anlayalım, 31 Mayıs seçimleri yerel seçimlerden ibaret bir seçim olacak. Ama bakıyorsunuz, gerçekten de hem Genel Başkana hem de belediyeleri yönetmeye namzet kişilere olanca yükün ve sıkıntıların çözümünün sırtlanmasını havale etmek, inanın hiç mantıklı değil.

Değerli okuyucular, öncelikle mahalli seçimler ile genel seçimler farkını iyice ayırt etmek gerekiyor. Yaşanan mutsuzlukların ve problemlerin kökünden ya da kademeli olarak yaşamlarımızdan sökülüp atılacağı siyaset kurumu, yerel seçim performansının sergilendiği yer değil, genel seçim ve dolayısıyla merkezi yönetim yeridir. Bu bağlamda, pekâlâ stratejik ve taktik olarak siyasal erkin bir nebze de olsa alan hareketini yavaşlatmak veya zayıflatmak için belediye seçimlerinin başarıyla sonuçlanması, yani en azından büyükşehir belediyeliklerinin muhalefet tarafından kazanılması, kayda değerdir. Önemli olan, muhalefet partilerinin ama özellikle potansiyel olarak CHP’nin, şu %25-30 bandını geçecek atılım ve anlayış içinde olması gerekmektedir.

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: Gözlemler Ve Notlar(II)

Yerel seçimler için artık propaganda anlamında çalışmalar hızlanmaya başladı. Partiler tarafından yapılan açıklamalara bakıldığında, mitinglerin ve toplantıların hızlanacağı anlaşılıyor. Burada yine hamaset kokan açıklamalarla seçmen-yurttaş tavlanmaya çabalanacak. Şöyle son yıllarda baktığımızda Türk Siyasetinde öne çıkanın “hamaset” olduğunu ve toplumun gazının alınmaya yönelik olduğunu görürsünüz.

Mahalli seçimler belediye hizmetleriyle doğrudan ilgili ve bağlıyken, bir bakıyorsunuz siyasetçilerin hâllerine. Memleket konularının mahalli seçimlerde yurttaşların ilgisine sunulması, seçmenin “seçmen tavır ve tutumları” bağlamında gerçekten de donanımsız olması, politikacıların ağdalı bir dille insanlarımızın dikkatlerini dağıtmaları, memleketimizdeki demokrasi refleksleri açısından en büyük zaafımız. Geçmişte yaşadığımız birçok olay ve söylemlerin tekrarını bu seçim öncesinde de yaşayacak gibiyiz. Gerçekten de AK Parti iktidarının elinde büyük bir “güç” var. Bugün, kabul etseniz de etmeseniz de siyasal erk hem devlet gücünü hem de tekelleşen medya gücünü, iktidarının tahkimi adına, hani denizcilikte bir tabir vardır “tam yol ileri”, vallahi aynen böyle kullanmakta.

Daha önce de belirttim. Mahalli seçimler artık mahiyetinin dışında değer görmekte. Zaten bizim ülkemiz gerçekten de acayip bir ülke oldu. Hani nev-i şahsına münhasır bir ülke olduk. Hayata geçirdiğimiz yönetim şekli mesela “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, ne bileyim Türk Usulü bir yönetim biçimi diye lanse edildi. Zaten demokrasi standartlarımız ve olgunluğumuz da aynen bize has bir düzeyde. İşte bu bağlamda genel seçim atmosferi ile yerel seçim atmosferi de birbirinin içine girer oldu. Türkiye’de iktisadî durum ve koşullar o hâle getirildi ki, yurttaşlarımız, politikacılarımızdan olsun siyasal partilerden olsun, daha çok MAKRO BEKLENTİ ve vaatler talep etmekte. Eh siyasetçilerimiz de maşallah şartların bu minvalde uygunluğundan faydalanarak, yerel seçim iklimini genel seçim iklimine dönüştürüveriyorlar. Belediyeleri yönetmeye namzet yerel politikacılarımız âdeta ülkeyi devralacaklarmış gibi emeklimize şunları vereceğiz, öğrencilerimize şu hizmetleri sağlayacağızın derdine düşüyorlar.

Gerçekten de Türkiye, son seneler dikkate alındığında en dalgalanmalı dönemi yaşamakta ekonomik olarak. Az önce yukarıdaki satırlarda da ifade ettim, siyasî iktidar ve ona göbekten bağlı medya organları, hanehalklarının çektiği ve katlandığı ekonomik problemleri ya gerçekten hafife alıyorlar ya da sahip olunan iktidar koltuğunun korunabilmesi adına, yine bu sıralar unutuldu, Covid-19 sürecinde çok meşhurdu, post-truth “perdelemesiyle” yaşananlar çok başkaymış gözbağcılığıyla insanlara gördükleri tozpembeymiş gibi aksettirilmekte.

Neden? Özellikle muhalefet, yine özellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), seçime yönelik seçmenlerine daha çok ekonomik sorunlar ve bunların etkisinin hafifletilmesi meyanında vaatlerle gitmekte. Emeklilerin yaşadığı sıkıntı, öğrencilerin barınma, yeme-içme, yine ulaşım gibi olmaz ise olmaz gündelik rutinlerinin ve bunların maliyetlerinin karşılanacağı makam, yerel makamlar mıdır? Gerçekçi bakıldığında, bir belediyenin yapabilecekleri ile merkezi yönetim kadro ve bu kadroların sahip olduğu bütçelerin hayata geçirebileceği hizmet büyüklüğü ile kalitesi eşdeğer midir? Dediğim gibi esasında siyaset kurumu artık Türkiye’de yurttaşların gerçekliğinden kopmuş vaziyettedir. İşte bundan ötürü de hakikatler memleketimizde makyajlanarak, cilalanarak, bir bakıma olduğunun ötesinde bir kesitle kamuoyunun ilgisine ve bilgisine sunulmakta.

Artık şu bir gerçek… Türkiye’de AK Parti iktidarının vaat ettiği ve vizyon olarak sunduklarının “hakikatler” ile hiçbir bağlantısı yoktur. Öyle bir “Anlatı” dolaşıma sokuluyor ki, sanırsınız memleketimizde hiçbir iktisadî sıkıntı yok. Dayanakları da birkaç yıldır sarıldıkları tüketim ekonomisinin yansımaları. Açıp bakın Youtube gibi alternatif üretim yapılan yerlere, burada mikrofon uzatılan kişilere, eğer kişi ideolojik olarak AK Partili ise, zaten bu kişilere bir şeyleri anlatabilme ve izah etme şansınız yok. Hemen size, ekonominin “ne kadar iyi olduğunu” çevresindeki mekânlardan örnekler vererek ispatlamaya “çabalıyor”! İşte bakın diyor, dükkânlar, mağazalar, kafeteryalar nasıl da dolu… Tabii unuttukları “hakikat”, Türkiye’de insanların büyük çoğunluğunun asgari ücretle geçindiği. Ve yine asgari ücret uygulamasının da artık “olağan-doğal ücret” hâline geldiği. Şimdi düşünün bakalım, memleketin büyük çoğunluğunun 10 ila 12 saat arasında mesai harcadığını ve karşılığında da asgari ücretle geçinmek zorunda olduğunu. Aslında bu mekânları “kalburüstü” ile “kalantor” kişi ya da onların ailelerinden bir bireyinin doldurduğunu düşün(e)miyor veya araştır(a)mıyor veyahut tahmin edemiyor!

Devamı
Ne Mutlu Bize: Çok Çok Mutlu Ve Umutlu’ymuşuz(!)

TUİK…

Türkiye İstatistik Kurumu…

ÖSYM…

Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi...

Neden bu kurumları böyle sıraladım? Değerli okuyucular, cumhuriyet rejimi kurumlar ve kurallar üzerinden tesis edilmiş ve yine bu üstyapı teşkilatlarıyla cumhuriyet rejiminin ilelebet payidar kalması hedeflenmişti. Cumhuriyet rejimini diğer yönetim biçimlerinden ayıran husus, temelinin hukuk ve akıl ile sağlam bir harçla atılmış olmasıdır. Aslında demek istediğim, cumhuriyet rejimi ve onun kurumlarının temelini teşkil eden hukuk nizamında, keyfiyet olamaz, ben yaptım oldu anlayışına “müsaade edilemez”, olmasıdır.

Biliyorsunuz, eğer takip ediyorsanız, devlet kurumları epeyce bir zaman zarfında tenkit edilmekte(eleştirilmekte). Neden? Çünkü… Kamuoyuyla paylaştıkları verilerinin hem güvenilir olmadığı hem de artık tüzel kişilik olarak “kurumsallığının üzerine” gölge düştüğü meyanında.

TUİK, “Yaşam Memnuniyeti Araştırması, 2023” araştırmasının bulgularını kamuoyuyla paylaşmış. Araştırma sonuçlarına göre, mutlu olduğunu beyan eden 18 ve üzeri yaştaki bireylerin oranı 2022 yılında %49,7 iken, 2023 yılında 3,0 puan artarak %52,7 olmuş. Mutsuz olduğunu beyan eden bireylerin oranı ise 2022 yılında %15,9 iken, 2023 yılında 2,2 azalarak %13,7 olarak gerçekleşmiş.

Mutlu hissedip hissetmeme yaş gruplarına göre incelendiğinde, 18-24 yaş grubundaki bireylerin mutluluk oranı 2022 yılında %47,9 iken, 2023 yılında 6,1 puan artarak %54,0 olmuş. Mutluluk oranının 55 ve daha yukarı yaştaki bireylerde ise azaldığı gözlenmiş. Mutluluk oranı 55-64 yaş grubunda bir önceki yıla göre 2,8 puan azalarak, %49,7 olarak tahmin edilmiş. 65 ve daha yukarı yaştaki bireylerde ise 2022 yılında %57,7 iken, 2023 yılında 1,7 puan azalarak %56,0 olmuş.
Maşallah bakıyorum da hemen hemen herkes mutlu. Kendi geleceklerinden umutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı, 2023 yılında %67,1 olmuş. Erkeklerin geleceklerinden umutlu olma oranı %67,2 iken, kadınlarınki ise %67,1 olarak tezahür etmiş.
Ayrıntılı bilgiye ve istatistiklere ilgili bültenden ulaşmak mümkün.

 

Dediğim gibi maşallah memleketimizin insanları epeyce memnun hayatlarından; baksanıza mutluluk ve geleceğinden umutlu olma bekleyişleri yarının üzerlerinde seyretmekte. Tabii buradan şöyle bir yorum da çıkarmayalım: İnsanlarımızın mutluluğundan veya geleceklerinden umutlu olmasından rahatsız mı oldun? Kesinlikle böyle bir şey düşünülemez bile. Ama insan, yazımın başında dediğim gibi devlet kurumlarının tüzel kişiliklerinden ve kurumsallaşmasından şüphe duymaya başlayınca, durup nefes almak mecburiyetinde hissediyor. Gerçekten de bazen afallıyorum. Yahu biz, “benzeşmeyenler”, “birörnek olmak istemeyenler”, ne olursa olsun “iyi” ve “doğruyu” karşıtlıkları nezdinde öne çıkarmaktan arka durmayanlar, kötülük ve yalan-dolanın, kanımca, bu zamanki kadar ayyuka çıkmadığı bir zaman kesitinde HAKK’TAN yana olanlar…

Nerede yaşıyoruz? Bir ressam düşünün; hayalinde ve tasavvur ettiği gizemli düş bahçelerinde beslediği ve büyüttüğü imgeler yardımıyla çoğunlukla gerçekten saparak bir “ideanın” resmini, tualine boyalar vasıtasıyla nakşetmeye çabalar. Ama bakıyoruz ki zamanının muktedirleri öyle bir resmetme derdindeler ki, hepimiz neredeyse “üç maymunu” oynayalım! Öyleyse o zaman herkes kendi gördüğü bakış açısıyla mutluluğun tablosunu resmetsin… Zaten, hakikatlerden koparak düş bahçelerinde dolanmak, kanımca daha az acıya neden olmakta.

Devamı
2024 Yerel Seçimlerine Doğru: Gözlemler Ve Notlar(I)

Mahalli seçim(ler), genel seçimlere göre ehemmiyeti görece daha düşük seviyede olur, olması gerekir diye düşünüyorum. Yalnız, Türkiye’de siyaset kurumunun ve aktörlerinin bağımsız olamaması veya demokrasiyle idare edildiğini savlayan ülkelerde olduğu gibi tam bağımsız olamaması yüzünden, bizler Türk ulusu olarak siyaset kurumunun vatandaşlarına daha refah ve huzurlu bir ortamda yaşam sunmasını saf bir biçimde beklerken… Bakıyorsunuz, siyasî partiler ve onların liderleri veya genel başkanları, daha çok kendi dar çıkarlarının peşine düştüklerinden asli vazifelerini unutuyorlar ya da bu meselelerle uğraşmaya pek gönülleri razı olmuyor.

Bakıyorsunuz… Alternatif yayın/yayım yapan mecralardan vatandaşların veryansınları yükselmekte. Hâlbuki bizler geçtiğimiz mayıs ayında, genel seçim tecrübesini geride bırakmıştık. Burada yapılacak tercihler ve seçmen davranışlarıyla, belki başka bir dünyanın( hayat sürme imkânının) kapısı aralanabilirdi. Evet, Türkiye gerçekten de tarihsel olarak bakıldığında yıkımı ve şiddeti büyük bir deprem acısına gark olmuş, zaten 2 yıldan uzunca bir sürede Covid-19 salgınının neden olduğu bir sağlık sorunundan ve ekonomik tahribattan ötürü geniş halk yığınları iyice demoralize olmuş, yeni bir arayış ve beklenti içinde demokratik olgunluk göstererek, sandık başlarına gitmişti. Ama yine de değişmeyen tek şey değişim mottosunun farklı bir versiyonunu, yani AK Parti’den vazgeçmeme minvalinde bir irade beyanında bulunarak, memleketin yönetimini AK Parti’ye teslim etmişti.

Bu açıdan bakıldığında, yerel seçim yarışında belediye başkan aday adaylarının âdeta ülkeyi yönetmeye talip olmuş politikacı edasıyla vaatlerle ve projelerle vatandaşların akıllarını çelmeye yönelik canhıraş gayretleri, insanı hayrete düşürmekte. Bugün, muhalefet cenahında bulunan partiler anlaşılıyor ki, bağımsız hareket edecekler. Bu durum da, büyükşehirlerde belediye seçimlerinin öyle pek kolayca kotarılamayacağı işaretlerini vermekte. Yine bakıyorsunuz, özellikle muhalefet safında bulunan siyasî partiler, kendi küçük dar çevrelerinde küçük hesapların ardına takılarak, seçmen vatandaşların beklentilerini sukutuhayale dönüştürmekte.

***

Tabii ki siyasî partiler hürdürler. Kendi parti programları çerçevesinde yine kendilerini konumlandırdıkları “ideolojik eksen ve mahalle” minvalinde seçimlere bağımsız girerek, başarı elde etmek isteyeceklerdir. Bunda zaten bir tuhaflık yok. Burada sıkıntı, siyaset yapmaya ya da üretmeye meyleden partilerin, gerçekten de bir ilkeden yoksunluğudur. Son tahlilde televizyon haber bültenlerin de olsun tartışma programlarında olsun, yazılı ve dijital gazetelerde olsun görüyoruz ki, partilerin ittifaklıktan küçük hesaplar adına vazgeçtikleridir. Değerli okuyucular, Türk insanını/seçmenini çokça hafifsemeyin. Türk Demokrasi kültürü ve geçmişi, ne olursa olsun bölgemizdeki pek çok Ortadoğu ülkelerinden daha olgun ve kurumsaldır.

Demokratik refleksler önemlidir. Demokratik olgunluk öyle hemencecik bir gecede veya günde toplumumuzun ne dimağına ne de iradesine nakşedilmiştir. Bunca yaşanan deneyimler sonucunda, Türk Milleti “milli irade ve egemenliğin” dünya ölçeğinde yönetim/yönetme babında ne kadar hassasiyetle ve ehemmiyetle ele alınması gerektiğini, bahsettiğim üzere acı deneyimler sonucunda öğrenmiş ve bunu unutmamaya çabalamıştır. Gerçekten de tarihî bilgiler, olgular, olaylar, belgeler, hatıratlar; muhatabı ülkenin yurttaşları bir kere daha aynı hadiselerle denenmesin diye, etraflıca bilinmeli ve şuurlardan birân bile çıkarılmamalıdır.

Yazımın başında da ifade ettiğim gibi yerel (mahalli) seçimler, sadece bir kentin hizmetini ifa edecek başkan ve kadrolarının seçimidir. O yüzden bu seçimlerde çokça partizanca davranmadan ve ideolojik bağnazlığın tutsağı olmadan, yaşadığın memleketin(kentin) eko-sistemini, insanını, kültürünü, geçmişini en iyi bilen ve bu değerler üzerinden kentin şahlanışını sağlayacak bir aday üzerinden “rasyonel karar” süreç ve adımı içinde olmak, aslında “olması gereken bir şey” iken…
Son senelerde aşırı kutuplaşmanın ve saflaşmanın esiri ve tutsağı olmuş necip milletimiz, sorgulama ve akletmek yetisini de unutarak tarafgirce ve taraftarca müdahil olduğu siyaset kurumunun ve atmosferinin yönlendirmesi nokta-i nazarında, birazda olan-bitenin mahiyetini göz önünde tutmadan, yeri geldiğince fevrice yeri geldiğinde otomatikman sandık davranışını gerçekleştirmekte. İşte burada önemli olan KEŞKE dememek için, kılı kırk yarmak şiarını zihninin içinden çıkarmamaktır. Çünkü, akılsızca yapılan hareketlerin sonucundaki keşkelerin hiçbir şey hükmünde olduğunu öğrenmek için, daha ne kadar aynı yollardan ve deneyimlerden geçeceğiz?    

 

Devamı
Özgürlükçü Laiklik

Yine en başa döndük. Bakıyorum da son günlerde aynı konu dillendirilmeye devam ediliyor.

Evet, konumuz aynı, yıllardır değişmeyen endişemiz:

“Türkiye’ye şeriat gelir mi?”

“Laik, demokratik hukuk Türkiye’si ciddi bir tehlike altında…”

Biraz ciddiyetle üzerinde durmamız gerekiyor. Bu tür söylentiler veya endişelerin toplumun bir kısmında zuhur etmiş olması ve bunun daha da artmasına yol açacak yeni yeni uygulamaların veya belli bir yerde, özellikle de “kamualanı” diye tanımlanan mahallerde rejimimizin ayarlarını bozacak ve halkın huzurunu ve güvenlik algısını tehdit edecek şeylerin vukuu, öyle bir ânda aman bir şey olmaz diyerek geçiştirilemez. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 21.yy dizgesinde bu tipteki gelişme veya tehdit algılamalarını bırakın tartışmayı aman bile verme lüksü yoktur. İşte bunun için bizim gibi ulus-üniter devletleri yıkmak maksadıyla yaşama geçirilen SİYASAL İSLAM gibi hiçbir biçimde bir memlekete faydası olmayacak emperyalist yıkıcı-bölücü projelerin panzehri herhâlükârda laiklik ve demokratik hukuk devleti prensipleridir.  

Bir daha soralım: Türkiye’ye şeriat gelir mi? Yanisi… İran, ülkemize kendi uyguladığı din merkezli rejimini ihraç eder mi? Veya… Ülkemizdeki siyasetçilerin, gerçekten de böyle bir dertleri var mı?

Şöyle bir baktığımızda… Sosyal dokumuz buna- din devletine- müsait midir? Yine, acaba, toplumumuzda bu yönde bir beklenti ya da arzu var mıdır? Yekten söyleyelim: Yirmi birinci yüzyıl reelpolitiğinde laik, demokratik, hukuk devletimizi, şeriat devletine dönüştürmek demek, Cumhuriyet Türkiye’sini rejimimizin ilan edildiği tarihin gerisine götürmek demektir. Öte yandan… Bir başka tartışma hususu laiklik üzerinden sürdürülmekte. Gerçekten de bazen anlayamıyorum, neden hem laik düzenimizle hem de Atatürk Devrimleriyle bu raddede uğraşılır, akıl erdirilecek bir husus değil.

***

Zaten… Gerici zihniyette olanların, Yeni Osmanlı hayalleri kuranların, Ticanilerin, dertleri ya laik düzenle ya da Atatürk Devrimleri ile…

İşte o yüzden de “Türk Devriminden” hoşlanmıyorlar.

Tamam, eskiden laiklik sert bir biçimde uygulanmıştı. Geçmişte yaşanmış bazı üzücü hadiseler üzerinden bugün “laiklik ilkesi” eleştirilmekte. Tabii ki bizim uyguladığımız yöntem “jakoben laiklik” idi. Toplumu terbiye etmeye yönelik bir uygulamaydı. 3 Kasım 2002 öncesinde, askerî vesayetin ve yargı vesayetinin siyaset ve toplum üzerinde tüm haşmetiyle tesirli olduğu dönemlerde, kabul ediyorum ki laiklik diyerek mütedeyyin kesimlerin kalpleri kırıldı.

Yeri geldi hiç hak etmedikleri muamelelere maruz kaldılar. Laiklik üzerinden esasında bir bakıma “sosyal mühendislik ve siyasal mühendislik” uygulandı. Muhafazakâr insanlar bu dönemlerde, özellikle de 28 Şubat ve sonrası dönemlerde çok fazla haksızlığa uğradılar. Aslında çok fazla geriye gitmek de istemiyorum. Muhafazakâr kesimin başörtülü anneleri/eşleri, zamanında laiklik gerekçesiyle “kamualanı” addedilen mekânlara sokulmadılar. Gerçekten de vicdanı ve kalbi olanlar için o dönemler ve uygulamalar üzüntü vericiydi. Neyse, artık önümüze ve geleceğe bakmak ve odaklanmak durumundayız.

Neden laiklik önemli? Neden laiklik fonksiyonu üzerinde duruyoruz? Evet, jakoben laiklik yüzünden bu toplum bir ara yaşamaktan bezdirildi! Ama, ne olursa olsun geçmişin cuntacı ve vesayetçi zihniyetlerinin, akıllarınca ülkemizi koruma içgüdüsüyle toplumumuzun bir kesimine karşı dayattığı laiklik, bizim gerçek anlamda savunmamız gereken “özgürlükçü laikliği” göz ardı ettirmemelidir!

Özgürlükçü laiklik…

Eğer laikliği daha “özgürlükçü” bir biçimde değerlendirir ve tatbik edersek, toplumumuzda din konusu üzerinde hassas olan kitlelerin endişeleri bizatihi giderilmiş olur.

Özgürlükçü laiklik, kişilerin din ve vicdan özgürlüğünü koruma ve güvence altına alırken, dinî vecibelerini gönül rahatlığıyla ifa etmelerinin de yoludur.

***

Gerçekten de…

Yıllardır ülkemizde laiklik, yanlış uygulamalar ve içselleştirmelerden ötürü negatif bir algıya sahip oldu. Hiç de hak etmediği değerlendirmelere maruz kaldı.

Şunu artık herkes kabul etsin…

Laiklik, dinsizlik değildir. Evet, doğru, biz Müslüman bir ülkeyiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, neredeyse büyük çoğunluğu Müslüman bireylerden oluşmuş bir toplum. İslamiyet bizlerin yaşamının odağında. Yıllardır bizler, İslam inancı ve terbiyesiyle yetişmiş, yine bizden sonraki kuşakları da İslamî değerlerle yetiştirerek, kuşaklar arası birikimi devam ettireceğiz. Bu değerler bizim bir parçamız ise de kimsenin yadsıyamayacağı gerçek, bizim laik bir ülke olduğumuzdur da. Laiklik, dediğim gibi küfür değildir. Laiklik, bizlerin bir toplumun bileşenleri olarak, barış ve esenlik içinde yaşamamızın yöntemidir.

Neden laiklik? Neden özgürlükçü laiklik? Din ve siyasetin birbirinin içine geçmemesi için. Dinin, siyaseti “tahakküm” altına almaması için. Yine siyasetin de, dini baskı altına almaması için. İşte görüyoruz. Bir ülke doğru düzgün, din ile dünya işleri arasına kalın ve kesin çizgiler çekmeyince, neler oluyor? Politikacılar ya da sözde din önderleri, sırf kendi ikbal ve çıkarları adına, dinimizin mukaddes değerlerini, hedefleri uğruna alet etmiyorlar mı?

Genel olarak toparlayacak olursak… Rejimimizi değiştirmek de laikliği “itibarsızlaştırmak” da… Ülkemizin mahvına neden olacaktır. Bilmiyorum ama artık bu yersiz tartışmalar bitmeli; yine ellerinde güç ve kudret barındıranlar; gerçek dünyaya, gerçek gündem konularına dönmek zorundadırlar.

Türkiye’mizin çok fazla opsiyonu yok. Ya özgürlükçü laik ve cumhuriyet düzenimizle ilerleyeceğiz, kalkınacağız, ekonomik olarak büyüyeceğiz; veya dediğim gibi 29 Ekim 1923 öncesine dönerek, emperyalist ülkelerin oyuncağı olacağız.

Seçim bizlerin:

Daha demokratik cumhuriyet…

Daha özgürlükçü laiklik…

 

Devamı
Ne Yollar Yürünerek Ne De Boş Tencereyle Siyasette Değişim Sağlanabilir!

Yıllardır söylenegelen bir şey:
“Boş tencere iktidarı götürür…” diye.

Maalesef bu yargı, gerçekten de siyasetin daha yarışmacı ve eşit şartlarda yapıldığı ve demokratik sistemin “tam mânâsıyla” yürürlükte olduğu ülkelerde geçerlidir.

Türkiye’de bizler daha uzun yıllar “Batı tipi demokrasi düzeninin” memleketimizde de varolmasını bekleyeceğiz gibi.

Türkiye’de artık tek konu veya mesele… Ekonomi.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Resmi Kurumları, kendi veri tabanlarına göre farklı istatistikî rakamlar/bilgilendirici açıklamalar, veya medyaya-kamuoyuna yönelik yine bilgi akışına yönelik raporlar; aylık, haftalık bültenler yayımlıyorlar.

TUİK-Türkiye İstatistik Kurumu
TCMB-Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
Oda Birlikleri
Tarafsız Araştırma Kuruluşları

Ama her nedense bu yapılan yayımlarda/açıklamalarda, birbirlerine yakınlık yok denecek kadar az!

Yani, bir kurumun yaptığı açıklama veya paylaşımla bir başka tarafsız kuruluşun bulguları ve bunun kamuoyuyla paylaşımı sonucunda ortaya çıkan rakamlar arasında neredeyse uçurum kadar fark var.

ENFLASYON… 3 Kasım 2002 yılından önce Türkiye’de yurdum insanının en büyük korkusu, karabasan hâline dönen, insanların buhrandan buhrana gark olduğu en önemli stres kaynağı enflasyon ve enflasyonist ortamdan kaynaklanan geçim zorluğu idi. Yükselen fiyatlar. Fiyatlar Genel Düzeyinin sürekli olarak ücretli ve maaşlı (ama dar gelirli yurttaşların) aleyhine ânbeân yükseliş izlemesi.

Ekonomideki kara tablo insanların hem moral-motivasyon ruhihâliyetini hem de parasal eylemlerini menfi olarak etkilemekte.

Fiyatlamada artık neredeyse “ânlık” bir süreç yaşanmakta.

***

Devlet, normal olarak ekonomik piyasaları denetleyici ve düzenleyici misyonuyla orantılı olarak yasaların kendine verdiği imkân ve araçlarla kâh müdahale ederek kâh bizzat rol alarak piyasa aktörlerinin; üretici tüketici dengesini tesis eder.

Devlet, bütçe tesisine paralel olarak Gelir-Gider dengesini sağlayacak şekilde harcama ve gelir elde etme kalemlerine istinaden toplumun gereksinim duyduğu hizmetleri ve diğer yaşamsal ihtiyaçları, sahip olduğu bütçe veçhesinde sunar. Türkiye’de şuan devlet için en büyük gelir kalemi VERGİDİR.

Şimdi bakıyoruz…

Toplumun yaklaşan mahalli seçimlerle pek ilgisi yok gibi. Değerli okuyucular, memleket ahalisinin nasıl derdi seçim olsun ki? Her şeyden önce, devlet aygıtının yürütme makamında bulunan siyasal erkin, yaşanan ekonomik sıkıntılardan ötürü toplumun katlandığı sıkıntıları hafifletmek adına kamu maliyesi politikalarına yönelmesi gerekmez mi? Ben ekonomist değilim ama okuduklarımdan edindiğim kadarıyla böyle netameli dönemlerde halkın çektiği ve katlandığı sıkıntı ve sorun sarmalı, kanımca, kamu maliyesinin politika araçlarıyla bir nebze de olsa hafifletilebilir.

Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek, işbaşına geldiğinde kamu kurumlarında “tasarrufa gidilmesi” gerektiği ve artık rasyonel politikalarla ekonominin düzenleneceği yönünde umut verici açıklamalarda bulunmuştu. Ama gelin görün ki geçenlerde haber bültenlerinde ekonomi uzmanlarının (ekonomistlerin) ifade ettiklerine göre, Sayın Şimşek’in tasarruf tedbirlerine rağmen kamu kurumlarının “kamu harcamalarından” taviz vermeden yüksek meblağlardan devam ettikleri idi.

Yine anlaşılan…

Son toplantılar sonrasında… Ekonominin yükselen ateşinin düşürülmesi adına “sıkı para politikaları” uygulanacak gibi. Yani yine olan biten kabağın patlayacağı kesim…

Emekçiler, emekliler, dar gelirler veya hiçbir kazancı olamayanlar.

Yoksulluk… İşsizlik… İstihdam… Bugün, işsizlik büyük bir yara ama işgücü piyasalarında nepotizm ve liyakatsizlik ya da işe uygun personelin seçilmemesi daha çok parti kanallarının devreye sokulması, işsizlik gibi bizatihi istihdamın kendisinin de soruna kaynaklık etmesine vesile oluyor. İşte bu durumlar da, üçlü sacayağını besledikçe besliyor:

Yoksulluk, işsizlik ile eşit ve adil olmayan istihdam tipleri.  

Devamı
İslam Dininin Siyasallaştırılması İle Şeriat Ve Hilafet Özlemleri

21.yüzyılda medenî dünyadan uzaklaşmak veya medenî dünyayla olan ilişkilerimizde ülkemize olan bakış açılarını negatife döndürecek ya da bakış açılarını yeniden düzenlemelerine aracılık edecek düşünceler ve açıklamalar içinde olmak…

Türkiye…

Dünya içinde bir yeryüzü parçası olan Anadolu coğrafyasında seküler veya dünyevî değerlerle kurulmuş bir devlettir.

Şimdi, burada, Türkiye’nin hem “anayasal” hem de “yasal” altyapısını ve üstyapısını hercümerç(karmakarışık) etmek, ortaya çıkacak kargaşa ve kaos ortamında daha da alevlenmesi olası ekonomik tablodan ve sosyolojik görünümden, sizce, kimler yararlanır veya böyle bir şeyin oluşması adına ellerini ovuşturarak kimler beklenti içindedir?

Kimi zaman, insanlar, içinde bulundukları dönem ve zamana aykırı düşecek, yani anakronik umut ve hayaller içinde olarak akıllarından geçeni ikrara yöneldiklerinde, acaba nasıl bir tepki ve sonuçla karşılaşacaklarını ümit ediyorlar?

Değerli okuyucular,

Dönemimiz, demokrasinin ve insan hak ve hürriyetlerinin öncüllendiği, seküler hukuk düzeninin, birey(vatandaş)- birey, vatandaş-toplum ve nihayetinde vatandaş-devlet ilişki ve yükümlülük, borç, ödev, vb edimlerini tertipleyerek herhangi bir kargaşaya mahal vermeyecek düzeyde geçerli olduğu bilgi toplumlarının, teknolojik gelişme ve değişmeyle atbaşı gittiği bir post-modern toplum sonrası çağıdır.

Bir bakıyorsunuz…

HİLAFET İSTEMLERİ…

Bir bakıyorsunuz laf aralarında, gizliden gizliye…

ŞERİAT HAYALLERİ VE TALEBİ.

Nasıl ki devletlerin kuruluş ve teşkilatlanmaları bağlamında kırmızıçizgileri vardır…

Anayasası… Tarihteki yerini tartışma götürmeyecek biçimde almış kurucu liderleri… Toplumun manevi ve moral değerleri...

ŞERİAT söylemleri siyasî meydanlarda yeniden ve yine ama bıkmadan usanmadan dillendirilir oldu.

SİYASAL İSLAM…

Modern ulus-devletlerin devlet yapısını ve toplumsal düzenini yıkmak için emperyalizm tarafından kurgulanan, teorik ve entelektüel altyapısı yine emperyalist egemen devletlerce doldurulan, dinî değerle yakından uzaktan ilgisi olmayan, toplumların konvansiyonal olmayan yöntemlerle “zapturapt altına alınması” faaliyetlerinin bir parçasıdır.

Bugün, “Siyasal İslam” olarak kendilerini hem toplum içinde hem de siyaset kurumu içinde kabul gördüren hareketlerin veya politik oluşumların derdi veya hedefleri hiç öyle “ulvi” değil, tamamen dünya ölçeğinde kişisel hırs ve ikbal tabanlıdır. Nasıl ki, dindar insanlar ile “dinci-din bezirgânları insanlar” terazi kefelerinde değerlendirilemez. Kendilerini “Siyasal İslamcılık” ile ifade etmeye çalışanların da derdi zaten “İslam Dini” değil, İslam dini üzerinden siyaset üretme ve politikada hedeflenen dünyevî amaçlara ulaşmaktır.

SİYASAL İSLAM ideolojisi, hiçbir zaman ve biçimde din saikiyle ortaya çıkarak insanların gönüllerine su serpme derdinde olmamıştır. İslamcı gruplar, öncelikle anti-komünizm şiarıyla varlıklarını ispata yönelmiş, toplum içinde yer edinmeye çabalamışlar sonrasında ise yaşadıkları toprağın devletiyle mücadeleye girerek, devletin anayasal dayanağını yerle yeksan ederek, sözde “şeriat düzenini” getireceklerini ama özde ise tamamen dünyevi hırs ve ikbal ve yine insanın nefsine içkin zaafların peşindedir.

SİYASAL İSLAM öğretisi/ideolojisi, adını nasıl tanımlarsak tanımlayalım; bunun İslam ile ilgisi yokken Siyasetle epeyce bir ilgisi olmuş ve olmaya devam etmektedir. Değerli Toktamış ATEŞ hocamız da, bugün gazetesinde yazdığı köşe yazılarında, şeriat isteminin ne kadar yersiz olduğunu, bu talepte olanların Türkiye ölçeğinde bakıldığında %1-2 düzeyini geçemeyeceğini ifade etmesine rağmen… Bugün, her türlü alanda gelişme ve değişimin göz açıp kapayıncaya kadar bir hızda dönüştüğü gerçekliğinde, Türkiye’nin yoğunlaşması gereken mesele bu mu?

Diyanet İşleri Başkanlığı’mız yerinde… Camilerimiz yerinde, Allahaşükür ezanlarımız salalarımız okunmakta… İsteyenin din bilgisi konusunda derinleşmesine engel olacak bir yasa veya uygulama da yok.

O zaman niye bu kavramlar üzerinden siyaset mühendisliği veya toplumsal mühendislik yapıyoruz?  

Devamı
Hep Ham Umut Ham Umut Orada Sukutuhayal!

Türkiye’ye has bir özellik...

31 Mart tarihinde yerel seçim yapılacak; tabii ki eğer bir aksilik çıkmaz ise...

Mayıs ayları içinde genel seçimi-cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerini- yaptık ve artık bu seçimler arkada kaldı.

Evet, ekonomik panorama hiç iyi değil. Enflasyonist ortam, artık iyiden iyiye ülke üzerinde “karabulut” misali süreklilik arz eder duruma geldi. Pahalılık sözcük ve cümlelerinin eksik olmadığı gün veya mekân yok denecek kadar az.

Hanehalklarının bütçeleri bir türlü denk düşmüyor. Sanırım, devlet(siyasî irade=hükümet) bile “denk bütçe” tesis etmekte zorlanmakta iken, yurdum yurttaşlarının bütçede gedik oluşturmadan ayın sonunu görmeleri ancak “hülya misali”!

Aslında, eğitimden tutun da demokrasi reflekslerine, hak ve hukuk arayışlarından, gelecek beklentisi içinde olma ya da geleceğe dair hayal kurma, güvenli ve huzurlu bir ortamda yaşam sürmeye değin onca başlık…

Tamam da bunun şikâyet edileceği yer veya platform mahalli seçimler midir? Mahalli Seçimler/Yerel Seçimler, adı üzerinden hareketle belirli ve dar bir lokasyonda; büyükşehir ve kent ise burada, ilçelerde ise yine buralarda o yöre halkının temel ve günlük yaşam gereksinim ve ihtiyaçlarının giderilmesi ve çözümlenmesi veçhesinde görev ifa edecek kişi ve kadroların belirlenmesi seçimi iken…

Bu seçime çok büyük anlam(lar) yüklemek ve bunu bir beklenti hâlinde toplumsal algının yönetilmesi meyanında eşgüdüme sevk etmek, ancak bizim ülkemizdeki muhalefet cenahının yapabileceği bir şeydir.

Genel seçimlere daha en az beş sene var. Türkiye’nin cari dönemde yaşanan sıkıntılardan ötürü, mutsuzluğa ve yılgınlığa ve hatta karamsarlığa gark olmasının bir diğer sorumlusu, genel seçimlerde üzerlerine düşen vazifeyi lâyık-ı veçhile ifa edemeyen muhalefet partileri ama özellikle CHP’dir.   

Devamı
Çok Çalışıyoruz Orası Kesin! Biz İşkolik Miyiz?

Şurası bir gerçek… Dünya ölçeğinde baktığımızda, haftalık olarak en fazla süreyle çalışılan ülkenin Türkiye olduğu “su götürmez bir gerçeklik.”

Yanlış bilmiyorsam, iş kanuna göre Türkiye’de haftalık çalışma süresi 45 saat.

Daha önce bu hususta yazdım… Çok çalışıyoruz da “işkolik” miyiz, onu sizin değerlendirmenize bırakıyorum.

Acaba maksat çok mu çalışmak? Yoksa yeterince ve VERİMLİ bir düzende işini bihakkın yerine mi getirmek? Televizyonda haber bültenlerinde izliyorsunuz, sürekli aynı name tekrarlanıyor: işletmeler, küçük esnaf çalıştıracak eleman/personel bulamıyor diye…

Tamam da, “kurumsal işletmeleri-firmaları” dışarıda bıraktığınızda, çoğu işyerinde çalışma süreleri neredeyse 10-12 saat çerçevesinde… Üzerine bir de işçi/işgören istihdam etmenin maliyetleri artınca, işyerlerinin çoğunluğu vardiya usulünde bile kısıtlamaya giderek, iki vardiya üzerinden mümkünse 12 saat çalışma düzeninde faaliyetlerinin devamına yöneliyorlar.

Böyle bir sistemde insanlara seçme şansı bırakmıyorsunuz. Düşünsenize, bir insan çalışma hayatının dışında aynı zamanda sosyal yaşamın gereği olarak farklı rollerde ve statülerde varlığını sürdürmek mecburiyetinde. Çalışma yaşamı içinde saatlerce çalışan bir makine operatörü, iş dışında fabrika/atölye dışında eğer bir ailesi ve çevresi varsa farklı rollere ve statülere sahip.

Gerçekten de bugün itibariyle özel sektörde kanımca “haddinden fazla çalışma süreleri” olduğu gibi, yine artan işgücü maliyetlerinden dolayı, daha az kişinin istihdamıyla daha çok iş üretme derdinden ötürü, mevcuttaki insan kaynağı daha ağır iş yükünün altında “ezilmekte”.

Ne yapmalı?

İnsanlar vadeli bir ömür içinde sürekli çalışmak mecburiyetinde mi bırakılmalı? Çalışan insanların da bir “özel hayatının” olduğu hatırlardan çıkarılmaması durumunda, emekçi insanların da boş zaman aktivitesine sahip olmaları gerektiği açık yüreklilikle görülecektir.

***

YOUTHALL, “çalışma süreleri ve modeli” adlı bir araştırma yapmış. Online olarak yapılan araştırmaya 241 şirket ve 1130 genç katılmış. Araştırmada, Türkiye'de gençlerin haftada 4 gün çalışmak istediği bulgusu ortaya çıkmış. Gençlerin büyük bir kısmı günde 6 saat çalışmaya olumlu bakarken, şirketlerin çoğunluğu çalışma saatlerinin azaltılmasına yeşil ışık yakmış. Günümüzde gençlerin dörtte üçünün 5 gün çalıştığının belirtildiği araştırmada; çalışan gençlerin yüzde 88.9'u haftada 4 gün çalışmak isterim derken, günde 6 saatlik çalışmaya olumlu bakanların oranı ise yüzde 83 olmuş. Kadınlar arasında bu oran yüzde 87 ile ortalamanın üzerinde bir seviyede kalmış.

Araştırmaya katılan genç çalışanların yüzde 12,1'i 7 saat, yüzde 57'si 8 saat ve yüzde 30,7'si 9 saat ve üzerinde çalıştığını belirtmiş. Gençlerin yüzde 33,2'si, bir başka ifadeyle her 3 gençten 1'i mesai süresinin aşıldığını ifade ederken, bunların yaklaşık yüzde 25'i ise mesai aşımının haftada 10 saat ve üzerinde gerçekleştiğini aktarmış. “Fazla mesai ücreti alıyor musunuz?”, sorusuna ise mesai yapanların yüzde 80,2'si herhangi bir ek ücret almadıkları yönünde cevap vermiş. Mevcutta çalışan gençlerin yüzde 54'ü çalışma hayatından mutlu olduğunu ifade erken, yüzde 46'sı kendisini mutsuz hissettiğini söylemiş. 25 yaş üzerindeki çalışanların kendilerinden genç olanlara kıyasla daha mutsuz çalıştıkları yüzde 51 oranıyla ortaya konmuş.(1)

 

Vallahi rakamlar/sayılar ortada. Hani bazen deriz ya, matematik, sayıların dili “yalan” söylemez diye. Eğer tabii siz rakamlara “takla attırmaz iseniz” rakamlara güvenmek lâzım gelir.

Tekrar etmeye gerek yok. Her şeyden önce çok çalışıyoruz ama hem az istirahat vaktimiz var hem de ele geçen ücret/kazanç ülkenin yaşam şartları göz önüne alınınca, “insanca yaşam sürmeye” yeter mi yetmez mi, ben polemiğe girmek istemiyorum. Zaten sürekli değişen ve dönüşen iş dünyasının hızına yetişemiyorsunuz ve buna istinaden çalışma yaşamının bu döngüden etkilenmemesi dahi düşünülemez. Kendi adıma söylersem, teknolojiden “çok haz” ettiğimi ifade edemem. Zaten inanın, hayata geçen yenilikleri ve teknolojik bazlı değişmeleri takip edebilmeniz “ân itibariyle” çok da mümkün olamıyor, eğer meslek gereğince teknolojinin içinde değilseniz.

Bir yandan, zorlaşan yaşam koşulları…

Öte yandan, burjuvazinin tek yanlı kendi çıkarlarını gözeten ekonomik sistemlerden dolayı emekçinin fazla seçme şansının olamaması…

***

Esasında, dikkat ediyor musunuz?

Hep bir fasit dairenin içine hapsoluyoruz ve burada debelenip duruyoruz ama encamımız (son) değişmiyor… Konuşuyoruz, tartışıyoruz, irdelemeler yapıyoruz, taşı gediğine koyuyoruz ama nihayetinde iş “kuvveden fiile” geldiğinde…

ELDE VAR SIFIR!

Gerçekten de şöyle baktığımızda, hayatın farklı kademelerinde ve merhalelerinde vuku bulan veya cereyan eden/edecek şeylerin eninde sonunda ekonomiyle-iktisadiyatla ilişkisi var ya da bu cereyanlar en son tahlilde ekonomiye gelip dayanmaktadırlar. Ülkemizde her ile meslek yüksekokulları ya da her ile üniversite açmak acaba ne kadar etkin bir girişimcilik? Buradan şu çıkmasın, gençler gidip okul okusun ama gerçek dünyaya/hayata katıldıklarında, imgeledikleriyle bulduklarının bambaşka olduğunu gördüklerinde, sukutuhayale uğruyorlar.

Sıkıntılar belli… Problemler ortada…

İŞSİZLİK VE İSTİHDAM bir sıkıntı ve sorunun en katmerlisi. Genç nüfusumuz çok fazla. Hâlihazırdaki çalışma koşulları da ortada, insanlara şartlar bunlar deniyor; ya çalışırsın ya da kapı orada. Gerçekten de müreffeh bir devlet ve toplum olmaya baş koyduysak, bu gerçekten de planlı ve programlı bir kalkınma ve ekonomik bir sistemle ancak “kotarılır”. Bu yazdıklarımdan şu çıkmasın! İnsanlar çalışmasın mı? İnsanlar tembellik ve miskinlik mi yapsınlar? Benim demek istediğim “hem …. hem” bağlaçlı cümlede anlam bulan şeydir:

Hem insanca çalışalım hem de boş zaman vakitlerimiz olsun. Bu talep edilen çok fazla bir şey mi? Dediğim gibi çok fazla saatlerde çalışarak biz şimdi “işkolik” miyiz? Mutsuz ve verimsiz insanların çalıştığı yerlerde, bu insanların meydana getirdiği oluşum yığındır, istemsizce ve gayesizce verilen işi bitirmenin “derdindedirler”. O çok cafcaflı insan kaynakları yönetim gurularının veya moda ve modern dönem İK (İnsan Kaynakları) uygulamalarının motivasyon ve işe olan sadakatte ne kadar etkin oldukları da, zaten yayımlanan raporlarda yaldızlı yaldızlı görünmektedir!

Gerçekten de çalışma hayatının çalışma barışı ve huzuru ayaklarında yükselmesi için, insan kaynaklarının; kâh gençlerin kâh orta yaş kademesindekilerin her şeyden önce yaptığı işten haz almalarının sağlanması ve verimliliklerinin yükseltilmesi gerekir.

Sizce, bu her hâlükârda “çok çalışarak” mı olur;

Ya da insanca çalışarak mı olur?

 

 

Devamı
Aman Muhalefet Canım Muhalefet(!)

21-22 yıldır kesintisiz tek parti iktidarına karşın, toplum nazarında alternatif oluşturamayan bir muhalefet!

Evet…

Yine konumuz, konu…

MUHALEFET…

Türkiye’deki kadar acaba bir başka hangi ülkede muhalefet bizimkisi kadar çeneleri yoruyordur?

Kabul edelim…

Türkiye’de iktisadî sorun var, ama öte yandan iktidar tarafından gelen seslere baktığınızda, dünyanın geri kalanında da bir ekonomik durgunluk var.

Hadi tamam iktidar tarafını anlayabiliyoruz, en nihayetinde “özeleştiride bulunmalarını” beklemiyoruz.

Seçimden beridir muhalefet tarafından ses getirecek bir hareket veya söylem duydunuz mu?

Siyaset böyle mi olmalı? İktidar odakları, tamam, hükümet olmanın verdiği güçle, işleri “idare-i maslahat” dairesinde sürdürmenin niyetinde. Öte yandan muhalefet sıralarına bakıyorsunuz, burada önemli bir role sahip Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) düşürüldüğü/düştüğü hâller gerçekten de çok üzücü!

Cumhuriyet Halk Partisi kim ne derse desin, Türkiye’de önemli bir misyonu üstleniyor. Ne olursa olsun “kemikleşmiş bir kitlesi” var, buna rağmen CHP bir türlü üzerindeki “ataleti” atamıyor?

Gerçekten de Mayıs aylarında tecrübe ettiğimiz seçimler öncesinde CHP’nin başını çektiği muhalefet kanadından çok şey beklenmekte idi… Türkiye, son 25 yılı dikkate alırsanız en büyük yıkımı, doğal afeti yaşamış, insanlar bir ânda neye uğradıklarını anlayamamış… Zorluklarla ve sıkıntılarla ve unutulmuşluklarıyla sandık başlarına gitmişlerdi.

Sonrasında…

Kesintisiz tek parti iktidarı, yine, aynı yerden, kaldığı noktadan devam etti.

***

Sormamız gerekiyor… Neden, Türkiye’de muhalefet ekonomik sıkıntıların altında hayat savaşımı veren insanların, yurttaşların seçeneği olamıyor?! Neden? Muhalefet, özellikle CHP, neden, hâlen ülkemizde ağırlığı olan bir parti konumuna gelemiyor? Geçmişten dem vurmanın bir anlamı yok. Yeri geldiğinde CHP’nin Türkiye’de cumhuriyet rejimi tesis edilirken ki önemine ve tarihî duruşuna gönderme yapılıyor ya…

Değerli okuyucular…

2024 Türkiye’sinde vatandaşlardan “kitabî bilgi ve değerlendirmelerle” teveccüh görmeniz mümkün değil. Bu ülkede, hâlen CHP iktidara geldiğinde, camilerimizin ahıra döndürüleceğine inanan kitleler var.

Muhalefet kendi iç yapısında değişim rüzgârları estirmek derdinde ama Türkiye şuan için “acil olarak” nefes almak zorunda da… Bugün, Türkiye’de zam haberiyle uyanmadığımız gün neredeyse yok gibi. Bu dağınıklık hâlleriyle muhalefet nasıl geniş halk kitlelerinin derdine derman olacak? Gerçekten de laf ola beri gele hususu değil bu, değişim memleketimize iyi gelebilir.

Türkiye’mizin en büyük muhalefet partisinin bu dağınıklık hâlleri hem kamuoyunda hem de toplum indinde şaşkınlıkla takip edilmekte. CHP, zaten bu “hizipçilik”, “parti içinde yer edinme” gibi küçük hesap peşinde koşanlar yüzünden yıllardır treni kaçırmakta. Bugün için CHP köklü ve kurumsal bir siyasal parti. Kim ne derse desin ülkemizde “kemikleşmiş bir kitle” karşılığı var ama iktidar olabilecek yeterli matematik desteğini hanesine ekleyemiyor!

Neden?

İşte neden?

Cumhuriyet Halk Partisi artık içindeki kırgınlıkları ve sıkıntıları biran önce halletmelidir. Son tahlilde iktidara övgüler düzülüyor ama iktidarın bu raddede soluksuz Türkiye’yi yönetmesinin tek nedeni, halkın arasına inmesi, halktan gibi olmaları veya toplumun sesi felan olmaları değil.

Muhalefet, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi sahip olduğu siyasi kotanın üzerine çıkarak, Türkiye’nin hemen hemen her yerinde varolamadığından, sadece kıyı bölgelerinin temsilcisi gibi göründüğünden, AK Parti girdiği seçimlerde “sürprize şans” bile vermeden seçimleri öyle ama böyle önde tamamlamakta.

Muhalefet, özellikle CHP artık dünyaya dön, gerçekçi olarak siyasal mevziini seçimi kazanabilecek düzeye taşı… Yerel seçimlerde de aynı akıbeti yaşamamak adına.  

Devamı
Devlet Memuru Olmak… Ne Yaman Bir Şeymiş!

İnsanlar, profesyonelce yaptıkları iş dolayısıyla “emeklerinin” karşılığını alırlar.

Bu emeğin karşılığı, günümüz modern dönemlerinde modern devletlerde “para” olarak verilmektedir.

Her ülkede devletin hâlihazırdaki ücret sistemleri ile tatbik edilen ücret politikaları farklıdır. Bu hususlar, hem kamu sektörünün hem de özel sektörün sahip olduğu mali kaynaklar ve olanaklar ile tüzel kişilik kültürü ve ücret politikalarına verilen önemlerden ileri gelmektedir, denilebilir.

Anladığım kadarıyla Türkiye’de kamu sektöründe memurlara yapılan ücret ödemelerinden (maaş) ötürü bir rahatsızlık oluşmuş durumda. Bakıyorsunuz, sosyal medyada yayına/yayıma verilen görsel veya yazılı iletilerde, haber altına yapılan yorumlarda insanları üzecek minvalde anlatılar var.

Yeni yıl ile birlikte herkesin vâkıf olduğu gibi, devlet kadrolarında devlet memurluğu yapan kişilere yapılan maaş ödemeleri zamlandı. Tabii burada maksat hükümeti eleştirmek ama muhatap alacağınız kesim memurlar mı? Şunu kabul edelim, farklı uzmanlık alanlarına göre “devlet memurları” farklı seviyelerde maaş ödemeleri alıyorlar.

Gerçekten de yapılan tartışmalar, yorumlar, serdedilen değerlendirmeler bizim gibi bir topluma veya millete yakışmıyor. Memurların aldığı maaşlar üzerinden ülkenin gidişatı veya hükümet eleştirisi yapmak gerçekten de “hakkaniyet” sınırlarının dışında kalıyor.

Hani diyorlar ya…

Memur emeklileri veya diğer sigorta kollarından emekliler verilen ödemelerle geçinemiyor diye…

Haklılar.

Ama içinde oldukları yaşam koşullarının ve sahip oldukları bütçelerinin sorumlusu memurlar değil…

SİYASİ İKTİDARDIR.

***

O zaman hâlihazırdaki memurlar Türkiye’de yaşamıyorlar mı? Diyorlar ya memur emeklisi de diğer emekliler de aynı marketlere gidip aynı ürünleri enflasyonun gölgesindeki fiyatlarla alıyorlar/temin ediyorlar. Evet, işte memurlar da aynısını yapıyorlar.

Yani istedikleri nedir? Memurlar nedesin? Sevgili ve saygıdeğer hükümetimiz, malum ülke ve ekonomi koşulları ortada, biz bizlere yapılan maaş ödemelerinin Türkiye’nin çok üzerinde olduğuna kanaat getirdik, bu ödemelerin birazından feragat ediyoruz. Güldürmeyin insanları? Değerli okuyucular, Türkiye Cumhuriyeti “HUKUK DEVLETİDİR”. BU ÜLKEDE her şey hukukun kanunlarla inşa ettiği nizam üzerine tesis edilir. Memurların tâbi olduğu yasalar bellidir, alacakları zam oranları kanunlarda amir hüküm olarak yazılmıştır. Yani memurlar ne yapsın? Belki gidip sorsanız memur kesimine, kendilerine reva görülen maaş zamlarından memnun bile değildirler.

Ekonomik gelişmişlik, ülkelerin refah içinde yaşamaları için çok önemlidir. Ekonomik dinamiklik bir ülkede, o ülke yurttaşlarının huzur içinde ömür sürmeleri için hayatî öneme haizdir. Üretmeden tüketmeye alışmış/alıştırılmış toplumlarda, her türlü yozlaşma, sosyolojik gerilemeler, insan-insan, insan-toplum ve insan-devlet temelli çözülmeler baş gösterir ve zaten baş göstermesi olası olduğu gibi baş göstermeye adaydır da.

Bir ülke ekonomik olarak büyüyorsa ekonomik genleşmeden o ülkenin halkının/milletinin bir tümleyeni olan yurttaşların da faydalanması lâzım gelir. Demokratik toplumlarda, huzur ve barış içinde yaşam sürmenin sarsılmaz kaidesi, ekonomiye katmadeğer sağlayan fertlerin her durumda “insan onuruna” yaraşmayacak vaziyetlere düşmesine yol açmayacak gelire/kazanca sahip olmasıdır.

Bugün bakıyorsunuz, ekonomide yaşanan sıkıntılardan ötürü ödemelerde ve paranın ALIMGÜCÜNDE yaşanan zorluklardan dolayı, vatandaşlar, tıpkı kendisi gibi TÜRKİYE CUMHURİYETİ VATANDAŞI olan DEVLET MEMURLARININ maaşlarına kafayı takmış vaziyetteler.

Değerli okuyucular, işte böyle feraset ve dengeyi kaybedince hakikat zemininden de kayıyoruz… Milletvekillerinin aldığı maaşlar söz konusu yapılınca ve veryansın edilince…

Milletvekilleri aman biz maaşlarımızdan feragat mı ediyoruz dediler, o zaman bu nasıl bir şey?

Sorgulayacağın ya da hesap soracağın müessese/makam…

Siyaset kurumu içindeki SİYASAL ERK’TİR.   

Devamı
Gençlerimiz Ellerimizden Kayıp Gitmesin(?)

Bir ülkenin en önemli potansiyeli insan kaynağının niteliğidir. İstediğiniz kadar petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olun ama bunlara yön verecek “akla” sahip değilseniz, nafiledir…

Sahip olduğunuz zenginlikler…

Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda, burada varolan Arap devletlerinin en büyük özelliklerinin “petrol zengini” ülke olmalarıdır. Sahip oldukları doğal kaynakları sayesinde maddi olarak bir refah yaşamaktadırlar. Tabii bu ülkelerde geniş halk kesimlerinin böyle bir ayrıcalığı yoktur.

Bu bağlamda…

Bu Arap ülkelerinin sahip oldukları doğal kaynaklarının dışında, gezegenimiz düzleminde diğer devletler ile olan münasebetleri açısından hiçbir etkinlikleri de yoktur. Sahip oldukları insan kaynağının vasatlığını zaten söz etmeye bile gerek yoktur. Zaten, yüksek eğitimlileri de hayatlarını “Hıristiyan ülkelerde” sürdürmektedirler.

Öte yandan, bizim gibi bölgesinde laik, sosyal hukuk devleti olma özelliğiyle ön plana çıkan ülkelerde, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri “görece” Arap ülkelerine göre daha kısıtlı olan ülkelerde, en büyük zenginlik, “yetişmiş insangücüdür.”

Sizlerin de az-çok takip ettiğiniz gibi Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğunda nüfus gittikçe yaşlanmakta ve genç insan sayısı görece gerilemektedir. İşte bu bağlamda, genç nüfus yapısı aktif ve iyi eğitimli olan ülkeler, ilerleyen dönemlerde fark oluşturacak ülkelerdir. İnsan kaynağına yeterli ve nitelikli yatırım yapan ülkeler, ekonomik gelişme ve rekabet bağlamında diğer ülkelerden her zaman bir adım önde oldular, olmaya da devam edecekler.

Sözü, nereye getirmeye çalışıyorum…

Türkiye’ye…

Genç nüfusumuza…

İstihdam ve…

İş sahibi olma, işsizlik durumlarına.

İnsanın, gençlerimizin mutsuzluklarından ve umutsuzluklarından etkilenmemesi ne kadar mümkün?

***

Aynı ülkede yaşıyoruz. Aynı ülkenin yurttaşlarıyız. Gerçekten de gençlerimiz mutsuz ve umutsuz. Geçmiş dönemlerde gençlerimizi, sanırım çok fazlaca eleştirdim ve kınadım. Tabii bazı durumlarda haklılık payımız vardı. Ama, Türkiye’nin içinde bulunduğu hem cari siyasi atmosfer hem de ekonomik atmosfer, gençlerin veryansınları doğrultusunda, onlara haklılık payı vermiyor mu?

Gençler çalışmak zorunda. Üretime katılmak zorunda. Tamam, zaten “tam istihdam” diye bir şey hayaldir. Lâkin, gün geçtikçe yaşamanın zorlaştığı ülkemizde, genç insanlarımız nasıl iş bulacak? Gerçekten de üzerinde düşünülmesi gereken, bence stratejik bir durumdur, “genç işsizliği”! Genç nüfusumuzun Türkiye’den ümitlerini kesmeleri, rotayı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne çevirmeleri, nedense ülkeyi yönetenlerde bir rahatsızlığa neden olmuyor gibi!

Nicelik ve nitelik bağlamında gelişmelere baktığımızda, genç nüfusumuz evet, gittikçe genişlemekte ama öte yandan bu nüfusumuzun kalifikasyonu da çok fazla ehemmiyet arz etmekte. Belki, bazı hususları tekrar ediyoruz, olsun bunların tekrar tekrar belirtilmesi ve sürekli kamuoyunda canlı tutulması, elzem gelmektedir.

Bugün çalışma yaşamında en önemli husus, yapılan işler ve bu işlerin gerektirdiği yetkinlikler. Sizler de televizyonda haber kanallarında izliyor, ara sıra rast geliyorsunuzdur, işverenler yetkinlik isteyen pozisyonlarda işgören bulmakta zorlanmakta. Yine, öte yandan işsizlik memleketimizin “kanayan yarası”. Son yıllarda en çok övündüğümüz husus, neredeyse her kentimize üniversite açılmış olması. Tamam, üniversite açılıyor açılmasına da, buralardan mezun olan/olacak genç insanlarımıza istihdam olanakları sunulacak mı?

Meslek sorunu da Türkiye’de işsizlik ve istihdam ile atbaşı giden bir soruna neden olan belirleyici parametredir. Dikkatli baktığımızda üniversitelerimizin İİBF’nden (İktisadi ve İdari Bölümler Fakültelerinden) mezun insanlarımızın yoğunlukta olduğunu görürsünüz. En son tahlilde, bu mezun gençlerimize ne özel sektörde ne de kamu sektöründe yeterli iş imkânları mevcut. Yani bir planlama yapılmalı. İşverenler meslek bilen, teknik eleman bulmakta zorlanmakta ama öte yandan entelektüel bilgileri fazla olan insan gücümüz iş bulmakta zorlanmakta.

Gerçekten de artık bir silkelenme vaktidir.

Her yere üniversite açmak övünç meşalesi olamaz.

***

Türkiye’deki siyasî atmosfer de gençlerimizin memleketlerine olan bakışlarını ya olumlu ya da olumsuz etkilemekte. Uygulanan politikalardan ve işleme konulan kararlardan toplumsal çıkardan ziyade küçük ve azınlıkta kalan çıkar gruplarının faydalanması, kamuculuk gibi tüm ulusun menfaatlerinin gözetilmemesi, torpil ve kayırma gibi az gelişmiş toplum olma niteliklerinin yaşam içinde olmazlardan olması…

Bunlar gerçekten de düşünülmesi gereken ve bence ivedilikle çözümlenmesi gereken “acil kodlu” sorunlardandır. Gençlerin kaderleriyle baş başa bırakılması, kendini medeni ve modern diye tanımlayan bir devlette kabullenilemez. Üniversitelerin sayılarının arttırılmasının, ülkemizin istihdam noktasında derde deva olamadığı da aşikâr. Öte yandan üniversitelerimizin direkt meslek bağlantılı olmayan fakülte ve bölümleri, sürekli olarak diplomalı işsiz üretmeye devam etmektedir.

Gençlerimiz işsiz. Çalışmak istiyorlar. Ayaklarının üzerlerinde durmak istiyorlar. Yaşamlarının bahar dediğimiz dönemlerinde, “gelecek kaygısı” ve “iş bulma-bulamama” endişesi içinde “bir kayıp nesle” dönüşmeleri, daha da üzücü ve kahredici bir gelişme. Türkiye’nin çalışma piyasaları açısından bakıldığında, işverenler açısından belirttiğim gibi şuan en büyük çıkmaz husus meslek bilgisi olan ve “ara eleman” denilen teknik bilgiye ve tecrübeye sahip insangücünün istihdam edile-me-me-si.

Hani iktidar tarafından sürekli pompalanan sloganlarımız var ya…

Sürdürülebilirlik…

İstikrar…

Güven… Hep destek tam destek…

GENÇ İŞSİZLİĞİ daha ne kadar daha sürdürülebilir? Çocuğu işsiz bir babaya, “senin çocuğun da işsiz kalsın” denmez.

İSTİHDAM… İŞSİZLİK… GELECEK KORKUSU… TÜRKİYE’DE KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME/GERÇEKLEŞTİREMEME…

 

Ee şimdi ülkesinden umudunu yitirmiş, memleketinde yaşam kurma realitesini iyice tartıp ölçmüş genç yığınların ülkelerinden başka ülkelerde umuda yelken açmalarına, hangi gözle bakmak lâzım gelir? Takkeyi çıkarıp düşünelim…

Durum, hariçten gazel okuma ya da sırça köşklerden “aklımızca” tespit yapma zamanı değil.  

 

Devamı
Eskide Olan Ne İdi, Yenide Olmayan Ne?

Eskiden olan hiçbir şeyin tadını artık eskisi gibi duyumsamıyoruz. Eskiden büyük merakla beklenen, yine yapmak için can attığımız birçok şey, faaliyet, bizler adına nedense “boş şeyler”, “beyhude” olarak değer görmeye başladı. Etrafımdan yıllarca böyle şeyleri işittim. İnsanların bazıları, diğerleri için sıradan olan, yapmadıklarında boşluğa düşecekleri birçok şeyi uzun zamandır yapmadıklarını dillendirir olmuşlardı.

Neden acaba? Mesela yıllar önce çok kez duymuştum… Hatta yeri geldiğinde tekraren duyduğum oluyor… Çoğu insan, artık haberleri izlemediklerini (televizyonda haber kanallarını seyretmediklerini, hatta artık televizyon bile izlemediklerini ifade ettiler.), gazete okuma ile olan bağlarını çoktan kopardıklarını söylediler/söylüyorlar. Böyle durumlarda bu gruptaki insanlar, otomatiğe bağlanmış eylemlerini yapmaya devam edenler için kim bilir ne tuhaf kaçıyordur? Ne bileyim, kendilerince “haber izlememek de neymiş, gazete okumamak da neymiş…” minvalinde değerlendirmelerde bulunuyorlardır.

Tamam da… Gerçekten de eskiye ait ne kaldı? Dikkat ediyor musunuz, zaman ilerlemesine rağmen, çağlar devrilmesine rağmen, hız odaklı bir hayat sürdürmemize rağmen, neden ve niçin dünya vatandaşları olarak mutsuzuz? Dikkat edin, sadece Türkiye’mizde değil genel manada dünyada bir saadetsizlik, huzursuzluk, geleceğinden emin olamamak, gelecekte kendisini nelerin beklediğinden “bihaber olmak”…

Gerçekten de dünyanın az gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarının hemen hemen hepsinde, hayat koşulları gelinen “medeniyet eşiği” bağlamında çok çetin ve meşakkatli. Burada durup düşünmemiz gerekmiyor mu? Bu raddede medeniyet gelişirken ve medenî gelişmeler teknolojik değişmelerle beraber hayatın tüm katmanlarında hem iktisadî hem de fennî/bilimsel ilerlemelere vesile olabilirken, insanlar fert bazında da toplum bazında da mutsuz. Bu mutsuzluk, sanırım sadece kelimenin etimolojik değeriyle de geçiştirilemez. O boyutlarda ezbere bir yaşamın mahkûmları olmuşuz ki… Sabah başlanan “hayatta kalma mücadelesi” sonucunda, evlerimize iltica etmemiz ile beraber, öte yandan huzuru bulacağımız yerlerde de sorunlar katmerleşiyor.

*  *  *

Yazının başında televizyon seyretme alışkanlığından söz etmiştim. Geçmiş yıllarda televizyon ekranının icat edilmediği ve yaygınlaşmadığı dönemlerde, belki de en büyük eğlenme ve haberdar olma/bilgilenme cihazı radyolar idi. Sizler de çokça duymuşsunuzdur; illaki yakınınızda berinizde hatıralarını “büyük bir özlem” ile dillendiren, geçmişte yaşanan o güzel anların tadını tekraren dile getirirken, yeniden mutlu olan insanlarımızın o büyük coşkularını ve ikrarlarını… Gerçekten de radyonun ana fenomen olduğu yıllarda, tek haberdar olma aygıtı olması hasebiyle buradan duyulacak haberlerin ve bilgilerin önemi farklıydı. Görsel unsurların olmadığı yıllarda, sadece işiterek bir şeylerden haberdar olma, gerçekten de o dönemin insanlarında daha başka bir farkındalık oluşturuyormuş.

Bugün, gerçekten de 1950’lili yıllar açısından da 1960 ve 1970’li yıllar açısından da, ülkemizde ve dünyada pek çok şey değişti. Birçok uluslararası örgütlenmeler ve organizasyonlar tesis edildi ve dünyanın daha “yaşanabilir ve çekilebilir” olması adına bu kuruluşlar/kurumlar kendilerine tahsis edilen kadro ve mali kaynaklar etrafında çalışmalar ifa etmekte ve raporlar yayımlamaktalar. Heyhat! Ama gel gör ki bu raporların ve çalışmaların istatistikî değerleri de göstermekte ki insanlar, yıllar geçtikçe “derinleşen” eşitsizliklere ve kederlerle örülü bedbahtlıklara sürüklenmekteler. Huzurun ve mutluluğun olmadığı yaşam yerlerinde, doğal olarak hem bireysel hem de toplumsal kaos ve kargaşa hâlleri tezahür ediyor. Böyle coğrafyalarda kamu düzenini ve toplumsal barışı inşa etmek, gittikçe zorlaşıyor.

Aslında hayatı zorlaştıran ne? İnsanlar, yine “insan türü” olarak yaşamı, diğerlerine kendileri gibi olanlarına zorlaştıran, cehennem azabına dönüştüren en büyük, hatta tek faktördür. Geçmiş dönemlerde de büyük ihtimalle savaşlar, insanların kendi türünden bir canlıyı yok etmesi, paylaşım savaşları vb. hadiseler vardı; ama bu raddede yıkıcı ve yok edici miydi? Orası tartışmalı. Dikkat ederseniz, dünyanın yüzde biri, sermayeyi ve diğer stratejik maddeleri ellerinde tutunlar daha müreffeh ve mutlu bir yaşamı “görünürde” sürdürürken; geri kalan, ezici yüzde doksan dokuzluk bir çoğunluk kitle, bahsettiğim üzere derinleşen ve kronik hâle bürünen sıkıntı ile keder, elem ve mutsuzluk deryasının içinde debelenmekte. Hayat, tutunamayanların arayışları ekseninde böyle sürgit nereye kadar monoton bir devinimi kaldırabilir?   

Devamı
AK Parti Ve Zihniyet

Bazen Türkiye’de işittiklerim ve okuduklarım dolayısıyla…

Afallıyorum, dona kalıyorum.

Nereye geleceğim…

AK Parti yöneticilerinin ve cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yurttaşlarımızın akıllarıyla âdeta alay edercesine açıklamalarda bulunması…

Biliyorsunuz…

Ne deniyor:

AK Parti iktidarından önce veya AK Parti iktidarına değin;

Ülkede traktör yoktu,

Buzdolabı yoktu,

Ambulans yoktu,

Herhâlde otomotiv ve yine kamyon ile otobüs felan da yoktu; o vakit bizler de sanırım bu zamana değin yani AK Parti iktidarı devralıncaya kadar, kanı arabalarıyla şehirden şehirlere geçiyorduk.

Yanisi, “bir yokluk anlatısı” üzerinden politika üretiliyor ve seçmen kitlesi “konsolide” ediliyor.

İnanın, AK Parti’nin bu anlattıklarına inanan büyük bir çoğunluk olduğuna da ben İNANIYORUM.

Yani dönem…

Dijitalleşmenin tavan ve pik yaptığı dönem. Bu bakımdan ortaya atılan bir iddia ya da söylemin altının doluluğunun veya boşluğunun teyidi adına, herhangi bir kütüphaneye ya da ansiklopediye gitmeye de başvurmaya da lüzum yok.

Demek istediğim, bir telefon ve internet vasıtasıyla bu bilginin veya ileri sürülen iddianın teyidini “ânında” doğrulamak ve bilginizi derinleştirmek, hayal edebileceğinizden çok fazla kolay ve imkân olarak da ilerlemiş bir devirdeyiz.

O zaman neden böyle yapılıyor?

***

ZİHNİYET…

Önemlidir… Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), devlet-sistem tartışmalarında, hâkim sınıfın bu devlet ve ülke ile idareyi “diğerleriyle” paylaşmak istememelerinin neden olduğu yıllara dayanan sıkıntılı ve üzüntülü deneyimler ve hayat serüvenin sonucunda, demokrasinin bir tecellisi seçimle işbaşına gelmiştir. Türkiye Devleti, rejimini “cumhuriyet” olarak tayin etmesine etmiştir ama zihniyet daha çok bir kesimi ve dolayısıyla sınıfı bu ülkenin asli unsurları ve sahipleri gibi gösterip konumlandırırken, kırsalda köylerde yaşayanları, mümkün mertebe Ankara’dan uzak tutmaya motive olmuştur.

TÜRKİYE’DE DEVLET tecrübesi ve anlayışı, özellikle cumhuriyetin ilanıyla beraber devleti temele alan, devleti yücelten, yurttaşı/nı olabildiğince devletinin sadık ve uslu hizmetkârı seviyesine indirgeyen ve buna göre de talim ve terbiyeyle yurttaşlarının bu yönde yetiştirilmelerini hedefleyen bir zihniyette idi. Bir nevi tornadan çıkan tek tip “makbul vatandaş”, Ankara’da idareye karışmayan, mümkün olduğu kadarıyla yönetim işlerinin yüksek bürokrat ve asker ile yargı elitlerinin elinde ve kontrolünde olduğu bir ilk dönem cumhuriyet zihniyeti, doğrusunu söylemek gerekirse, “devlet aşkınlığının” öne çıkarıldığı bir dönem idi.

Devlet, pekâlâ önemlidir, buradan yanlış bir anlaşılma çıkmasın ama nihayetinde devlet dediğimiz, insanoğlunun tarih sahnesi nazarıyla baktığımızda en üst düzey örgütlenme formu olan bu kurum, en son tahlilde tekil olarak yurttaş kitlesel olarak da millet, halk ve toplum için vardır. Yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun şiarı ne idi? “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” İşte bu bağlamda, 3 Kasım 2002 tarihi ve dolayısıyla seçimi, devlet-sistem kaosunda, çevre-merkez siyasî okumasında, yıllarca devlet yönetiminden ve diğer toplumsal faaliyetlerden uzak tutulan, kâh küstürülen kâh bilinçli uygulanan siyasetlerden ötürü “ötekileştirilen/yabancılaştırılan” kesimleri, sisteme entegre ederek bir dönüşümün kıvılcımını ateşlemiştir.

İşte AK Parti işbaşına bu minvalde, devletten topluma dönen bir zihniyet ve bakış açısıyla seneler boyunca iktidarını tahkim etmiştir. Ama son tahlilde AK Parti de devletle bütünleşme yoluna giderek, toplumdan uzaklaşma yolunu izlemekte. AK Parti seçmenlerinin “sesi olmak” ile bu toplumun “hükümeti” olmak; yani inanan-inanmayan, laik-mütedeyyin, Sünni-Alevi, Türk-Kürt ekseninde aynı şey değil, değerli okuyucular.

***

Dikkat ederseniz, senelerce ülkemizde siyasî partiler ve dolayısıyla genel başkanları/liderleri, siyaset yaptığı kulvar veçhesinde ideolojik olarak rabıta kurduğu geniş kitleleri hep bildiğimiz “ezber söylem ve tehdit algılarıyla” zinde tuttu ve sürekli olarak da seçmen kitlesini kendisine bağladı. Sağ ideolojiler ve sol ideolojiler için bu husus hep böyle yıllarca devam etti. Zihniyet üzerinden ve özellikle bizim gibi okumaya ve araştırmaya dolayısıyla da “tefekkür etmeye”, akletmeye meyilli olmayan geleneksel toplumlar, “Anlatı” üzerinden bir ve diri tutulmada öne çıkan ülkelerdir.

Yine dönemsel gelişmeler de dikkate alındığında, kitleleri gözbağcılıkla etkilemede pek mahirce kullanılan medya denen devasa bir müessesenin, özellikle işbaşındaki iktidar tarafından siyasal erkin etkin kullanılması ve muhalif seslerin de pasifize edilmesinde tek yönlü ve tek elden “işletilmesi”, toplumların “olması gereken” düzeyde hem bilinçlenmelerine hem de kamuoyu tesis edilmesine engel oluşturmaktadır.

Bugün, alternatif haber akışının sağlandığı platformları, mecraları, web sitelerini de takip ederek, olan-biten gelişmeleri ve değişimleri çapraz okuma yaparak tahlil ettiğinizde, memleket durumunun iyi olmadığını fark edebiliyorsunuz. Sanıldığı gibi Türkiye’de işlerin tıkırında felan gittiği yok. Youtube gibi alternatif mecralarda yapılan sokak gazeteciliğine de çok fazla itibar etmemek lâzım; buradan şu çıkmasın, youtube gibi yerlerde yapılan faaliyetler temelsiz yalan-dolan şeylerdir. Burada mikrofon uzatılan bireyler, kendi yaşadıkları “hakikat” ve kendi evrenleri itibariyle genele teşmil edilemeyecek çıkarım ve yorumda bulunuyorlar: Bakıyorsunuz, bir vatandaş, Türkiye’nin çok iyi olduğunu, karşılaştığı fiyatların da “çok pahalı olmadığını” ikrar ediyor. Neye göre, kime göre?

Bu bağlamda, ilk yıllarında AK Parti’nin “idealize” ettiği ve sürekli tasavvur ettiği “Yeni Türkiye” gerçekliğinden eser yok. Bu Yeni Türkiye lafzından rahatsızlık duyanlar olmuştu; hâlbuki burada vurgulanan “alegoriyi” bile anlamakta zorlananlar vardı. Türkiye’de yeniden bir devlet veya ülke inşası yoktu. Zihniyet değişimi kastediliyor ve içtimai hayatın her kademesindeki daha çok imtiyazlıların ve yerleşiklerin çıkarını koruyan ve gözeten, öte yandan çevrede kalan merkezin devletin ceberut yüzünden ötekileştirdiği kesimlerin toplumsal hayata entegre edilmesi, demekti. 2024 Türkiye’sinde ve geçmiş birkaç yılda bahis edilenlerden eser bile yok. AK Parti kendi seçmen kitlesi ile kendi tasavvur ettiği bir toplumsal düzende hayat sürdürme gayretkeşliği içinde.    

Devamı
İnsanın Tekâmülü: Bir İleri İki Geri

İleri ve yüksek teknolojinin insanlığımıza en büyük kötülüğü insan değerlerinin aşınması yönünde oldu. Yaşanan sağlık problemlerinden tutunda modern kent yaşamına has insan insan, insan toplum iletişim kazalarında da ilişkilerin sarpa sarmasında da, kanımca insanları oldukları yerlere saplayan bu modern dönem teknolojik aygıtların ve uygulamaların çok büyük payı olduğudur.

Eskiden diye başlayan cümleler, eskide kalan mazi olan ânlar ve fotoğraf kareleri, bizleri anbean özlem tutan geçmiş dönem tünellerinde askıda bırakmakta. İnsanların birbirleriyle bir arada yaşamalarının anlam bulduğu büyükşehirler (kent yerleşimleri), artık insanlara dert ve tasadan başka bir şey vermez oldu. Kırsal kesimlerden kentlere büyük umutlarla ve yeni başlangıçlar yapmak amacıyla yapılan göçler de, artık kentlerin kaldırabileceği kapasitenin fazlaca üzerine çıkmakta.

Tarihsel dönemler çerçevesinden bakıldığında, insanların hem ilmi hem de teknolojik temelde yaptıkları buluşlar, icatlar ve bir dönem kapatıp yeni bir döneme yelken açmalarına vesile olabilecek tekâmüller(olgunlaşma, gelişme), insanlığın bir ileri iki geri dilemmasında(ikilem) yer almıştır. Gerçekten de yirmibirinci yüzyıl ve 2023 tarih sayfaları bağlamında bakıldığında, insanlık geçmişe nazaran uygarlık ve modernleşme açılarından epeyce bir mesafe katetmiştir.

***

Mesafe katetmiştir etmesine de… İnsanların arasındaki manevi mesafe de açılmıştır. Artık bugün son tahlilde insan yığınlarının çoğunluğu, metropol diye isimlendirilen büyükşehirlerde yaşamlarına yön vermekte veyahut hayat mücadelesine katılmakta. Bu bağlamda, köy ya da kırsal yerleşim yerlerinden anaakım yerleşim yerlerine göçler, özellikle bizim gibi geleneksel toplum özelliklerini ne olursa olsun kimlikleri üzerinde barındırmaya devam eden ülkelerde de aşınmaya neden olmakta. Biraz dikkatli, hassas ve detaycı insanlar, toplumumuzun yitirdiği değerleri zamana yayarak da olsa fark etmektedir.

Köy hayatının karakteristikleri olan terbiye, yalandan dolandan uzak durma, saf olma hâli, özü ve sözünün bir olması, yardımseverlik, imece usulü işlerin düzenlenmesi, konuk severlik, çalışkanlık… Kentleşmeyle beraber yerini adamsendeciliğedolapbeygirciliğineüçkağıtçılığa, kısa yoldan emek vermeden yemek yeme eğilimine ve daha birçok insanî değer aşınmasına bırakmıştır.

***

Tüm ilerlemeler, insanların daha fazla miskinlik yapmaları ve cemiyet yaşamından uzaklaşmaları yönünde. İleri ve yüksek teknoloji altyapılı uygulamalar vasıtasıyla insanlarımız, artık “bir tık ile” hem resmi hem de ticari iş ve işlemlerini zamandan tasarruf ederek, öte yandan bir mekânda(ortamda) bulunma zorunluluğuna katlanmadan kolayca hallediyorlar. Baktığımızda modernite ve hız takıntılı yaşam açısından müthiş bir kolaylık ve konfor sağlamakta. Öte yandan insanlar “bir ağ içinde” olmaktan gittikçe uzaklaşmakta.

Nezaketihtimamsaygı ve sevgibir gülümsemehâl hatır sormapozitif mesajlar içeren iyi dilekler ise… İşte bugün insanlarımızın içine düştükleri bir HİÇLİK ve BOŞLUK duygu hâli var. Kır yaşamına göre fersah fersah büyük alanlara yayılmış kent yaşamı içinde hem ayakta kalmaya çabalayacak ve yarın için enerjisini ve moralini dingin tutarak, hiç durmaksızın kaldığı yerden, hayhuy telaşesi içinde kaybolup gidecek. Kusura bakmayın değerli okuyucular, bu allayıp pulladıkları ileri teknolojik ürünler, hiçbir biçimde insan-insan yakınlaşmasının yerini tutamaz.

***

Empati duyarak, selam vererek, hâl ve hatır sorarak, köşe başlarında veya mahalle kahvehanelerinde ya da uğrak yerlerde bir “es vererek” aslında, hasbıhal ederek, yekdiğerimizin sıkıntısını, sorunlarını, demoralize olmuş psikolojisini sağaltma işlevini gördüğümüzü unuttuk. Tüketime odaklanarak, daha fazla tüketmeye şartlandırılarak, bir es vermeye bile tahammülsüzlük çıkmazında hız kesmeyen hamhum şaralop yaşam tarzının, insan türünü sürüklediği yer ve aşama neresidir/nedir? Kapitalizm ve dolayısıyla küreselleşme vasıtasıyla dayatılan yaşam tarzlarının insanları diğerinden ve toplumdan uzaklaştırdığı kesinlikle ileri sürülebilinir. Karşılığında ne verdi? Şeyler… Çok daha fazla eşya, çok daha fazla hiç yüzüne bile bakmadığımız giyim-kuşam… Ezcümle, birbiri ardına birikmiş şey’ler… Ama gittikçe silinip giden insana dair davranış refleksleri.

Devamı
İnsan, Zaman ve Tükenme...

Son yıllarda aşina olduğumuz olgulardan biri de “tükenmişlik sendromu”dur. İnsanların âdeta makinevari bir biçimde hayatlarına monoton bir formda devam etmek zorunda bırakılmaları…

Esasında, yazılarımda çokça dile getiriyorum… Dönem olarak yirmi birinci yüzyılda olmamıza rağmen, hanisi teknolojik gelişmelerin dünya vatandaşlarının yaşamlarını epeyce kolaylaştırmalarına rağmen…

İnsanların genel durumlarında pek fazlaca iyileşme olmuyor. İnsanların yaşamlarını kolaylaştırmaları için kâh laboratuvar ortamlarında kâh ar-ge platformlarında ileri ve yüksek teknolojili, hıza ve yine zamana odaklı ürünler, aygıtlar, cihazlar ortaya konmasına rağmen…

İnsanlar anbean çok fazla çalışmaya devam ediyorlar. Esasında, bu teknolojik ve fennî sahalarda meydana getirilen çabaların kanımca sonucu, insanın daha fazla “boş zamanının” olması minvalinde olmalıydı. İnsanlar vahşi kapitalist sistem içinde her zamankinden daha fazla çalışmakta ve zamanlarının büyük çoğunluğunu, ailelerinden ve kendi kişisel etkinliklerini varedebilecekleri mekân ve zamanlardan yoksun olarak, işyerlerinde; fabrikalarda, plazalarda, lüks yazıhanelerde tüketmekteler.

Son yıllarda sağlık sektöründe uzman kişilerce ileri sürüldüğü gibi, dönemimizin en büyük sağlık sorunu veyahut yaşam içinde maruz kaldığımız sıkıntının en başat ajanı stres. Stres ve strese bağlı oluşan marazî hâller ve durumlar, normal ya da üst düzey yerlerde çalışan insanların hem aklî hem de beden sağlıklarını ciddi düzeyde tehdit eder vaziyette, yaşamlarımızın içinde sinsice yer almakta ve insanlarımız gerçekten de insanı yeri geldiğinde biteviye tüketen bu marazî durum karşısında da fazlaca bir şey ortaya koyamamakta.

Hâlbuki, tartışmalarımızın içine bence artık çok fazla çalışma edimini değil de, “yeterince ve verimli” çalışma biçimini ve bunun dışında kalan “boş zaman” aktivitelerinin nasıl değerlendirileceğini eklemeliyiz.  

Devamı
Osmanlı İmparatorluğu Ve Türkiye Cumhuriyeti; Bizi Biz Yapan Hakikattir

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Sayın Özgür Özel, Manisa’da bir ziyaret esnasında aşağıda okuyacağınız satır aralarını dile getirmiş:

“CHP, şöyle bir zorluk yaşar; efendim sanki biz Osmanlı'nın tamamına karşıymışız gibi söyleniyor. Biz Osmanlı'nın getirdiği medeniyete, yaptıklarına, geliştirdiklerine, hiçbir şeyine karşı değiliz. Biz sadece Osmanlı'ya matbaanın geç gelmiş olmasını, Senedi İttifak'ın uygulanmamış olmasını, meşrutiyetin ilanından sonra parlamentonun 33 yıl kapatılmış olmasını, donanmanın 33 yıl Haliç'te bekletilip Kıbrıs'ın tek kurşun atılmadan kaybedilmiş olmasını eleştiririz. Çöküş dönemindeki hataları eleştiririz.”

Türkiye’de siyaset kurumu içindeki aktörlerin bu kendilerini “ifade etmek mecburiyetinde” kalma durumlarını… Çokça kez deneyimledik. Evet, doğrudur, Osmanlı İmparatorluğu’nun/Devleti’nin yöneticileri, devrinde yaşanan değişim ve dönüşümleri tahlil edemediğinden ötürü, çökmekte olan dağılmakta olan koskoca devleti, öncesinde ferman saldığı devletlerin kuklası hâline getirmiştir.

Ama ben/biz bu hususun, Osmanlı Devleti/İmparatorluğu eleştirisinin bu noktalardan daha uç noktalarda da yapıldığını biliyoruz/tahmin edebiliyoruz. Osmanlı Kültüründen tutun da Osmanlı’nın bulunduğu coğrafyaya kazandırdığı değerler manzumesi veçhesinden de, özellikle Kemalist entelijansiyanın ağır eleştirilerini okudum ve işittim. Osmanlı Medeniyetinin varlığını reddetmek, yok saymak, kendisini bu geçmişten soyutlamak ile tarihe “yepyeni bir sayfa” açılmış olmuyor.

İdrak ve şuur hasletlerini ıskaladığımız vakit bazen böyle “benlik” sıkıntıları yaşayabiliyoruz. Biz kimiz? Böyle saçma bir soru olabilir mi yani? Geçmişi yıllarca öteye yaslanan, bilinen yakın zamanlarda Osmanlı Devletiyle tarih sahnesinde vakur yerini alarak, 2024 Türkiye’sinde ulu liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şehitlerimizle bizlere yurt edindiği TÜRKİYE CUMHURİYETİ hudutlarında yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından terkip halklarız.

***

Bu durum, yıllardır böyle bilinçli olarak mı yoksa gerçekten de cehaletten kaynaklanan bir yoksunluktan mıdır, bilenmez toplumumuzu siyasî hedefler adına “istim” üzerinde tutmak için masa üzerinde her dem taze olarak tutulmaktadır.

Osmanlı ile kavgalı olmak veya Osmanlı’nın mirasını yok saymak bize acaba bu zamana kadar ne kazandırdı? Dönem ve devirleri sağlıklı bakış açılarıyla tahlil edebilmek için öncelikle kanımca “önyargılardan” ve “yıllarca uygulanan sistemli telkinlerden” arınmak gerekmektedir. Belki mütemadiyen söylediğim bir şeydir: ATATÜRK Osmanlı İmparatorluğu’nun zabiti (subay) değil miydi? İnkâr ederek, reddederek veya görmezden gelerek olan/olmuş olgu ve olayları değiştirme gücünüz var mıdır? Fani bir varlık olan beşerin böyle bir kudreti var mıdır, yok sayıyorum, yoksun! Güldürmeyelim kendimize, gülmeyelim birbirimize.

Osmanlı Devletini, dönemi ve devri itibariyle dikkate alarak; evet eleştirilmesi gereken yerleri açık yüreklilikle ifade etmek demek ne tarihe ne de bir medeniyet temsilcilerine leke sürer. Ama bu bağlamda, yirmi birinci yüzyıl küresel dengesinde, yaşadığın ülke ve devlet çerçevesinde “hakikatten” kopmadan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir yurttaşı olduğunu da unutmayacak ve kabulleneceksin.

Buna benzer hâller…

Kendilerini “Siyasal İslamcı” ya da “Yeni Osmanlılar” olarak tanımlayanlar tarafında da var: Tümden bir ülkeyi reddetme ve vatandaşlığından haz etmeme… Siyasal İslamcıların hâlleri aslında daha hazin ve hüzünlü! Bu tipte olan gruplar daha çok “hezeyan” içindedirler. Değerli okuyucular, olan ile olması gereken üzerinde değerlendirme yapabilmek ve bunu nizama geçirebilmek için her şeyden önce, “rıza almak”, “büyük ve meşruiyet sorunu oluşturmayacak çoğunluğun konsensüsünü” sağlamış olmak elzem gelir.

Sonuç olarak boş hayallerle, hezeyanlar ile hem zamanı hem de insanları heba etmek kadar ziyanda olma durumu yoktur:

Geçmişimizin kutlu olduğunu bilerek, maziden atiye milli bir şuur ile uzanarak ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir yurttaşı olarak, çetin dönemlerden geçeceğimizi de unutmayarak, tüm dâhili ve harici tazyiklere yekvücut olarak bir duruş sergilememiz, varlığımız açısından tartışmaya bile açık olamayacak kadar elzemdir.

Devamı
CHP Ne Zaman İktidar Olur? Sadra Şifa Verdiğinde...

Ülke gündeminden kopuk politika izlemek, gerçekten de artık insanlarımızda bezginliğe neden olmakta.

Aynı şeyleri konuşmak, aynı şeyler etrafında dolaşmak, ama nihayetinde verimli bir çıktıya ulaşamamak…

Üzücü. Üzücü olduğu kadar da hazin. Türkiye Cumhuriyeti özelinde tartışmalarda hani derler ya, burası muz cumhuriyeti mi, burası ATATÜRK CUMHURİYETİ…

ATATÜRK’ÜMÜZÜN kurduğu CHP hâlen günlerdir, aylardır iç işlerindeki sorunları, problemleri çözümleyememenin sancılarından dolayı, halkın sesi olamıyor.

DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM…

Bu kelimeleri serdetmeyen CHP yöneticisi neredeyse kalmadı! E tamam da elinizi tutan mı var? Adalet ve Kalkınma Partisini anlıyorum, sandıktan çıkmışlar ve ülkeyi 5 sene idare etmek için yetki almışlar. AK Parti hükümetinden ve Sayın Erdoğan’dan “yoğurdumuz ekşi” açık sözlülüğünü veya eleştirel yaklaşımını beklemiyorum zaten.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin(CHP) durumu gerçekten de artık içler acısı. Bakıyorum da kimsenin ilgisine mazhar olamıyor… Ne? CHP; ülkede zuhur etmiş olaylar veya gelişmeler neticesinde, “genelgeçer” açıklamalar ile yetinme yoluna gidiyor?

ENFLASYON…

Türkiye’deki ekonomik görünüm gün gittikçe olumsuz bir seyir izliyor. Marketteki ve pazardaki ürünlerin fiyatlarıyla emekçiye ve emekliye ödenen ücret ve maaş gelirleri arasındaki makas, gün geçtikçe yurttaşları karamsarlığa düşürecek vaziyetlere ulaşmakta.

Değerli okuyucular, ekonomik gelişme ve değişmeler bir çırpıda elinizin tersiyle masadan iteklenecek hususlar değil. İnsanların durumlarını Ankara’da ikamet eden milletin temsilcilerinin görmemesi de mümkün değil.

Şimdi bana diyebilirsiniz, tamam da memleketteki pahalılığın veya alımgücünün yetersizliğinin müsebbibi CHP mi?

Tabii ki değil.

*  *  *

Ama şunu da görün, AK Parti neden olduğu ortamın eleştirisini sizce yapar mı? Zaten seçimden “zaferle” çıkmış bir partinin, kendisini eksiklikleri noktasında eleştirmesini mi bekliyorsunuz? Ha belki bekleyebilirsiniz ama o sizin iyi niyetinizdir.

Demek istiyorum ki, CHP’nin daha ses getiren bir siyaset stratejisi izlemesi gerekiyor. Aylardır değişim ve dönüşüm türküsünün dışında bir başka ara nağme duydunuz mu CHP cephesinden? Buradan şunu da görmüş olduk, sandalye/koltuk demek ki sadece iktidar kadroları ve çevreleri için değil, muhalefetin en büyüğü ve iktidar olabilme potansiyeli en fazla olan partisi CHP için de vazgeçilmesi epeyce zor bir seçim.

Değerli okuyucular, ben burada CHP’yi eleştirme derdinde değilim, zaten çokça yaptığım bir şey. Zaten Cumhuriyet Halk Partisi (CHP,) sol veya sosyal demokrat mahallelerde yeterince eleştiriliyor.

Benim derdim, artık CHP’nin halkın ve toplumun gözünde bir şeyler yapabilecek konuma gelmesidir. Bugün yaşanan olumsuz birçok hadise ve gelişmelerden CHP’yi sorumlu tutan aymazlar var bu ülkede. Sosyal medya platformları özgüven patlaması yaşayan, iyi kötü bir şeyler karalayan insanların, yurdumuzda vuku bulan nahoş gelişmelerden ana muhalefet partisini sorumlu tutan yazılarıyla dolu. Yahu yapmayın diyeceğim ama mümkün değil. Bazı vatandaşlara bir şeyleri anlatmak değil, “izah” etmek de olası değil.

Benim artık siyasetten ve özellikle CHP’den beklentim, toplumun gazını alan açıklamalardan ziyade “eylemsel siyasete” dönmeleri. İnsanların gözünde CHP, “bir bakkal dükkânını” işletemez kanısıyla değer bulmakta. Neden bu böyle?

Hiç kıvırmayalım… Lamı cimi yok.

CHP üzerindeki yüklerden kurtulmadan, Türkiye’nin aydınlık yolculuğuna mihmandarlık yapamayacak gibi.

Daha önceki bir yazımda da ifade ettim: Cumhuriyet Halk Partisi, artık SADRA ŞİFA versin.

Yaldızlı cümlelerle dolu raporlar veya broşürler yazıp bastırarak değil. Bunu zaten AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ziyadesiyle yapıyor. Ben Türkiye’nin “kurucu partisinden” söz değil, icraat bekliyorum; ne ki insanların sıkıntısı ve elemleri günbegün artarken CHP’nin “oyun kurucu” olarak rol almaması, seçmen indinde yeniden değerlemeye tâbi tutulacaktır vesselam.  

Devamı
İnsanın Tekâmülü: Bir İleri İki Geri

İleri ve yüksek teknolojinin insanlığımıza en büyük kötülüğü insan değerlerinin aşınması yönünde oldu. Yaşanan sağlık problemlerinden tutunda modern kent yaşamına has insan insan, insan toplum iletişim kazalarında da ilişkilerin sarpa sarmasında da, kanımca insanları oldukları yerlere saplayan bu modern dönem teknolojik aygıtların ve uygulamaların çok büyük payı olduğudur.

Eskiden diye başlayan cümleler, eskide kalan mazi olan ânlar ve fotoğraf kareleri, bizleri anbean özlem tutan geçmiş dönem tünellerinde askıda bırakmakta. İnsanların birbirleriyle bir arada yaşamalarının anlam bulduğu büyükşehirler (kent yerleşimleri), artık insanlara dert ve tasadan başka bir şey vermez oldu. Kırsal kesimlerden kentlere büyük umutlarla ve yeni başlangıçlar yapmak amacıyla yapılan göçler de, artık kentlerin kaldırabileceği kapasitenin fazlaca üzerine çıkmakta.

Tarihsel dönemler çerçevesinden bakıldığında, insanların hem ilmi hem de teknolojik temelde yaptıkları buluşlar, icatlar ve bir dönem kapatıp yeni bir döneme yelken açmalarına vesile olabilecek tekâmüller(olgunlaşma, gelişme), insanlığın bir ileri iki geri dilemmasında(ikilem) yer almıştır. Gerçekten de yirmibirinci yüzyıl ve 2023 tarih sayfaları bağlamında bakıldığında, insanlık geçmişe nazaran uygarlık ve modernleşme açılarından epeyce bir mesafe katetmiştir. 

Mesafe katetmiştir etmesine de… İnsanların arasındaki manevi mesafe de açılmıştır. Artık bugün son tahlilde insan yığınlarının çoğunluğu, metropol diye isimlendirilen büyükşehirlerde yaşamlarına yön vermekte veyahut hayat mücadelesine katılmakta. Bu bağlamda, köy ya da kırsal yerleşim yerlerinden anaakım yerleşim yerlerine göçler, özellikle bizim gibi geleneksel toplum özelliklerini ne olursa olsun kimlikleri üzerinde barındırmaya devam eden ülkelerde de aşınmaya neden olmakta. Biraz dikkatli, hassas ve detaycı insanlar, toplumumuzun yitirdiği değerleri zamana yayarak da olsa fark etmektedir.

***

Köy hayatının karakteristikleri olan terbiye, yalandan dolandan uzak durma, saf olma hâli, özü ve sözünün bir olması, yardımseverlik, imece usulü işlerin düzenlenmesi, konuk severlik, çalışkanlıkKentleşmeyle beraber yerini adamsendeciliğe, dolapbeygirciliğine, üçkağıtçılığa, kısa yoldan emek vermeden yemek yeme eğilimine ve daha birçok insanî değer aşınmasına bırakmıştır.

Tüm ilerlemeler, insanların daha fazla miskinlik yapmaları ve cemiyet yaşamından uzaklaşmaları yönünde. İleri ve yüksek teknoloji altyapılı uygulamalar vasıtasıyla insanlarımız, artık    “bir tık ile” hem resmi hem de ticari iş ve işlemlerini zamandan tasarruf ederek, öte yandan bir mekânda(ortamda) bulunma zorunluluğuna katlanmadan kolayca hallediyorlar. Baktığımızda modernite ve hız takıntılı yaşam açısından müthiş bir kolaylık ve konfor sağlamakta. Öte yandan insanlar “bir ağ içinde” olmaktan gittikçe uzaklaşmakta.

Nezaket, ihtimam, saygı ve sevgi, bir gülümseme, hâl hatır sorma, pozitif mesajlar içeren iyi dilekler ise… İşte bugün insanlarımızın içine düştükleri bir HİÇLİK ve BOŞLUK duygu hâli var. Kır yaşamına göre fersah fersah büyük alanlara yayılmış kent yaşamı içinde hem ayakta kalmaya çabalayacak ve yarın için enerjisini ve moralini dingin tutarak, hiç durmaksızın kaldığı yerden, hayhuy telaşesi içinde kaybolup gidecek. Kusura bakmayın değerli okuyucular, bu allayıp pulladıkları ileri teknolojik ürünler, hiçbir biçimde insan-insan yakınlaşmasının yerini tutamaz.

Empati duyarak, selam vererek, hâl ve hatır sorarak, köşe başlarında veya mahalle kahvehanelerinde ya da uğrak yerlerde bir “es vererek” aslında, hasbıhal ederek, yekdiğerimizin sıkıntısını, sorunlarını, demoralize olmuş psikolojisini sağaltma işlevini gördüğümüzü unuttuk. Tüketime odaklanarak, daha fazla tüketmeye şartlandırılarak, bir es vermeye bile tahammülsüzlük çıkmazında hız kesmeyen hamhum şaralop yaşam tarzının, insan türünü sürüklediği yer ve aşama neresidir/nedir? Kapitalizm ve dolayısıyla küreselleşme vasıtasıyla dayatılan yaşam tarzlarının insanları diğerinden ve toplumdan uzaklaştırdığı kesinlikle ileri sürülebilinir. Karşılığında ne verdi? Şeyler… Çok daha fazla eşya, çok daha fazla hiç yüzüne bile bakmadığımız giyim-kuşam… Ezcümle, birbiri ardına birikmiş şey’ler… Ama gittikçe silinip giden insana dair davranış refleksleri.         

Devamı
Gözlemlerim Ve Yorumlarım

İktidarlar değişse de Türkiye’de nedense, olması gereken huzur ve barış düzeni yakalanamıyor.

Yıllarca koalisyon hükümetlerinin olduğu dönemlerde şikâyet konularının başında…

Parçalı yapılı iktidar teşkilinden dolayı, ülkeyi yönetme hususunda istikrarın ve sürdürülebilirliğin yakalanamadığı, kamuoyunun sürekli sakız gibi çiğnediği olgular idi.

Türkiye, 2002 yılına değin kâh sağ iktidarlarca kâh koalisyon teşkilleriyle yönetildiğinden ötürü ve ülkemizde artık bir heyula gibi sunulan “askerî vesayet” ile “jüristokratik vesayetin” siyaset kurumu içinde “müesses nizam” olarak varlığını sürdürmesi, sözde “demokratik bir rejim” varmış görünse de, uygun görülen siyasetçilerin iç işlerinden fazlasına müdahil olmaması yönünde idi.

Demokratik rejim, zaten ülkemizde hep “amaç ve araç” olarak algılandı ve siyasî partilerin hedeflerine ulaşıncaya değin “can simidi” olarak tutundukları siyasal aparat olarak kullanıldı.

Türkiye’de öte yandan cumhuriyet rejimimizin üzerine titrerken ve rejimimizin herhangi bir “karşı devrim” ile darmaduman edilmemesi için de sürekli teyakkuz hâlinde kaldık.

Türkiye’de kamusal alanlarda barışı “olması gerektiği” şekliyle tanzim edemememizin yine en büyük etkeni, kendimiz gibi olmayanlar ile bu ülkede “ortak bir yaşam idealinin” teşkil edilmemesi/edilememesi idi.

Garabet durumlar…

Heyulalar…

Niyet okumalar…

Türkiye’mizde birbirine benzemeyen grupların başvurduğu otomatik yaftalama mekanizmasının nüveleriydi.

Bugün de…

Türkiye’de değişmeyen tek şey değişimdir sloganına rahmet okutacak minvalde gelişmeler devam ediyor.

***

Rejimimizin ayarlarıyla oynamak için ellerinden gelen tüm çabayı hedef için kanalize eden siyasî partilerin ve kadroların varlığı ve öte yandan seküler bir devlet teşkilatlanması içinde faaliyetlerinin “iyi niyet” olarak değerlendirilemeyecek cemaat ve bu cemaat liderlerinin “Şeyh-Şıh” isimleriyle yüceltilerek geniş kitleler üzerinde etkin olma çabaları, ülkemizde esasen neden birlik ve bütünlüğü tesis edemediğimizin yıllara yaslanmış kanıtlarıdır.

Kutsal İslam dinimizin ülkemizde edindiği değerden yola çıkarak, siyaset yapmaya çalışan siyasî partilerin zaten dertleri hiçbir zaman bu ülkenin yoksul ve garip yurttaşları olmamıştır. Türkiye’de 3 Kasım 2002 yılında iktidar değişimi sonucunda, toplumda bazı şeylerin değişeceği minvalinde olumlu ve umutvâr bir hava uyanmıştı. Türkiye’de bu döneme kadar siyaset kurumu ile siyasî partiler var olmasına var idi, ama işte ancak “izin verilenler” kadarıyla politika üretmelerine müsaade ediliyordu.

Türkiye’de hedeflenen yerlere ve arzulanan değerlere ulaşamamamızın en önemli gerekçesi, iktidara aday olan, ülkeyi yönetmek arzusunda olanların, şikâyet ettikleri hususlar noktasında, yönetime geldiklerinde değişimi tetikleme aşamasında “isteksiz” olmalarıdır. Çünkü; geçmiş dönemlerde eleştirdikleri kanunlar, anayasa maddeleri, uygulamalar, teamüller, artık devran değiştiği için ve devranın devamı adına dayanak oluşturmanın bu seferde yeni dönemde “kırmızıçizgileridir.”

Geçmişte tezat olarak toplumumuzun önüne serilen olgular ve sorunlar, yeni dönemde iktidar sahiplerince politik aksın değişmemesi için, korunması gerekenlerin en başında gelmektedir. Türkiye’de sağ-sol cepheleşmesi veçhesinden baktığımızda, sağ siyasî kadroların memlekette sorun manzumelerinin başında gösterdiği olgu ve uygulamaların; mesela Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, bunların demokratik rejimin önündeki en büyük tıkaç oldukları, hatta hâlihazırdaki anayasanın bile kaç kere değiştirilmesine rağmen memleket ihtiyaçlarına cevap veremediğinin ifade edilmesine rağmen yeni anayasa yapımı için içtenlikli ve samimi bir seferberlik inşa edilememiştir.

Nedeni de bellidir. Demokratik bir rejim gerçekten de siyasetçilerin “asgari ölçütlerde tahammülünü” ve “mevcut siyasal sisteme” riayet etmesini ve sadakat duymasını bekler. Zaten Türkiye’de olan-biten şeyler, Türkiye’ye has şeylerdir. Türkiye manzaraları… Türk tipi başkanlık… Türkiye’ye has demokrasi… Uzar gider… Belki, bunda sıkıntı olmayabilir de, bunların, içine eklemlendiğimiz uluslarası sistemdeki karşılığıdır sorunu vaki tutan.

Devamı
Medyanın Yozlaşmadaki Rolü Ve Türkçe

21. yüzyıl iletişim ve bilişim çağıdır…

Daha doğrusu, yaşamlarımızı yönlendiren ve değişime tâbi tutan ana öge, iletişimde ve bilişimde yaşanan devrim niteliğindeki teknolojik cihazların keşfidir.

Belki burada yaşamlarımızı dönüştüren ve değiştiren, öte yandan yaşam kalitemizin gelişmesine aracılık eden bu teknolojik uygulamalar ve cihazlar…

Hem sosyolojik temelde…

Hem de bireysel temelde…

Sorunların “içinde bulunduğumuz çağ” itibariyle ana nedeni olmakta/olabilmekte.

Eskiden, teknolojinin hem “devasa boyutta” nicel ve nitel yönüyle yaşamlarımızı sarıp sarmalamadığı dönemlerde; gazete, gazetecilik, televizyon, televizyoncu, bu minvalde daha sınırlı bir boyutta idrak edilen olgular, toplumsalın ve bireyselin biçimlendirilmesinde rol oynarlardı.

21. yüzyıl- milenyum çağı- bilimsel ve teknolojik faaliyetler neticesinde; insanların yaşamlarını pratikleştirirken, kolaylaştırırken, zamandan ve mekândan soyutlanmasına aracılık ederken, yanisi bir devrime sebebiyet verirken…

Eskinin toplumsal karakteristiği olan tutum, davranış, hareket, duyuş; kitap okumak, yüzyüze ilişkiler, sosyalleşme (cemiyete karışma), birebir temas hâlinde olma ve benzeri birçok şey, dijitalleşmenin kurbanı oldular.

Tabii ki ben bu alanlarda “nokta tespit yapabilecek” uzman bilirkişi değilim. Ama, hanisi bu el kadar diye tabir ettiğimiz cep telefonlarıyla beraber tablet ve laptop gibi cihazların, neredeyse bedenimizin bir uzvu gibi hayatlarımızda “yer edinmesi”, esaslı olarak değerlendirilmesi ve sorgulanması gereken meselelerdendir ve geçiştirilemez. Pekâlâ, her yenilik toplumların ve tekil olarak insanların yaşamlarında müspet ilerlemeler ve kolaylıklar sağlarken, bunun uzun dönemli menfi tesirleri de zuhur etmekte.

***

Benim burada dikkat çekmek istediğim husus…

Kitle iletişim araçlarının yaşamlarımız üzerindeki “reddedilmeyecek düzeylerdeki” yozlaşmayı arttırıcı payı ve rolü. Evet, her yenilik ve buluş mutlaka insanlığın/insanların iyiliğine, mutluluğuna ve daha konforlu bir yaşam sürmelerine adanarak, insanlık ailesine sunulur.

Ama işte ya sonrası?

Bu buluşların; kâh yozlaşmadan kâh bizzat yozlaşmanın başat ajanı olarak rol almasından dolayı, toplumsal ve bireysel dejenerasyonlar ve yıkımlar görünmeye başlar.

TÜRKÇE…

ANA DİLİMİZ… Gerçekten de ana dilimizi gün geçtikçe daha da dibe sürüklüyoruz. Devrim niteliğindeki gelişmelerden ötürü, medya denen bir olgunun nerede başlayıp nerede sonlandığı, sınırlarının bilinememesi, insanların hem iletişim hem de bilişim reflekslerinde otomatikleşmesi…

Türkçede yetkinliğimizi, gözlemleyebildiğim kadarıyla yitiriyoruz. Evet, millet olarak belki eskiden de Türkçe’nin hakkını vererek konuşamıyor ve yazamıyorduk. Ama eskiden kanımca, ne telefon denen ne de tablet/laptop denen bilişsel yeteneklerimizi körelten bu buluş ve uygulamaların da esiri veya gönüllü âşığı idik.

Gerçekten de yıllardır gözlemliyorum. Öte yandan dilimiz adına dertlenen bilim insanlarının, dil uzmanlarının, bir anabilim dalında yetkin olan insanların neşrettiği makalelerini ya da kitap formundaki yazılarını okuyor ve ben de yaşanan/yaşanmakta olan Türkçe özelindeki vahamete üzülmekte ve yine buna elimden geldiğince dikkat çekmeye çabalıyorum.

Özellikle… Sosyal medya denen mecralardaki dil kullanımının, tercih edilen üslûbun hem geldiğimiz vahamet düzeyi açısından hem de gelecekteki yozlaşmanın nerelere kadar uzanacağı bağlamında, birçok işaretler barındırması…

Türkçe-anadilimiz- hakkında dertlenen insanları daha da bu hususlara eğilmeye yönlendiriyor. Gerçekten de kâh Türkçeyi kullanma tercihlerimiz, bol bol İngilizce-Tarzanca kelimelerle hercümerç olmuş cümleler kâh üşengeçlikten kaynaklanan acayip kısaltmalar, bazen siz de rastlıyorsunuzdur, kullanılan kısaltmadan onun ne demek olduğunun çözümlenemediği durumlara…

Velhâsıl… Türkçemiz, başlı başına “dertlenmemiz” gereken alanların en başında gelmelidir.  

Devamı
Gözlemler

Türkiye’de eğitim tartışmaları bitmiyor. Daha doğrusu, odağında eğitimin olup da spekülatif yapılmayan bir husus da yok. Haber bültenlerinde izliyoruz, gazetelerden okuyoruz… Gençlerin eğitim ile olan imtihanlarını… Zorluklarını… Özellikle eğitim ile atbaşı giden gelişme işsizlik. İşsizliğin genç nüfus içindeki payının giderek artması, gençlerin eğitim aldıkları sahalarda iş bulamamaları, yine artık ülkemizin “iş bulma-işe yerleştirme” mekanizması hâline gelen “nepotizm/adam kayırma”…

Tüm bunlar birbiri üzerine eklenince, ülkemizde yıllara varan ve sonrasında da çözümlenemeyen sorun dağları oluşmakta. Bazı konularda bir türlü yol alamadığımızı, seneler boyunca görüyor ve yaşam içinde deneyimliyoruz. Lâkin buna rağmen de yaşamın içinde işe yarayacak, insanlarımızın hem çalışma tatminlerini hem de hayat tatminlerini yukarıya çıkaracak “optimal bir çıkarımda” bulunamıyoruz. Neden? Çözüm nerede? Eğitim meselesinde senelerce her bakanlık değişimi neticesinde, uygulanmakta olan eğitim sistemimizi de değişime tâbi tuttuk.

Önemli olan değişim mi? Başında “Milli” yazan bir devlet kurumunun, gelinen noktada bu raddede değişime gitmesi ve her değişim sonrasında da yapılanlardan ve edilenlerden “verimli” bir çıktı sağlanamaması, nasıl izah edilebilir? Tabii burada önümüzde duran “eğitim probleminin” sadece tek bir parametresi yok ki çözümlenmeyi bekleyen. Yıllardan beridir, aileler, çocuklarının “mutlaka üniversite okuması” minvalinde şartlandırılmış vaziyette. Aileler, tabii ki sonuçta kendilerinin bulunduğu çevrelerden bu yönde bildirimler almaları veçhesinde, evladlarının geleceğinin en iyi biçimde oluşması adına bu kararları alıyorlar.

Ama tabii öte yandan, senelerce vurgulanan bir başka nokta da, işverenlerin ya da işyerlerinin “ara eleman” tedarik etmekte güçlük çekmeleri. Koç Holding’in bir ara dört elle sarıldığı “Meslek Meselesi Memleket Meselesi” mottosu da, daha önce üzerine titrenen “şeyler” gibi saman alevi misali unutulup gitti. Geldiğimiz noktada her ile üniversite şiarının da pek anlamı yok. İşletmelerin ihtiyaç duyduğu “beyaz yakalı” eleman ile piyasaya sunulan “beyaz yakalı” işgören, hiçbir zaman eşanlı kesişemedi, bu ekonomik düzenle de kesişemez.

***

Gerçekten de ne yapmak lâzım? Bakın değerli okuyucular, bu husus, üzerinde “şöyle bir durulup” geçiştirilecek bir hadise değildir. Zaten, Türkiye’ye has bir özellik olduğundan, konu her neyse şöyle bir üzerinde duruluyor gibi çalışılıyor gibi gösterilip sonra, yine abur cubur gündem ile meşgul olmaya devam ediyoruz. Hâlbuki en önemli mesele, eğitimdir. Öğretimdir. Öğretimin ehil ellerde eğitim ile taçlandırılmasıdır. Artık kanıksadığımız, herkes üniversite okumalı ilkesinden vazgeçmezsek, ülkemizde gençlerimizin büyük çoğunluğu “kayıp nesil” olarak adlandırılmaya devam edilecekler. Ülkemiz gelişen, gelişmekte olan bir toplum. Bu ülkede herkes “masa başı beyaz yakalı” diye adlandırılan zihin işlerinde, yani kalem ve bilgisayar işlerinde istihdam edilemez. Zaten devletin olsun özel sektörün olsun, bu raddede kadrolarının olmadığı da malumdur.

2023 dünyası, yüksek ve ileri teknolojinin işlere yön verdiği bir düzene tekabül ediyor. Bilişimin ve iletişimin daha önceki zamanlarda olmadığı kadar hayatî bir öneme haiz olduğunun şuurunda, insan kaynaklarımızı değişen ve dönüşen toplumsal düzenlere adapte etmek mecburiyetindeyiz. Evet, diyebilirsiniz, gençler üniversite okumasın mı? Genç insanlar üniversitede kendilerini eğitim ve öğretim süreçlerinden geçirmesinler mi? Elbette insanlarımız, kendi beşeri sermayelerini arttırmak ve yükseltmek için ellerindeki imkân ve fırsatlar dairesinde, faaliyetlerde bulunacaklar. Zaten sıkıntı, ülkemizde gelişen ve değişen ekonomik dinamiklerin ve piyasaların olması gerektiği çerçevede tahlilinin yapılamamış olması.

Yıllardır Türkiye’de seslendirilen bir realite, artık “yükte hafif pahada ağır” ürün ve üretim modellerinin ve anlayışının sağlanması. Gerçekçi tahlil yapamaz isek ve Batı (Avrupalıların) ülkelerinin çoktan katettikleri mesafeyi bizler hâlen debelene debelene almaya meyledersek, muzdarip olduğumuz “orta gelir tuzağından” da “düşük standartlı demokrasiler” liginden de bir öteye geçemeyiz. Bu bağlamda, beden gücü ve zihin gücü iş ayrımını, Türkiye’mizin gereksinimlerini göz önünde tutarak planlamak durumundayız. Bu durumda eğitim sistemimizin de değişen toplumsal reflekslere uyumlu olarak yeniden inşa edilmesi; ezberden ve bol bilgi depolamanın neden olduğu hantal yapıdan ziyade, analitik düşünebilen, parça-bütün arasında analiz yapabilme gücünü geliştiren, temel bilimlerde (matematik, fen bilimleri gibi) asgari ölçülerde donanıma sahip olmakla birlikte işlem yapabilme yetisinin tedrisat sıralarındaki gençlerimize aşılanması, bundan sonraki yıllarda (süreçlerde) zorunluluktur.

***

Her sene, yılsonuna doğru emekçilerin asgari yaşam düzeylerinin tesis edilebilmesi adına “asgari ücret”, “dostlar alışverişte görsün” misali uzun mesailer(!) neticesinde tespit edilir ve uzun tartışmalar(!) sonrasında da uygulanır. Ücret sistemleri ve takip edilen ücret politikaları, bizim gibi az gelişmiş (gelişmekte olan) ülkelerde “bilirkişi kamuoyunun” ve sade vatandaşların en fazla çene yordukları hususların başındadır. Asgari ücret, adı üzerinde emekleriyle geçinmek zorunda kalan geniş kitlelerin tüm sene boyunca hayatlarını idame ettirmek babında “temel ihtiyaçlarını” tedarik etmeleri adına devlet dayanağıyla yapılan ücret ödemesidir. Bir bakıma, “taban ücrettir”. Bunun altında ücret veremezsin, demektir.

Öte yandan son yıllarda aşina olduğumuz bir başka kavramlaştırma ise, “yoksulluk sınırı” ile “açlık sınırı”’dır.
Gel gör ki tatbik edilen asgari ücret, bu meyanda ne açlık sınırıyla ne de yoksulluk sınırıyla baş edebilecek seviyededir. Zaten bir de işverenlerin insafına kalmışsanız, “yandı gülüm keten helvadır”! Ara sıra duymuşumdur, paraya sevdalanan işverenlerin ödeme yaptıkları asgari ücretin bir kısmını bile, “örtülü bir biçimde ya çalışırsın ya da kapı orada” nezaketiyle(?) geri aldıklarını.

Bu ücret (asgari ücret), çalışma düzenleri üzerine tefekkür ederken, gözden kaçırdığımız ya da göremediğimiz bir diğer insanî hâl ise, bizim işgören kesimimizin Avrupalı işgörenlerden “çok daha fazla” çalıştığıdır. Yeri geldiğinde, dönemimizin, ilerleyen gelişmeler vasıtasıyla çalışanlara daha fazla “boş zaman aktivitesi” için zaman tahsis edeceğini muştulayıp duruyoruz ama, öte yandan senelerce değişmeyen iş yaşamının haksız bir rekabet ortamına dönüşmesine vesile olan kabulünü değiştirmek içinde çabalamıyoruz: Asgari ücret alıp azami çalışıyoruz!!!

Teknolojinin baş döndürücü bir hızla değişime uğradığı ve etrafında ilintili olduğu ne var ne yok sert bir şekilde dönüştürdüğü zamanlarda bizlere telkin edilen, “Evet robotlaşma ve otomasyon, belki bazı meslekleri ve iş kollarını tehdit edebilir ama çalışanların boş zamanlarının artışına paralel olarak, ailelerine ve kişisel gelişimlerine yönelik tahsis edecekleri vakitleri de artacak.” şeklindeydi. Evet ne oldu? Gerçekten de bazı teknolojik ilerlemeler şuan hayatî bir biçimde olmasa da bazı meslekleri tehdit edebiliyordur, belki de esas yıpratıcı ve yok edici izlerini gelecek yıllarda daha berrak müşahede edebileceğiz. Olaya “hem … hem” bağlacı izdüşümünde baktığımızda; hem çok çalışıp az boş zamana sahibiz hem de asgari ücretle sefalet kuyusuna düşmemek için didiniyoruz.

Devamı
Kemal Kılıçdaroğlu

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) sabık Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu kurultay seçimini kaybetti. Kurultay seçimini kaybederek genel başkanlığı da devreden Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasından yazmak istemeyenler mi… Kemal Bey ile ilgili duygusal yoğunluğu fazlaca olan yorum ve yazılar mı…

Kemal Bey (Kılıçdaroğlu), 10 yıldan fazla süreyle CHP Genel Başkanlığı yaptı.

Gerçekten de CHP için ve özellikle CHP içinde önemli değişim ve dönüşümlere ön ayak oldu. Müzakereye önem vermesi, son yıllarda toplumun tüm kesimlerine yönelmeye çabalaması, insanlarla diyaloga önem vermesi ve aslında elinden geldiğince demokratik bir sistemde olması gerektiği kadarıyla iletişime ve konuşma fırsatlarına imkân tanıması, Kemal Bey’in es geçmememiz gereken önemli atılımlarıydı.

Ne çabuk unutuldu/unuttuk? Sırf AK Parti hükümetleri “bir şeyler” yapıyor diye, ANAYASA MAHKEMESİNİN önünden ayrılmayan bir CHP tüzel kişiliği vardı! Bunun, “makul bir düzeye” getirilmesinde Sayın Kılıçdaroğlu’nun payı yadsınamaz. Tabii ki Sayın Kılıçdaroğlu döneminde de mahkeme önlerinden ayrılamadıkları zamanlar oldu.

Kemal Bey’e en fazla eleştiri partisini sağ kulvara çektiği yönünde yapıldı. Yeterince laikliği ön plana çıkararak, siyaset yapmadığından ötürü de, çok fazlaca eleştirildi.

Kemal Bey’i kanımca çok fazla anlatmaya gerek yok. Evinde onunla bir olmadığımızdan, yıllara dayanan bir hukukumuz olmadığından, hiçbir sohbetimiz olmadığından ötürü, yanisi sadece televizyon ekranlarındaki siyasal performanslarına istinaden söyleyecek olursak, Kemal Bey kanımca dürüst, ahlâklı, çalışkan, iletişime açık, kamusal çıkarlara önem veren, milletinin daha iyi olması adına geçmiş müktesebatı babında çabalayan bir yurtsever yurttaştır.

Ama demek ki olmayınca olmuyor.

Zorlamamak gerekiyor.

***

AK Parti’nin 21 yıllık hükümet dönemlerinde şunu da deneyimlemiş olduk:

Genel Başkanlık şapkasıyla…

Liderlik şapkası çok farklı şeyler.

Genel Başkanlık şapkasını giymek, bir partinin genel başkanı olmak, Türkiye bütününde gönülleri kazanmak için kâfi olmuyor. Yetmiyor.

Burada “polemiğe” girmeye gerek görmüyorum.

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan; sadece genel başkan değil, bir hareketin, bir siyasal görüşün (ideolojinin) veya bir davanın “lideridir”.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu meyanda en büyük hatası veya yanılgısı değişim, dönüşüm, değişimcilik kelimelerini çok fazlaca kullanmalarına rağmen, “statükoda” inat etmeleridir.

Bizim gibi ülkeler yaşanan değişimleri zamanında tecrübe edemediğinden ve toplumumuzun dokusuna uyar mı diye ince elemeden olduğu gibi adapte ettiklerinden, dış diyarlarda sorunsuzca devam edegelen yönetime (sisteme) içkin değerler ve davranışlar, bizim memleketimizde “devranın devamı” olarak idrak edilmekte ve sürdürülmektedir.

 

Sağ partiler açısından bakarsak…

LİDER KÜLTÜ…

LİDER SULTASI…

TAM BİR İTAAT VE BİAT…

Sol cenah açısından baktığımızda…

POLİTBÜRO zihniyeti…

PARTİ İÇİ KLİK HAREKETLERİ…

HİZİPÇİLİK…

Burada şöyle bir şey seslendirilebilinir: Recep Tayyip Erdoğan niye koltuğu bırakmıyor… Elcevap, seçim kazanan bir kişiden böyle bir talepte bulunmanın, bırakın mantıkî dayanağını, absürtlüğünü bile konuşmaya gerek yok.

Kemal Bey’e, bundan sonraki yaşamında ailesiyle huzurlu sağlıklı ve verimli bir etkinlik, temenni ederim.  

Devamı
Gözden Kaçmasın, Atatürk Düşmanlığı

Türkiye’de aynı fikrî geçmişe sahip olmasak da bir bütünlük içinde, yani “ahenk” içinde yaşamak mümkündür.

Yoksa…

Mümkün değil midir? Tamam, seneler boyunca aynı sıralarda eğitim ve öğretim süreçlerinden geçiyoruz ama yekpare olmamız hem mümkün mü hem de olası mı?

Yıllardır Türkiye’de değişmeyen manzara…

ATATÜRK DÜŞMANLIĞI… İnanılır gibi değil. Bu ülkenin kurucu LİDERİ ile bu toplumun bazı kesimlerinin bir alıp veremediği var; ve her fırsatta toplumumuzun tansiyonunu yükseltmek için ellerinden gelen manipülatif eylem ve söylemlerin içinde olmaktan da kendilerini alıkoymuyorlar.

Artık tekrar etmeye gerek var mı? ATATÜRK, bu ülkenin sarsılmaz bir değeridir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini atan, tarihte bu vatan topraklarının dönemi itibariyle eşi benzeri görülmemiş biçimdeki bir savaşla ecdadımızla birlikte yerini alan, ülkemizin gelişmesi ve kalkınması için döneminin şartlarının üzerinde gayret göstererek, Türk Devletinin dünya medeniyetler ailesi içinde şan ve şeref ile yerini almasını sağlayan bir kişiliktir, ATATÜRK.

Acaba içlerine sindiremedikleri husus ne, bu hâlâ geçmişe takılı kalıp ATATÜRK düşmanlığını içlerinde büyüterek, diğer insanlara da geçmesi için çabalayan güruhun?

Yıllardır yazılır ve çizilir… Bazı mahfiller, ellerinden geleni ardına koymadan devam etsinler, tarih yapılmış ve yazılmaya devam edecek ve edilmektedir. Bu karanlık düşünceli insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, bu ülkenin “kurucu lideri” üzerinden nefret ve kin tohumlarını, arzuladıkları istikâmette atamayacaklardır.

Öte yandan, bu ülkenin bir diğer önemli değeri veya mukaddesi, İslam dini ve Müslümanlık kimliğidir. Modernlik ve çağdaşlık göstergesi ve gösterişi adına da bu ülkede İslam dininin ve Müslümanca yaşam tarzının aynı şekilde itibarsızlaştırılmasına da izin verilmeyecektir. Ülkemizin mukaddesleri bellidir ve bunların üzerinden ikbal amaçlı faaliyetler içinde olmak, hiçbir şekilde toplumsal huzurumuzun ve bütünlüğümüzün lehine olmayacaktır.

Devamı
Türkiye’nin Ortadoğu Coğrafyasındaki Yeri Ve Rolü

Filistin Davası, Türkiye’de nedense “ideolojik” boyutuyla yankı bulmakta.

Kabullenilmesi zor bir durum.

Filistin’de, daha doğrusu Gazze’de yaşanan dramın ne ırk ile ne din ile değer görmesi mümkün değil.

HAMAS tarafından düzenlenen bir saldırı sonrasının, tüm bedelinin Filistinlilere, Gazze’de tecrit durumunda “yaşam savaşımı” veren masum bir halka ödettirilmek istenmesi, her şekilde vicdanen rahatsızlığa neden olmalıdır.

HAMAS örgütü tarafından bir saldırı gerçekleştiriliyor ve teolojik devlet İSRAİL, bu fırsatı bir toplumu katletmek adına kullanıyor. Zaten genel kanı, İsrail’in kabul gören bir devlet kalıbının içine girememesi.

Hukuk dinlemiyor ve tanımıyor.

Uluslararası sözleşmelerin, İsrail bakımından sanırım hiçbir geçerliliği yok.

Yine, İsrail devletlerarası hukuka da riayet etmiyor. Bu bağlamda, İsrail için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmelerinin de pek değeri yok, zaten kendinden başkalarının insanlığına bile saygı duymuyor.

Dünyanın jandarması Amerika Birleşik Devletleri, sanki Ortadoğu bölgesindeki karışıklıkların müsebbibi değilmiş gibi, İsrail’e destek amaçlı uçak gemisini gönderiyor. Yıllardır bu bölgede tecrübe edilen sıkıntılardan ve elemlerden hâlen ders alamayan bir Müslüman toplumu, Araplar, Filistin davasında bir araya gelerek olması gereken tepkiyi veremiyorlar.

Yine bu bağlamda, İngiltere de bu yaşanan katliama destek amaçlı olarak bir deniz unsurunu bölgeye gönderme kararı alıyor. Eğer bu bölgede huzur ve sükûnet hâsıl olacaksa, bu da ancak Batı kampının riyakârca davranmaktan biran önce vazgeçmesine bağlı.

Ortadoğu’da kalıcı huzurun ve barışın tesisini sadece bölge halklarının çabalarıyla sağlamak zor gibi.

Bu bölgeden fersah fersah uzaklıktaki emperyalist devletlerin, kendi yaşamsal gereksinmeleri adına bu bölgede daha fazla şeytanî planlamalar yapmalarının önüne geçilmeli.

***

Türk toplumu olarak da bu süreçte hiç bize yakışmayan yazımlara ve yorumlara denk geliyorum.

Arap milletlerin geçmişte yapmış oldukları bazı hadiselerden yola çıkarak, 2023 yılında İsrail din devletinin, aklıevellerin işbaşında olduğu bir aşamada, masum Filistin toplumuna çoluk çocuk dinlemeden uyguladığı baskıyı ve mezalimi, kendi konumlandıkları mahallelerden değerlendirmeleri de hiç gerçekçi değil.

Bu zamanda, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), ister adına BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) diyelim ister GOP(Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) diyelim, Ortadoğu coğrafyasını yeniden biçimlendirme iştahı içinde her türlü ahlâhsızlığa ve vicdansızlığa yol verdiği hakikatinde, bizim Türk toplumu olarak, masumdan ve mağdurdan yana olmamız elzemdir.

İşte bugün Ortadoğu bölgesinden kilometrelerce uzaktaki ülkelerin ne işi varsa bizim de bu bölgelerde işimiz var. Hani bazı entel ve solcu geçinen kesimler, ülkemizin pro-aktif siyaset izlemesinden rahatsızlık duyuyorlar ya!

Ne ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ne kurulduğu dönemlerde ne de şimdilerde dünyanın bozgunculuğuna soyunan ABD ve İsrail gibi hegomanik amaçları ve emelleri olmamıştır.

Türkiye olarak bizim bu bölgelerde, özellikle sınır hatlarında Suriye gibi Irak gibi Afganistan gibi ülkelerdeki karışıklıklardan zuhur edebilecek kaos ve kargaşa ortamlarının yol açacağı güvenlik zafiyetlerinin bertaraf edilebilmesi adına hem sahada askerî olarak hem de diplomatik olarak “varlığımızı” göstermek mecburiyetindeyiz.

Türkiye’mizin hem sınır güvenliği açısından hem de kentlerimizdeki ve diğer yerleşim yerlerimizdeki gündelik yaşamın sekteye uğramadan devamı minvalinde, milli güçlerimizin ve tüm toplumumuzun birlik ve beraberlik içinde olması zorunluluk arz etmektedir.

Zaten, dünyanın jandarmalığına soyunan ABD’nin ve sütre arkasından küresel nizama kendi görüş ve yaşam felsefelerine göre hayat hakkı tanıyanların bir bilinmezliğe ve yok oluşa neden olabilecekleri tasarımlarına, ancak milli güçlerimizle ve her şeyden önce AGÂH olarak istim üzerinde olabiliriz.

Yoksa…

Bana ne ya boş vermişliği ve abur cubur gündemin ipine takılıp gidersek…

Olabilecekler noktasında hamle yapma şansımız ve opsiyonlarımız, ayık olma hâlimize göre epeyce zayıf kalır.              

Devamı
Her Ne Talep Ediyorsak, Refah Devleti Olmadan Zor Gibi!

Türkiye bölgesindeki ülkelerden gelişmişlik ve modern bir ulus devlet olması hasebiyle ayrışmaktadır.

Türkiye’de yıllardır çenelerimizi yorduğumuz husus, demokratik olgunluğun yeşerip serpilememesi yönündedir. İşte bu yüzden de 3 Kasım 2002 tarihine gelinceye değin neredeyse 10 yılda bir örfî idare (askerî darbe/müdahaleler) düzenlemelerine maruz kaldığımızdır.

Ama gel gör ki izafi açıdan siyaset kurumu içinde bir istikrar edinmemize rağmen, ülkece her nedense “refah devleti” olamıyoruz. Ekonomik olarak büyümemize rağmen, bu ekonomik büyüklüğün tabana yansımalarını da 21 yıl boyunca göremedik! Evet, belki ülkemizde artık siyaset kurumunun içine, sivil olmayan askerî müdahaleler olmuyor olabilir.

Ama bu durum, Türkiye’deki “demokrasi bilincini” de “demokrasiyi içselleştirme” hasletini de yükseltemedi. Evet, Türkiye’de 21 senedir bir istikrar var, sürdürülebilirlik var ama bunun yanında ülkemizde tüm alanlarda sıçramayı tetikleyecek ekonomik refah yok. Anayasa metninde “sosyal devlet” ilkesine atıf var, o da zaten refah devleti için çalışmaları düzenler.

Ama şu zamana değin Türkiye’de bırakın refah devleti olmaya yönelik adımları ve siyasal politikaları, demografik yapı içindeki sınıfsal bölünmeler/aralıklar gittikçe açılmakta. Bunu laf olsun torba dolsun diye söylemiyorum. Hakikat bu yönde. Türkiye’de artık son tahlilde “orta direk/sınıf”, uygulanan siyasalardan ötürü yok edildi. Bugün itibariyle Türkiye’deki sosyolojik görünüm, iki basamaktan ibarettir:

Üst gelir sınıfıAlt gelir sınıfı.

Bunun ötesi yok değerli okuyucular. Neden? Nedeni de sanırım uygulanan iktisat politikalarında. AK Parti yıllarca hep nedense iktidarı döneminde “siyasal kazanımlar” çerçevesinde takdir edildi ve bu yönde desteklendi. Burada saymaya gerek yok. Askerî vesayet ile yargı vesayeti (jüristokrasi), özellikle Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti iktidarının sivil-üniformalı mücadelesinde görünürde demokrasiye düzey atlatmak ve halel getirmemek için, dirayetli duruşları sayesinde siyaset kurumunun içinden “peyderpey” temizlendi.

E tamam da “ileri demokrasi” ve “Yeni Türkiye” şiarında, 2023 Türkiye’sinde geldiğimiz zemin nedir/neresidir?

***

Neden bizler de Avrupa timsali olan bir Almanya veya Fransa gibi “marka” ülkeler olamıyoruz? Şunu da not edeyim. Bunu, ben söylemiyorum… Türkiye üretmiyor. Daha doğrusu refah devleti olabilecek potansiyel bağlamında üretmiyor. Her şeyden önce, A’dan Z’ye Türkiye’de tasarlanan ve herhangi bir dış destek sağlanmamış bir markamız yok. Bugün fabrikalarda üretilen mal ve ürünler, dışarıdan sağlanan finans ve ham madde desteklerinin nihayetinde vücut bulabilmekte.

İmalat sanayimiz ithalat odaklı. Türkiye’mizde milli ve yerli olarak tasarlanarak üretilmiş bir tane stratejik ürün gösterebilir miyiz? Savunma Sanayii atılımlarını kastetmiyorum. Bana, bugün için Almanya’da veyahut bir başka Avrupa Birliği ülkesinde, memleketimizde üretilip de ihraç edilmiş üretimde direkt kullanılan bir makine ya da benzeri bir ekipman gösterin! İHA veya SİHA, zaten ülkemiz için gurur kaynağı…

Ben bunun dışında bir hareketten ve hamlelerden bahis açıyorum. Üretmeyen toplumlar ne yazık ki gelişmiş ve müreffeh toplumların “pazarıdır” ancak. Sosyal devlet ya da refah devleti ol(a)mamanın bedelini de, içtimai yaşantının her kademesinde üzüntüyle deneyimliyoruz. 21 yıldır tek parti iktidarının avantajı olarak sunulan istikrar ve sürdürülebilirlik veçhesinde, 2023 yılında gele gele dış ülkelerden gelecek dövize odaklanmış vaziyetteyiz.

***

Arap ülkelerinden gelecek para, eğer ki gelebilirse… Avrupa cephesinden gelecek para, eğer ki gelebilirse… Hangi doğrultuda nereye gelecek? Yıllardır yazıyoruz/yazıyorlar: Bu gelecek finansman, doğrudan yatırım akçesi değilse ve değerli kağıtlar üzerinden paraya para katmak ise… Bunun adı “dolaylı yatırımdır” ve toplumun müreffehi değil, yatırımcının bireysel servetine servet katması gözetilir.

Hâlbuki, geçtiğimiz zamanlar boyunca reel ekonomik birimler “olması gerektiği” düzeyde ve oranda desteklense idi, reel ekonomik faaliyetler hızlandırılsa idi, kamu iktisadi kuruluşları tasfiye edilirken( görev zararı ve düşük verimlilik saiki ile), keşke yerlerine hem istihdam arttırıcı hem de milli ve yerli şiarına uygun üretim yapabilen tesisler inşa edilse idi…

Kanımca…

Başka bir Türkiye olabilirdi.

Dünya döndüğü sürece de beklentiler devam edecek: Daha demokratik bir refah toplumu olma yönünde…    

Devamı
Bu Ülke... Yitip Gidenlerin Ülkesi...

Gün geçmiyor ki toplumsal dengemizi altüst edecek haber veya gelişmeler ile güne başlamayalım...

Evet...

Klişe bir cümle... O zaman şu cümleye ne demeli: “Başka bir dünya mümkün...”

Değerli şair-düşünür-yazar Özdemir İnce’ye ait bir cümle.

Tamam da nasıl olacak?

Bu kadar değer kaybının, yozlaşmanın, etik değerlerin yerin dibine girdiği bir toplumsal nizamda...

İnsanlık adına, Türkiye adına daha güzel bir yaşam idealinin tahayyülünü, nasıl içimizde besleyeceğiz? Toplumun bu raddede kayıtsız ve duygusuz hâle gelmesi, gerçekten de ân olarak kaygı verici ama öte yandan ilerleyen dönemlerde toplumumuzun bu yaşananlara karşı olumsuz olarak değerlendirebilecek kayıtsızlığı, her nevi çürümenin de nüvesi olmaya kaynaktır.

İnsanlar ne hâle geldi/getirildi? Koronavirüs salgınından beridir dünya ölçeğinde zaten bir şeyler tertipleniyor... Ben, bu husus üzerine bir şerhi her zaman koyuyorum.

Amma velakin ulus devletler gerçekten de “bir girdaba” muhatap tutuluyor. Türkiye’de yaşanan şu son 1 ay içindeki gelişmeler, vukuatlar, ileride yaşanması olası hadiseler...

Görüyoruz...

Eğer bir ülkede seküler olarak “nizamı ve asayişi” temin edemiyor, etme yönünde “kararlı adımlar” için ivedililik sergilenmiyorsa...

Kentler...

Kentlere hayat veren ana yollar, caddeler, mahalleler, dahası nefeslenme yerleri ve bilumum insan varlığının anlam bulduğu yerler; artık bizzat insanların can ve mal bütünlüğünü tehdit eder hâle geliyor/getiriliyorsa...

İrkilmek gerekmiyor mu?

Her gün insanın bu da olmaz dediği gelişmeler, silsile misali dalga dalga televizyon ekranlarından ve gazete manşetlerinden dimağlarımızın içine zerk ediliyor.

*       *       *

Farkında mısınız bilmiyorum? Farkına varmak için çaba harcıyor muyuz, yine bilmiyorum... Esasında, farkına varmamamız ya da bir “şeylerin” ayırdında olmamamız için sanki kötücül hedefler peşinde koşanlar tarafından zihinlerimiz, belleklerimiz, gözümüzün takılabileceği her yer kusursuz bir biçimde örümcek ağı misali hakikat ötesinde işlenip biçimlendiriliyor.

Yani, başka nasıl bir yorum yapacağız, bilemiyorum.

Bilmem, yine hatırlıyor musunuz? COVİD-19 döneminde yazılan yazılarda ve yapılan yorumlarda; bu “yaşanandan” dolayı “YENİ NORMALE” hazırlanmamız gerektiği felan söyleniyordu.

Bu, nasıl bir normal idi? Koronavirüs sürecinde, sürekli bir türkünün/ezginin nakaratı misali “yeni normal” tekrarlanıp durdu. Sanki gizemli bir şey...

Koronavirüs döneminden beridir de “NORMAL” ne “ANORMAL” ne; sağlıklı tahlil yapabilme dinginliğine sahip miyiz? Ağır çalışma koşulları altında, sürekli yinelenen mekanik davranışlar neticesinde, “ezber hayatların” figüranları hâline GETİRİLDİK.

Etrafınıza bir bakın...

Burnundan soluyan insanlar... En ufak etki-tepki misali reaksiyon vermeye meyyal sinirli tipler.

Gerçekten de ne oluyor? Ne oluyoruz? 100.yüzyıl... TÜRKİYE YÜZYILI... İnanın, büyük cümleler kurup bunları sarf edince ne büyük ülke ne de büyük devlet oluyorsunuz.

Günbegün yaşanan kadın cinayetleri...

İş yerlerinde iş kazaları neticesinde hayatlarını kaybeden düşleri ve umutları olan YURDUM İNSANLARI...

Caddelerde duyarsızlıktan ve nizama olan saygının yitiminden olsa gerek trafik kazalarında can veren bu ülkenin umudu olan, bu ülkenin umudunu yükseltecek insanları...

Bu saydıklarımın hiçbiri rakam, istatistik değil.

Kağıda geçen sayı olabilir ama aileler indinde ve yer edinilen kalp otağlarında bu insanlar değerleri “hiçbir dünyevî şey ile” ikame edilemeyecek ve eşdeğer tutulamayacak bir taneler idi.

Sarsılmak ve irkilmek gerekiyor: Bu boyutlarda ahlâksızlığın ve toplumsal erozyonun iyiden iyiye “normalleştirilmesi”, “kanıksanması”, “hissizleşme”...

Es vermek lâzım... Denge lâzım... Durup arkaya bakmak lâzım... Neler olup bitiyor? Ezbere yaşamlar, otomatiğe bağlanmış davranış kalıpları... Sayılan insanlar, insanî sayılar, hayat derdinde yaşamını yitirenlerin çetelesi, sürmenaj beyinler.

Mürekkep bitti.

NOKTA.

Devamı
İdeolojilerin Kibrinden İdeallerin Masumiyetine; Tahakkümden Feraha/Refaha Bir Yol…

Eğer gerçekten de içeride sağcısı olarak solcusu olarak hem memleketimizde hem de dünyada, asûde bir yaşam için kardeşlik için huzurlu bir hayat için, sonlu bir dünyada “görece bir sonsuz huzur” için… Dertleniyorsak…

Her şeyden önce…

Birbirimizi yaftalamaktan derhal vazgeçeceğiz. Yıllardır bir türlü öğrenemedik; bu ülkede inandığı değerler bağlamında kendisine SOLCULUĞU uygun görenlerin de SAĞCILIĞI uygun görenlerin  de “en az yekdiğerleri” kadar bu ülkeyle bir dertleri var.

Bu ülkeye SEVDALARI var.

Bu soluk alıp verdikleri toprakların her daim daha iyi olması yönünde “idealleri” var, “hayalleri” var.

Ne olduysa zaten, bu topraklara emperyalizm, “İZM” melanet tohumlarını attığı vakit oldu.

En son güncel gelişmeler bağlamında da, Türkiye’de senelerce çözümleyemediğimiz kâh etnik odaklı kâh dinî odaklı sorunlarda da, kördüğüm arkasından önünden gittiğimiz, âdeta celladına kurban/âşık şekilde ram olduğumuz “ideolojik bağnazlıktır”.

Türkiye’de siyasî angajmanlarına göre yer aldıkları mahallelerde insanlarımız, aynı toprağın aynı kültürün aynı mukaddeslerin vücuda getirdiği “ortak yaşam idealini” yıllarca inşa edemedi.

Neden?

Yıllardır memleketimizde ileri sürülen sav:

Dış mihrakların (siz bunu emperyalizm olarak kabul edin, gizli servisler olarak kabul edin, karanlık odaklar olarak kabul edin, işte malum localar, isterseniz de dünyanın jandarması ABD olarak kabul edin…); Türkiye’yi, Anadolu topraklarını, bizlerin inisiyatifine bırakmayacaklarıdır.

E bunca zaman yapılan nedir zaten?

Türkler’in yanında görünüp Türklerle birmiş gibi görünüp, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “altını oyma için”, tüm çabalar.

***

CUMHURİYETİMİZİN 100. yılını idrak etme sürecindeyiz. Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN hedefi ne idi? Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken, ayakta kalan Anadolu topraklarında “imtiyazsız, eşit ve onurlu” insanların/fertlerin/yurttaşların yaşayacakları bir yurt inşa etmekti. Mustafa Kemal ATATÜRK üzerinden siyaset yapanlar da ulu önderimize saldıranlar da, keşke onun kadar yapık-ettiklerinin, vesile olduklarının şuurunu bihakkıyla belleklerine nakşedebilseler.

Gelmek istediğim husus…

Artık sahiplendiğimiz ideolojilerden midir yoksa tedrisat sıralarında senelerce beyinlerimize “usul usul” zerk edilenlerden midir; bilemiyorum…

YABANCILAŞMA ve…

Yekdiğerine/yekdiğerini ÖTEKİ gibi bakma/görme!

En güncel gelişmeler üzerinden bu arızalı hâl’e baktığımızda gördüğümüz, insanların “ortak bir idealinin” varbulunmamasıdır. Ama ideolojileri, onları tahakküm altında tutabilmektedir.

Bugün, FİLİSTİN’DE Filistinlilere yönelik bir “soykırım” uygulanmakta; kanımca bundan kimsenin “şüphesi” yoktur. Demek istediğim; eğer Siyonizm’e ve Emperyalizm’e gönüllü uşaklık yapılmıyorsa, tadılan güzel günlerin biteviye devamı babında.

Ama öte yandan bizler/sizler yaşanan mezalimden ötürü, bir ırkın tüm bireylerini, yaftalama kampanyasının içine katarsak/katarsanız; işte ne bileyim tüm Yahudiler, tüm Museviler veya Ermeniler, Kürtler, Amerikan yurttaşları vb. gibi.

Bu tıpkı DEVLET ve HÜKÜMET ayrımında olması gerektiği gibidir.

Devlet büyük bir aygıttır. Hükümet seçimle işbaşına gelen “siyasî iktidar” gücünü kullanan bir bileşendir.

Netanyahu hükümetinin, tüm Yahudilerin/Musevilerin sesini ve ortak duygularını temsil ettiğini zannetmiyorum ve kabul etmiyorum.

Değerli okuyucular, kin ve nefret suçu, kin ve nefrete vesile olabilecek söz ve eylemler nasıl ki huzur ve barış ortamı için cehennem kapılarını aralayabiliyorsa…

Etnisite ve din merkezli toptancı bakış, yaftalama, ötekileştirme, şıpından yabancılaşmaya ve düşmanlaşmaya ortamı amâde bir biçimde hazırlar.      

Devamı
Büyük Şeyler Küçük Adımlar İle Başlar Derler; Yaşanan Bir Soykırım Karşısında Daha Fazlası Da Elzemdir

Günlerdir kâh televizyon ekranlarında olsun kâh sosyal medya ağlarında olsun, Gazze’de işlenen katliam suçuna bigâne kalmak, gerçekten de insan olabilme erdemineulaşmış insanlarda deyim yerindeyse ruhsal boyutta yıkıma neden oluyor.

Burada…

Batı riyakârlığını görmek, Batının işkenceci ve kıyımcının yanında olduğunu görmek, yapılanlar indinde Batı cephesinin kıyımı gerçekleştirenlerin yanında olduğuna yönelik fotoğraf karelerini gururla dünya kamuoyuna servis etmeleri, bu kendilerini allayıp pullayanların…

En son tahlilde, yaldızlarının dökülmesiyle son bulmakta.

Günlerdir kâh İslam coğrafyalarında olsun yine Avrupa kıtasında konuşlu ülkelerde olsun, toplumlar, Gazze’de yaşanan insanlık dramına sessiz kalmamak adına kendince yapılabilecek düzeyde tepki vermekteler.

Refleks göstermek…

Protesto gösterilerinde bulunmak…

Mitingler tertip etmek…

Kampanyalar ve boykot için çağrılarda bulunmak…

Pekâlâ, erdemli tepkiler ve davranışlar.

Amma… Karşınızda örgütlü ve safları olabildiğince sıkılaştırmış kötülüğe hizmet için “bir araya gelmişler” var.

Burada Amerika Birleşik Devletleri’nin, İngiltere’nin (Birleşik Krallık) ve dahası İsrail’in, dünya kamuoylarının kınama ve protestolarıyla dizginlenebilme olasılığı var mıdır?

Bakın değerli okuyucular… Duygusallık, hisler âleminde yoğunlaşmak zaten insanî davranışlar ve tepkiler. Tamam da karşınızdaki cephe, insanî duygularını hasır altı eden karanlık emeller adına bir araya gelenlerin tesis ettiği bir güruh!

***

Demek istediğim, karşınızda devlet düzeyinde örgütlenmesi olan, öte yandan silah ve para gücü olarak dünyadan epeyce fazla bir yekûnu elinde tutan, her an bir yerden bir yere hem askerî gücü hem de para gücünü olabilecek en hızlı bir biçimdetransfer eden şer odağı var.

Karşımızda, donanımlı politikacılar ve askerler var.

Halkların ve toplumların, böyle azınlıkta olan ama güçleri ifade ettiğim gibi havsalamızın anlayacağı açıklıkla büyükçe şeyleri kolaylıkla kotarabilecek bir zümreyle mücadelesi, ancak ve ancak protestolar ve tepkiler seviyesinde kalır.

Ama öte yandan…

Bu dünyayı farklı bir yöne çekme uğraşısında olanların zamana bağlı planları ve şer odaklı hareketleri/harekâtları ise…

Anbean durmaksızın devam eder.

Bu saikten ötürü yaşanan mezalim, katliam veya soykırım; ismine ne derseniz deyin, insanın yine türünü yok etmesinin, imha etmesinin önünün kesilmesi için daha farklı girişimler tetiklenmelidir.

Bugün Gazze’de gördüğümüz nedir?

Amerika Birleşik Devletleri neden Gazze’de? Bir devlet neden böyle bir ateş cangılına, ateşi daha da harlamak adına uçak gemileri yollar?

Hakeza, İngiltere neden birden aslan ve kaplan kesilir?

Oynanan büyük oyuna, büyük düşünerek mukavemet edilir.

Silah şirketlerinden tutunda ağır sanayii faaliyetlerinin masum insan kanı üzerinden sürdürülmesinin kaçınılmazlığı gibi bir gizli kabulün içinde bulunduğumuz, insan canının her türlü mukaddesliğini belgeler ile kayıt altına almış sözümona 21.yy medeniyetinin altın çağında…

Yapılanlar ve edilenler o raddede girift ki…

Bakmak ve görmek yetmiyor”!

TV ekranlarından ve sosyal medyadan görmek, bakmak aksettirilen kadardır. Edilgen bir fiildir.

AGÂH olmak elzem’dir. Bunun için de okumak, abur cubur gündemden kendini izole etmek mecburidir.

Hani hep sığ olmak, sığ yorum ve yaklaşımlardan bahsediliyor ya…

Devamı
CHP, Bir İleri İki Geri, Kurucu Parti Bu Fasit Daireden Çıkabilir Mi

Cumhuriyet Halk Partisi’nde, kurultay sonrasında Genel Başkanlık profili değişti.

Genel Başkan değişimi ana muhalefet partisinde beklenen ve arzulanan değişim ve dönüşümü tetikler mi?

Tamam…

Genel Başkanlık koltuğunda oturan ismin değişmesi, partinin dinamikleşmesi ve silkinmesi babında olumludur.

Zaten beklenen bir şey idi.

Lâkin bu beklenen değişim…

Sanırım, iş işten geçtikten sonra vukû buldu. Değerli okuyucular, CHP ve ittifak yaptığı partiler son Cumhurbaşkanlığı Seçiminde de, aynı stratejik hatayı yaptılar.

Seçimlere 6 ay kala hâlen cumhurbaşkanı adayı belirleyemeyen bir ittifak blokunun seçimi kazanması, deyim yerindeyse ihtimal hesaplarına kalmıştı.

Son tahlilde sonuçlanan kurultay sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni Genel Başkanı Sayın Özgür Özel olarak belirlenmiştir(seçilmiştir.).

Bu sonucun, siyaset kurumumuz ve ülkemiz adına hayırlı olmasını temenni ederim.

Tabiî değerlendirme yapabilmek için çok erken…

Önümüzde yerel seçimler var. Eğer burada da genel seçimlerde izlenen strateji izlenirse, şimdiden akıbetin hüsran olacağını söylemeye gerek var mı, bilemiyorum?

Cumhuriyet Halk Partisi’nin öncelikle parti imajını da yenilemesi elzem gelmektedir. Sadece partinin genel başkanını değiştirerek, ülkede değişim veya dönüşüm, yani iktidarı devralmak, hayal âleminde dolaşmaktır.

CHP parti olarak, öncelikle Türkiye sathında varolabilmek adına çok daha fazla çaba sarf etmek mecburiyetindedir.

***

Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhurbaşkanlığı Seçiminde de aynı hataları tekrarlamıştı. Türkiye’ye açılamayan bir partinin, sadece kemik seçmenlerinin konuşlu olduğu yerlerden teveccüh görmesi, büyük hedef için, yani seçimi başarıyla tamamlamak için kâfi olmuyor.

Dediğim gibi…

Sayın Özgür Özel’e zaman vermek gerekiyor.

Ne kadar etkili ve kitleleri arkasına alıp hedeflenen yere, ne derecede sağ salim götürebilecek Sayın Özel… Bekleyeceğiz.

Sabretmek gerekiyor.

Tabiî bakalım, yine CHP’nin yıllardan beri kronikleşen parti rahatsızlıkları, yeni süreçte de devam edecek mi?

Esas merak edilen taraf bu bendeniz tarafından.

Değişim ve dönüşüm, biliyorum ezber bir şey yazacağım, lafını etmekle vücut bulamıyor ne yazık ki.

Kuvveden fiile geçmeyen her söylem, iyi niyet ve hedef, sadece ve sadece kağıt üzerinde kalmaya mahkûm.

Benim Özgür Bey’den beklentim… Evet, Türkiye Devleti… Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti, laik ve demokratik sosyal hukuk devletidir.

Bunların dışında kalan kucaklayıcı bir politik söylemin ve tutumun” artık biran önce alanlara, seçmenlerin içine eklemlenmesidir.

Değerli okuyucular…

Aynı söylem ve aynı taktiklerle girişilen müsabakalarda, maratonlarda, zafer elde etmek mümkün müdür?

Ara sıra farklı yollar ve yöntemler izlenmeli. Bugün CHP sürekli neden ötürü eleştirildi, partinin “Sağ’a” çekildiğinden, kaydığından ötürü mütemadiyen eleştirildi.

Kabul de, CHP’nin muhafazakâr insanların (seçmenlerin, yurttaşların) olurunu almadan, rızasını almadan, Türkiye’yi yönetmeye yönelik bir yolculuğa çıkması, olası mıdır? Biliyorum, sürekli ezber şeyleri yazıyor ve hatırlatıyorum.

OLMASI GEREKEN ne ise ben onu hatırlatmaya devam edeceğim, ama sol partilerin amacı eğer idare-i maslahat; yani siyaset kurumu içinde “İKİNCİ” olmak ise, bayrak sallayarak, marşlar söylemek ise, yani gönüllere su serperek bu devran böyle gitsin ise…

Zaten 21 yıldır izlediğimiz de bu değil mi?

Devamı
Atatürk, Atatürkçülük Kemalizm Dilemmasında Demokratikleşme Süreci

Türkiye’de demokrasi hareketleri, hep sancılı yaşanmıştır. Türkiye’nin gerçekleştirdiği demokratik hamleler, daha çok yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Yani, bir nevi dayatılmıştır. Aslında, jakobenizm olan bu yöntem, toplumdaki kutuplaşmaların oluşmasında da birinci faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye, çok partili yaşama, 1946 yılında teorik olarak geçmiştir. Fakat çok partili demokratik sistem fiili olarak; ancak 1950 seçimlerinde uygulanabilmiştir. Çok partili yaşama geçiş de, nihayetinde Türkiye’de arzulanan bir toplumsal modeli veya politik-kültürel yaşamı inşa edememiştir.

Birlikte yaşama, birlikte hareket etme ideali çerçevesinde anlam bulan demokratik kültürel yaşam ideali, daha çok hep “bana” anlayışında algılanıp, değerlendirilmiştir.  Adnan Menderes iktidarının, iktidarlarının son dönemlerinde ipin ucunu biraz ellerinden kaçırmaları, tabii biz olayların birinci elden tanıkları değiliz. Yaşımız itibariyle o dönemde ne olduğunu, sadece bazı anlatılan veya hatıratlardan aksettirilenler kadar bilebilmekteyiz, muhalefet yapan kesim üzerinde düşünsel bazda tahakküm uygulaması, tahkikat komisyonları kurmaları, meclis içindeki çok partili hayatın, toplumsal kolektif hedeflerin yakalanması çerçevesinde kullanılamadan berhava olmasına sebep olmuştur.

Toplumda yaratılan ikilikler, insanların baskı altına alınması, demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken, erklerin, siyasal yaşama müdahil olmaları fırsatını yaratarak, siyaset kurumunun manevra yapma kabiliyetini de gelecek yıllar bağlamında kısıtlamıştır. Esasında, hatıratlarda anlatılanlara göre, Türkiye’nin 1946 yılında çok partili hayata geçişinin muvazaalı olduğu, ordunun, siyasal alanda kendisini “vasi” tayin ettiğini, kurulmuş hükümetlerin,  siyasetle ilgilenmeden ülkenin ekonomik gerçekleşmeleriyle iştigal olmalarını öngören “sözde demokratik bir devlet modeli”dir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, emperyalist ülkelere karşı özgürlük ve onur savaşı verilerek kurulmuş, yüzyılındaki tek emsal ülkedir.  Sömürülme stratejilerine başkaldıran, kendisine dayatılan; hiçbir şekilde milli irade ve bağımsızlıkla alakası olmayan koşulları ve talepleri, talep ve koşulları dayatanlarla beraber içerideki işbirlikçi ve namertlere karşı yokluk ve yoksunlukla beraber mücadele ederek, kazanılmış bir zaferin ve haklı bir davanın eseridir, bu üzerinde soluk alıp verdiğimiz toprak ve devlet.

Tabii her devrimde yaşanabilecek sorunlar, ülkemizde kurulma aşamasında olan cumhuriyet rejiminde de yaşanmıştır. Kolay değil; sizden silah, cephane, donanım ve donatım olarak katlarca kez üstün ve zengin ülkelere karşı onur ve bağımsızlık savaşı veriyorsunuz. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimler, şuan bile hâlâ çok fazlaca eleştirilmektedir. Atatürk’ün yaptığı yenilikler, dönemi itibariyle jakoben(tepeden inme) bir biçimde yapılması gerektiği için yapılmıştı. Kargaşa içindeki bir toplumda Hilafetin kaldırılması, Saltanatın kaldırılması, Tevhit-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması, halka sorulup, nasıl uygulamaya geçirilirdi? Bazı eleştirileri yaparken, en azından Mustafa Kemal Atatürk’ü, dönemin yapılan haksız uygulamalarının sorumluları arasında göstermeyin. Atatürk’ten sonra yapılan antidemokratik uygulamalar, halka tepeden bakma, ötekileştirme, elitist bir statükoculuk zihniyetinin hem siyasal hem de sosyo-kültürel yaşamı iğdiş etmesinin, ATATÜRK ile ilgisi bence yoktur.
Döneme ışık tutan yüzlerce bilimsel eserler yazılmakta ve yayımlanmakta. En azından “objektif” olmak adına çeşitli kaynaklardan bilgi edinmek daha rasyonel olacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk, bir mit değildir. Büyük önder de insan olduğu için, doğal olarak hatalar ve yanlışlar yapmıştır. Döneminde fazlaca, soluklanmaya ve düşünmeye vakit olmadığından, bazı şeylerin cumhuriyeti kuran kurucu kadrolar tarafından bizzat hayata geçirilmesi, Mustafa Kemal Atatürk’ü ne diktatör yapar ne de faşist bir insan. Ki, bu ülkenin kurucusuna ve liderine, evet, lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk’e bu payeleri yakıştıranlara ne demek gerekir, bil(e)miyorum. Okuduğum kitaplardan ve makalelerden anladığım ve müşahede edebildiğim kadarıyla, Atatürk, kesinlikle, diktatör bir insan olamaz. Atatürk’ün çok partili hayata sıcak baktığı, onun hakkında kitap yazanların, eserlerinde, onun bu konu hakkındaki fikriyatlarından belli olmaktadır.

Demokratik yaşama geçişin fitilini ateşleyen de bizzat Atatürk’ün kendisi değil midir? Atatürk’ü halkından kopuk bir insan figüründe tasvir etmek, her şeyden önce tarihsel Atatürk perspektifine karşı ahlâksızlıktır. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki statükocu yöneticilerin, halkla olan ilişkileri başkadır; Atatürk’ün gerçekleştirdiği  ilişki başkadır. Atatürk’ü insan profilinde işleyen eserlere, kızmak yerine onları okuyarak, Atatürk’ün bence, kapalı kutu hâline getirilen beşeri yönlerinin anlanması ve içselleştirilmesi gerekir. Atatürk’ü, Türkiye Cumhuriyeti  Devleti’nin kurucusu, başkomutan, ilk cumhurbaşkanı, yedi düvele başkaldırmış döneminin ender yetişmiş devlet adamı diyerek bırakırsak, çok büyük haksızlık yapmış oluruz.

Türkiye’de demokrasinin ayağına kurşun sıkan, Atatürk dönemindeki Atatürkçülük ideolojisi değildir. Atatürk’ten sonra, cumhuriyet rejiminin kazanımlarını ve ilkelerini, merkez-çevre  ekseninde yeniden koordine eden askerî ve sivil bürokrat kesimin, millet şuurundan, milli irade hukukundan, insanlık ve özgürlük derslerinden aldıkları notların dönemin gelişmeleri ile uyuşmaması ve kendilerinin bu derslerden sürekli ikmale kalmalarıdır. Tüm bu konularda olması gereken ideal çerçeve içselleştirilememiştir. İşte bu yüzden Atatürk’e halktan kopuktu, demokratik rejimi, aslında hiç istememişti demek, nasıl yorumlanmalıdır; tarihin insafına ve vicdanına bırakmak, daha doğru olur gibi.

Devamı
Büyük Şeyler Küçük Adımlar İle Başlar Derler; Yaşanan Bir Soykırım Karşısında Daha Fazlası Da Elzemdir!

Günlerdir kâh televizyon ekranlarında olsun kâh sosyal medya ağlarında olsun, Gazze’de işlenen katliam suçuna bigâne kalmak, gerçekten de “insan olabilme erdemine” ulaşmış insanlarda deyim yerindeyse ruhsal boyutta yıkıma neden oluyor.

Burada…

Batı riyakârlığını görmek, Batının işkenceci ve kıyımcının yanında olduğunu görmek, yapılanlar indinde Batı cephesinin kıyımı gerçekleştirenlerin yanında olduğuna yönelik fotoğraf karelerini gururla dünya kamuoyuna servis etmeleri, bu kendilerini allayıp pullayanların…

En son tahlilde, yaldızlarının dökülmesiyle son bulmakta.

Günlerdir kâh İslam coğrafyalarında olsun yine Avrupa kıtasında konuşlu ülkelerde olsun, toplumlar, Gazze’de yaşanan insanlık dramına sessiz kalmamak adına “kendince yapılabilecek düzeyde” tepki vermekteler.

Refleks göstermek…

Protesto gösterilerinde bulunmak…

Mitingler tertip etmek…

Kampanyalar ve boykot için çağrılarda bulunmak…

Pekâlâ, erdemli tepkiler ve davranışlar.

Amma… Karşınızda örgütlü ve “safları olabildiğince sıkılaştırmış” kötülüğe hizmet için “bir araya gelmişler” var.

Burada Amerika Birleşik Devletleri’nin, İngiltere’nin (Birleşik Krallık) ve dahası İsrail’in, dünya kamuoylarının kınama ve protestolarıyla dizginlenebilme olasılığı var mıdır?

Bakın değerli okuyucular… Duygusallık, hisler âleminde yoğunlaşmak zaten insanî davranışlar ve tepkiler. Tamam da karşınızdaki cephe, “insanî duygularını” hasır altı eden karanlık emeller adına bir araya gelenlerin tesis ettiği bir güruh!

 

Demek istediğim, karşınızda “devlet düzeyinde” örgütlenmesi olan, öte yandan silah ve para gücü olarak dünyadan epeyce fazla bir yekûnu elinde tutan, her an bir yerden bir yere hem askerî gücü hem de para gücünü “olabilecek en hızlı bir biçimde” transfer eden şer odağı var.

Karşımızda, donanımlı politikacılar ve askerler var.

Halkların ve toplumların, böyle azınlıkta olan ama güçleri ifade ettiğim gibi havsalamızın anlayacağı açıklıkla büyükçe şeyleri kolaylıkla kotarabilecek bir zümreyle mücadelesi, ancak ve ancak protestolar ve tepkiler seviyesinde kalır.

Ama öte yandan…

Bu dünyayı farklı bir yöne çekme uğraşısında olanların zamana bağlı planları ve şer odaklı hareketleri/harekâtları ise…

Anbean “durmaksızın” devam eder.

Bu saikten ötürü yaşanan mezalim, katliam veya soykırım; ismine ne derseniz deyin, insanın yine türünü yok etmesinin, imha etmesinin önünün kesilmesi için daha farklı girişimler tetiklenmelidir.

Bugün Gazze’de gördüğümüz nedir?

Amerika Birleşik Devletleri neden Gazze’de? Bir devlet neden böyle bir ateş cangılına, ateşi daha da harlamak adına uçak gemileri yollar?

Hakeza, İngiltere neden birden aslan ve kaplan kesilir?

Oynanan büyük oyuna, büyük düşünerek mukavemet edilir.

Silah şirketlerinden tutunda ağır sanayii faaliyetlerinin “masum insan kanı” üzerinden sürdürülmesinin “kaçınılmazlığı gibi bir gizli kabulün” içinde bulunduğumuz, insan canının her türlü mukaddesliğini belgeler ile kayıt altına almış sözümona 21.yy medeniyetinin altın çağında…

Yapılanlar ve edilenler o raddede “girift” ki…

Bakmak ve görmek “yetmiyor”!

TV ekranlarından ve sosyal medyadan görmek, bakmak “aksettirilen” kadardır. Edilgen bir fiildir.

AGÂH olmak elzem’dir. Bunun için de okumak, abur cubur gündemden kendini izole etmek mecburidir.

Hani hep sığ olmak, sığ yorum ve yaklaşımlardan bahsediliyor ya…

Devamı
Uyan Artık Ey Kadim Medeniyet Uygarlık

İNSANLIK ve bir uygarlık yerler altında… Hiç kıvırmaya gerek yok…

BATI MEDENİYETİ/UYGARLIĞI Şark(Doğu)’a hep en ideal ve ulaşılması gerekenler hedefi olarak gösterildi.

Bu bağlamda… Kadim dünya tarihinden beridir…

Az gelişmiş toplumlar daha iyi bir medeniyet tesis edebilmek için, Batı değerlerini, kurumlarını, kurallarını/yasalarını kendi toplumlarının içine “olduğu gibi” teyellediler.

Tamam…

Batılılar yüzyıllar boyunca teknolojik ve bilimsel faaliyetler, buluşlar, keşifler, icatlar ve emeklerinin neticesinde insanî kazanımlara ve yeniliklere yol açtılar, bunları insanlık ailesinin hizmetine sundular ve insanların gündelik yaşamsal reflekslerinin basitleşmesi ve kolaylaşmasına vesile oldular.

Bu kabul, kabuldür.

Öte yandan ileri sürdükleri “biricik ve tek medeniyet” oldukları savını, geçtiğimiz yıllar boyunca da akim bıraktılar.

Çünkü böyle bir şey yok!

Avrupa ve ağa babası Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya milletler ailesine huzur ve barışı “yaşam devinimi” sürdüğü müddetçe hâkim kılmak gibi bir dertleri yok.

Zaten böyle bir dertleri de hiç olmadı.

Hıristiyan olma kimliğinin hep ön planda olduğu devletler üstü ve topluluklar üzeri örgütlenme ve organizasyonlarda, AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ve AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NİN amacının ve nihai emellerinin kendi “sığ ve sapkın menfaatleri” noktasında çalıştığını, söz konusu Hıristiyanlık ve diğer Avrupa medeniyetinin dışında bir etnisite olduğunda nasıl da “gerçek yüzlerini” faş ettiklerini, ifşa ettiklerini defalarca kez gördük.

Bu yüzden ne ABD’nin ne de AB’ne yön ve hedef tayin eden özgül ağırlığı diğerlerine göre fazla olan devletlerin (Almanya, Fransa, İngiltere bu gruptan ayrı düşünülmeli, artık AB üyesi değil.), tavrı şaşırtmıyor.

Ne Birleşmiş Milletler(BM)…

Ne de diğer ulusötesi yapılar…

Ne de dinî kimliğe göre örgütlenen bölgesel organizasyonlar…

Dünyada estirilen teröre çare olamıyor.

Düşünün…

Bu terör yapıları, mali ve örgütlenme olarak fersah fersah yetersiz olmaları gereken koskocaman devletlerden daha mı fazla kudrete sahip?

Ee cevabımız, pekâlâ HAYIR.

O zaman neden kendilerinin “biricik ve tek” olduğu iddiasındaki Batı toplumları, gözlerinin önündeki katliamlara, kıyımlara, mezalime, şiddete, baskılara ve yıldırma operasyonlarına sessiz kalabiliyor?!

Avrupa Birliği’nin ağır topları ve dahası AMERİKA, bölgesel düzeyde baktığımızda İŞİD veya ne bileyim TALİBAN, ya da ne bileyim EL-KAİDE vb örgütlerden korkuyorlar mı?

Veya…

Nüfus aritmetiği bakımından İsrail’den dünyanın ağa babalarının korkmalarının bir gerekçesi var mı?

Yok.

Çünkü, Ortadoğu bölgesinde zaten ne tezgâhlanıyorsa ve gelecek yıllara yayılan planlamalar yapılıyorsa, burada emperyalizmin ve onun ekonomik dinamiklerinin, sömürünün, hegemonyanın varlığı söz konusudur.

Söz söyleyerek, kınama açıklamaları yaparak zaten “zevahiri kurtarma” derdindeler.

Burada esas sıkıntılı durum…

Arap milletlerin/toplumların tepkisizliği ve suskunluğudur.

Arap milletlerin/ulusların yıllarca AMERİKA tarafından sinsice ve taktiksel olarak etnik ve mezhepsel olarak “ayrıştırılmaları” belki de üzerlerindeki “ölü toprağının” nedenidir de.

Pekiî asıl kadim uygarlık olduklarının ne zaman farkına varacaklar bu üzerlerine “ölü toprağı” serpilenler?!

Daha ne kadar daha bekleyecek ve…

Oluruna bırakacaklar?    

Devamı
Filistinli Çocuklar Da Şeker Yiyebilmeli Ve Hayal Kurabilmeli

İsrail ordusunun bir yetkilisinin sosyal medyada denk geldiğim konuşmasındaki insanı dehşetengiz düşüren ifadesi, gerçekten de irkilmemiz babında önemlidir:

Filistinliler için kullandığı ifade aynen şöyle:

İNSAN HAYVANLAR.

Gerçekten de bu kişinin söylediği sözdeki nefretin izahı nasıl yapılabilir?

Bu nasıl bir yorum?

Bu ne biçim bir nefret? Bu nasıl bir kin?

Gerçekten de gün geçtikçe sosyal medyada denk geldiğim videolarda, İsrailli yetkililerin gerçekleştirdikleri katliam üzerinden insanî değerleri ayaklar altına alan yorumlarını görünce…

İrkilmemek elde değil.

Bu nasıl bir ruh hâlidir?

Egoizmin ve fanatizmin bir toplumu getirdiği noktaya bakar mısınız? Ellerindeki hem parasal güce hem de teknolojik güce istinaden, her şeyi yapabileceklerini zanneden bu zavallılara, insan müsveddelerine, insan vasfındaki mahlukatlara ne demeli?

Gerçekten de yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonları itibariyle kendilerini Batılı olarak addedenlerin kollayıp sakındığı bu zihniyet, nereden bakarsanız bakın…

Tel tel dökülmekte…

Bu faşizm…

Bu nefret…

Bu kin…

Bu kana doymak bilmemek…

Çıkar ve ihtirasların yönlendirdiği düzenlerin böyle ardı sıra şer odaklarının arkasında boy vermeleri ve dahası bu zihniyetin dünyayı bir altüst oluşa sürükleyebileceği ihtimali altında…

Gerçekten, ruhen de bedenen de iyi ve güzelden yana olanların çok daha fazla şeyler yapmaları gerekmekte.

Yine, sosyal medyada bir gazetecinin bir Filistinli çocuğa sorduğu şu sorunun ardından, çocuğun verdiği cevaplar, eğer azıcık, kırıntı düzeyinde bile vicdana ve kalbe sahip insanlarda burukluk yaratamıyor ve bu çocukların yaşadığının bir kader olduğuna gözler kapalı olarak onay veriliyorsa…

- “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”

- “Biz Filistinli çocuklar büyüyemeyiz.”

- “Her an vurulabilir ya da yürürken ölebiliriz.”

- “İşte Filistin’de hayat böyledir.”

Gerçekten de hayat böyle midir?

Hâlbuki, medeniyet kumkuması olduklarını “iddia” edenlerin zaten hiçbir zaman yapık-ettiklerinde samimi olmadıklarını, kendilerinden olmadığında, öldürülen, katliama maruz bırakılan insanların feryatlarının ve canlarının kıymet-i harbiyesinin olmadığını, bizler ilk defa deneyimlemiyoruz.

Heyhat!

Avrupaî ve Avrupa’ya içkin zihniyet her zaman bildiğini okudu ve onu uygulamaktan geri kalmadı.

Yıllarca kıyafetlerinden tutunda yeme içmelerine kadar Doğu’ya “ideal toplum düzeni” diye pazarlanan kibir ve egoist bir terkipten mürekkep Avrupa ve değerleri…

Bu dünyaya…

Yıkımdan ve mezalimden başka bir şey vermedi. Yine, yıllarca sınıf çatışmalarının ve büyük iç savaşların neticesinde seküler bağlamda asûde bir hayatın aparatı olduğu zannıyla demokrasi, temel insan hak ve hürriyetleri, hukuk ve türevleri olgular destanvâri bir biçimde hep söylev düzeyinde dillerde şarkı olarak, bir o diyarlara bir bu diyarlara ihraç edildi ve…

İhraç edilen diyarlarda da “kakofoniye” müsaade edilmeden, büyük bir ahenkle icra edilmesine adadılar kendilerini…

Burada hazin olan, kendileri için olmazsa olmazların “diğerleri” söz konusu olduğunda, birden unutulması.

Ama tarih unutmuyor, unutmayacak, işte bellek denen mucizenin de böyle bir yanı var.     

Devamı
29 EKİM 1923 Geçmişten, 29 EKİM 2023 Atiye Uzanan Bir Asırlık Deneyim: “TÜRKİYE” CUMHURİYETİ

29 Ekim 1923’ten 29 Ekim 2023’e…

100 yıl…

100.yıl…

Dile kolay.

Üzerinde yaşayıp soluk alıp verdiğimiz “vatan toprağında”, bir asır kadar önce yeni bir hayal, yeni bir toplumsal düzen tahayyül ediliyor ve bunun için de mücadele ediliyordu:

CUMHURİYET.

Türkiye siyaset kurumu içinde ve diğer farklı platformlarda ân itibariyle yurttaşı/vatandaşı olduğumuz için kıvanç duymamız gereken Türkiye cumhuriyeti hep iki kutup bağlamında; DEVRİM-KARŞI DEVRİM ideali ve vehmiyle sorgulanmış, tartışmaya açılmış- ama mesnetsiz bir şekilde- ve cumhuriyetin ilanından bu yana sarsılması için sarsabilmek adına da epeyce olumsuz teşebbüslere maruz kalmıştır, Rejim.

TÜRK DEVRİMİ, gerçekten de emperyalizme karşı kazanılan alanındaki ender savaşlardan bir tanesi idi.

Batının tüm aşağılık plan ve tertiplerine rağmen, Anadolu’nun azimli ve kahraman insanlarının hür ve onurlu yaşam ideali adına arkasında oldukları ATATÜRK’ÜN, emperyalist devletleri bozguna uğratarak, ülkesini onların altyapı ve üstyapı değerleriyle en baştan silbaştan yeni bir politik-toplum düzeniyle inşa etmesinin adıydı CUMHURİYET.

Bugün hâlen cumhuriyet rejimi üzerinden olumsuz manada tartışmalar ve hücumlar devam ettirilmekte. İçinde bulunduğumuz çağ açısından “anakronik” kaçan özlem ve yorumlarla Türkiye üzerinde emelleri olanların en büyük yanılgısı, tarihin geçmişe, yaşanana, denenene, ricat etmesinin mantıksızlığıdır.

Evet, bu doğrultuda…

Cumhuriyet ilanı bir dönemden, bir gelenekten kopuştur.

Neden?

Devrim, tabiatı gereği böyledir de ondandır.

 

Türk Dil Kurumunun internet sözlüğüne göre DEVRİM;

· Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli bir değişiklik.

 

Türk Dil Kurumunun internet sözlüğüne göre İNKILAP;

·  Toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme.

Hal böyleyken hâlen ilerlemeye ve gelişmeye hizmet etmeyen, düşünsel yorum ve eylemler içinde olmak kime ve neye yarar, hangi karanlık odakların ekmeğine yağ sürer?

Herkesin kendi ferasetine bırakıyorum.

İlan edilen cumhuriyet, rejim olarak yönetimi bir soydan alarak, millete ve fert olarak yurttaşlara bırakıyordu/veriyordu. Bu bağlamda, cumhuriyet ile eşanlı olarak demokrasi ilkesinin de politik-toplumsal hayata/nizama eklemlenmesi, “olmaz ise olmazlardan” idi.

Cumhuriyet rejiminin, çağdaşlaşma aşamasına baş koyan uluslar/milletler indinde önemi, imparatorluk veya krallık gibi meşruiyet kaynağı iktidarın soylularda veya hanedanda tek elde toplandığı ve yine toplulukların, yığınların bir tek başlarına önem atfetmedikleri, yani insan olarak birey olarak değer görmedikleri tebaa statüsünden, “yurttaş” statüsüne çıkarılmasıdır.

Tüm bu değerlendirmeler ışında, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet Türkiye’sine geçiş, yukarıdaki sözlük anlamlarında ikrar edildiği üzere, birden bire ve bir kopuş ile vücut bulur. Tabii burada önemli olan reddiyeye meftun olmamaktır. Evet, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlettir ama geçmişi vardır, bu devlet, geçmişten atiye tarihsel bağlarıyla ve kültürel birikimleriyle eklemlenecek ve hedef belirlenen istikâmete, “muasır medeniyete” şuurlu bir biçimde yol alacaktır.

100.yılında cumhuriyet hedeflediği noktaya gelmiş midir?

2002 yılından 2023 yılına değin 21 yıllık AK Parti iktidarı altında ömür sürmüş cumhuriyet yurttaşları olarak bundan böyle de hedefimiz, Atatürk’ün 1923’ten itibaren isabetle gösterdiği hedef, muasır uygarlıktır.

Belirttiğim üzere…

21.yy dünya düzleminde aklın, mantığın, bilimin; kulağının üzerine yatmak misalinde olabileceği gibi, arka planda tutularak, duyguların ve manevi hislerin hayaliyle Türkiye Cumhuriyeti için gelecek tasavvurları yapmak, bir dönem ağızlarımıza pelesenk ettiğimiz YENİ OSMANLILIK/OSMANCILIK, belirttiğim üzere 2023 dünya düzleminde Türk Milleti/Ulusu olarak bizi, çağdaşlarımızla olan mücadele ve rekabet maratonunda, menfi mi yoksa müspet mi etkiler?

Bu açıdan, bunun olabilirliğini veya mantıkî temelinin olup olmamasını, sizlerin uzgörüşüne bırakıyorum.

Gelmek istediğim nokta…

İlerleyen dönemlerde…

Cumhuriyet Türkiye’sinde her birimizin Türk Vatandaşlığı kimliği altında eşit, imtiyazsız, anayasal yükümlülükler ve haklar minvalinde kardeşçe, onurlu müreffeh bir hayat sürdürmemiz için…

Her şeyden önce…

Emperyalizmin içimize zerk ettiği “Sağcılık/Solculuk”; “Modern/Muhafazakâr” kliklerinin güdülediği…

ÖTEKİ…

YABANCI…

Yaftalamalarının yol açtığı marazi hâlden ivedilikle kurtulmamız elzemdir.

Bu cümleden başlamak üzere cumhuriyet Türkiye’sinde başı dik ve onurlu, müreffeh bir yaşamı inşa etmek için ve gelecekte daha iyi bir iktisadî koşulları var etmek için, evet fikirsel boyutta ve düşünce üretimi babında bir birlerimizle mücadele ve rekabet içinde olacağız ama bu her hâlde yıllardır üzerimizden sıyırıp atamadığımız “bizim mahalle”, “sizin mahalle”; “dindar-kindar”, “Beyaz Türk-Esmer Türk” kutuplaşmalarında olduğu gibi olmamalıdır.

Zaten bunun acısından dolayı da “bir arpa boy alamama” veya “bir ileri iki geri” tabirinde olduğu gibi…

Hapsolunan fasit bir dairenin dışına da çıkamıyoruz.

Merhum, duayen gazeteci Çetin Altan’ın sıklıkla salık verdiği üzere:

ENSEYİ KARARTMAYALIM, GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ.      

Devamı
Cumhuriyet

CUMHURİYET, romantik insanların düşünebileceği ve hayata geçirebileceği bir projeydi, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlık ve yokluk çizgisinden gidip gelirkenki sürecinde. Cumhuriyet, her türlü imkânsızlığa, muhalefete, içten içe zuhur etmiş umutsuzluğa, yılgınlığa, inançsızlığa başkaldırış ve onur duruşuydu. Cumhuriyet, olmazlıklardan olur yaratabilmekti. Emperyalist devletlerin, imparatorluk coğrafyasında paylaşım planları yaptığı süreçlerde, yeni bir ulusun inşasının hayaliydi.

Batı Avrupa ülkelerinin Endüstri Devrimi ile zenginleştikleri, gözlerinin açıldığı, refahlarının palazlandığı, birbirleriyle çekişme içinde oldukları, elde ettikleri zenginliğin ve refahın yetmediği, hammadde ve pazar arayışları içinde bir kaosa sürüklenme merhalelerinde, Avusturya-Macaristan İmparatorunun Sırp bir genç tarafından öldürülmesiyle baş gösterecek cihan harbinin kıvılcımlarından, onurlu ve mağrur bir parlayışın eseriydi, Türkiye Cumhuriyeti...

Bir tarafta her türlü zenginliğe ve savaş araçlarına sahip emperyalist ülkeler; İngiltere, Fransa, İtalya...

Bir tarafta Osmanlı İmparatorluğu’nun maceraperest Enver ve Talat Paşaları ile Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu...

Memalik-i Osmaniye coğrafyasında güven ve huzur içinde yaşayan, Emperyalist ülkelerin maşa olarak kullanacakları Yunanistan ile Rum ve Ermeni azınlıkları...

Cumhuriyet, böyle orantısız güçlerin oluşturduğu blokların savaşından sonra, ülkedeki hain ve işbirlikçilere rağmen kurulabilmiştir. Ülke, emperyalist ve sömürgeci devletler tarafından parsel parsel paylaşılırken, Anadolu halkı her türlü ihanete, zulme ve tahakküme uğrarken; “bir avuç vatansever” insanın, bu toprakların insanına güvenmesi ve inanmaları sonucunda meydana getirilebilmiştir, CUMHURİYET.

Kolay değildi; din-tarım imparatorluğundan medeni bir toplum olma aşamasına geçmek; pekâlâ kolay değildi. Aşırı muhalefete ve engellemeye rağmen, cumhuriyet Türkiye’sinin temelleri atılabildi. Yıllardır sömürülmüş bir toplumu, geleneklerinden ve göreneklerinden koparıp, yurttaş vaziyetine getirmek ancak Mustafa Kemal ATATÜRK gibi devrimci bir insanın başarabileceği zorlukta hadiseydi. Kurtuluş Savaşında gösterilen fedakârlıklar ve feragatler, milletimizce unutulmamalıdır. Mustafa Kemal’in ileri emriyle gözlerini bile kırpmadan ölüme giden “Mehmetçiklerin” feragatlerinin eseridir, bu memleket ve cumhuriyet.

Birinci Cihan Harbi sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği muvaffakiyetler, üstün savaş stratejileri, Çanakkale Savaşında gösterdiği kahramanlık, “Anafartalar Komutanı” olarak Anadolu’da Türk milletinin kalbine girmesi ve orada yer etmesi, Kurtuluş Savaşında ve cumhuriyetin kuruluş evrelerinde Atatürk’ün en büyük gücü ve desteği olacaktır.

Fransızların, Antep, Maraş, Urfa, gibi Anadolu’nun güney kesimlerini işgal etmesi, İtalyanların Adana, Konya gibi Akdeniz ve batı kesimlerini işgal etmesi, İngilizlerin Irak, Arabistan ve ileri Osmanlı topraklarıyla İstanbul’a asker çıkarması; “fiilî” işgal teşebbüsleri, Türkiye’ye Ankara’dan mütevekkil sözde bir toprak parçası bırakıyordu.

Cumhuriyet, bu minvaldeki paylaşma planlarına başkaldırarak, çok kanlar dökülerek kurulmuştur. Paylaşma planlarına sonradan ilave edilen, gönlü alınmak istenen Yunanistan’a Ege bölgesinin işgalinin yaptırılması, İzmir’e İngiliz destekli Yunan birliklerinin çıkarak, İzmir halkına ve yöredeki masum insanlara mezalim uygulaması, işte bunlar tarihte, memleketin ne zor koşullarda aydınlığa çıktığının göstergeleridir.

Anadolu’da Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde başlayan şanlı Kurtuluş mücadelemiz, hem emperyalist devletlere hem de tüm dünyaya şan ve şeref timsali olmuştur. Tüm mazlum ülkeler tarafından büyük bir gıpta ve takdirle izlenmiş ve hak ettiği değer de verilmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün inşa ettiği cumhuriyetin, diğer cumhuriyet ülkelerinden ayrılan en önemli ve tek farkı, EMPERYALİST güçlere karşı verilen mücadele ve savaşımdan sonra ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk ve onun gibi düşünen kurmay paşaların mücadele azmi ve vatan sevgileri sonucunda; Osmanlı Devleti’nin başındakilerinin ve İtilaf Devletleri seçkinlerinin bir avuç “budala” olarak nitelendirdikleri bu özgürlük ve vatan sevdalıları, inanç ve azmin neleri başarabileceğinin, tüm dünya uluslarına ispatını gerçekleştirmişlerdir. Hem de yorgun, yoksul, umutlarını tüketmiş halk yığınlarını, bir hedefe ve ereğe kanalize ederek...

CUMHURİYET; Atamızın da dediği gibi yüksek ahlâk ve bilinç demektir. Bu ahlâk ve fazilet, egemenliği, yönetimi, kendilerini memleketin sahipleri sanan “saltanat” düşkünlerinin elinden alarak, gerçek maliklerine, milletine vermiştir.

Cumhuriyetimizin en önemli kolonları ise; “laikliğe”, “hukuka” ve “sosyal devlete” dayanmasıdır. İşte, bunların yaşatılması hususlarında daha çok çalışmamız ve çabalamamız gerekir. Ama her şeyden önemlisi, Cumhuriyetimize her zamankinden daha sıkı sarılmalı ve sahip çıkmalıyız.

 

Devamı
Bir Klasik: Kendim Ettim Kendim Buldum

Seçim sonucu netleşti ve asıl meseleye geldik…

Tencere meselesine…

“Boş tencere iktidar götürür…” diyorlar…

Kimler?

Birileri…

Eee?

Seçimden önce ekonomi çok mu iyiydi?

Esasında, makroekonominin tepetaklak aşağı yönlü seyir izlemesi ve seçim sürecinde “popülist söylem ve işlemlere” kapı aralanması, elbette bütçede açık verecekti…

Şimdi son günlerde…

Neredeyse, iğneden ipliğe her şeye zam gelmekte.

Bunun hareket noktası da herkesin bildiği ve gördüğü gibi, siyasal iktidarın bütçede gelir oluşturabilmek için “vergilere” yüklenmesi.

Öte yandan…

Piyasanın oyuncuları da sanırım biraz fazla yansıtmakta katlandıkları maliyetleri tüketicilere…

Artık boş söylemleri bir kenara bırakmak lâzım… “Boş tencere iktidarları götürürmüş…”

Yapmayın yahu! Önümüzde herhangi “olağanüstü” bir gelişme olmadığı takdirde 5 yıl var.

Nerede boş tencerelerin tıngırtısı!

Daha önce de yazdım… Vergi veren yurttaşlar siyasal davranışlarında “kılı kırk yaracak” diye…

Maliye Bakanına kızmanın veya öfkelenmenin mantığını bana da anlatın ben de ikna olayım!

İktisat ilminin daha önce hiç bilinmeyen yöntem ve teorileri vardı da, Sayın Şimşek bunları mı atladı?

Bu vergilerin ve zamların gelebileceği az-çok bilinen şeyler idi:

“ATI ALAN ÜSKÜDARI GEÇTİ!”

Devamı
Tek Geçer Akçe Realist Olmaktır

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra sular sanki biraz duruldu gibi…

Demek istediğim, siyasetin insanı boğan havasından biraz sıyrılır gibi olduk…

Olması gereken ne? Ekonomi…

Ekonomide yaşanan pozitif veya negatif gelişmeler ve değişmeler yurdum insanının bir numaralı gündemi olmalı.

Olmasına olmalı ama siyaset kurumunun olmazsa olmazı muhalefet cenahının içine hapsolduğu fasit daire, Türkiye’nin de gündemine sirayet ediyor.

Şu bir gerçek: Türkiye ekonomisi mükemmel değil. Gerçekten de artık siyasî bağnazlıkları bırakarak tespit yapmak durumundayız. Türkiye’de yaşanan ekonomik sorunun varlığını tespit etmek yeterli değil. Bugün, ekonominin “reel olmayan tarafında” yaşanan spekülatif oynaklıklar üzerinden “TÜRKİYE EKONOMİSİ” tahlili yapmak, gerçek mânâda kolaycılıktır.

Daha önce de ifade ettim, ekonominin makro tarafında bir sıkıntı var, bunun bir parametresi dışsalsa bir parametresi de içseldir. Evet, bugün, dünya para piyasalarında söz sahibi para musluklarının prensleri/baronları Türkiye’de “siyaset dizaynı” bağlamında operasyonlara başvuruyorlarsa da…

Öte yandan makroekonominin yıllardan beri kronikleşen sorunları var ve bunları görmezden gelemeyiz.

Artık şunu aklımızda tutalım ve bunun üzerinden yorum yaparak, karanlık tünelden çıkış yolunu bulalım.

Medyada yer edinmiş tüm popüler iktisatçıların hemfikir oldukları husus şu:

TÜRKİYE EKONOMİSİNDEKİ SORUNLAR “YAPISAL”.

Demek istediğim bu kanaat bir yerde duracak ve artık “kesinleşmiş” bu saptama üzerine daha fazla tartışmaya gerek yoktur.

***

Evet…

Planlar yapılırken veya programlar yazılırken…

Zaman kısıtlaması konur.

Türkiye’de yaşanan bir ekonomik durgunluk var. Üretmeyen ekonomi tüketerek ne kadar daha bu yükü taşıyabilir? Üretmekten kastımız, ekonominin çarklarının “fiili” olarak döndürülmesidir. Üreteceğiz ve satacağız.

Üretmek demek, somut olarak ortaya bir şey konmasıdır. İmalat sanayinin artık her şeyden önce öncüllenmesi lâzımdır. Aslında, senelerdir iktisatçılar papağan gibi aynı şeyleri söylüyorlar, inşaat sektörü evet bir nebze de olsa “çarpan etkisi” olan ya da “kaldıraç” işleviyle türev sektörlerde hareketliliğe vesile olabilecek bir ekonomik etkinlik olarak değerlendirilebilinir.

Ya sonra? Sadece inşaat sektörüyle abat olmuş (ekonomik olarak müreffehi tabandan tavana kadar yaymış) bir toplum var mıdır? Bugün, ne olursa olsun, yani yüksek ve ileri teknoloji başını almış arşa yükselmişse de…

İnsanların, halkların tarımdan ve hayvancılıktan bağımsız olarak ekonomide rahatlama yaşamaları mümkün müdür?

Tarımda ve hayvancılık sektöründe yaşanan handikapların veya bu sektörlerde yaşanan gerilemelerin de mutlaka “içeride uygulanan ekonomik politikalardan” bağımsız bir duruma gelebileceğini iddia etmek, makulden uzaklaşmak olacaktır.

Türkiye’de senelerdir halledilemeyen en büyük sorun işsizliktir. Tabii bu sorun da tam istihdam gibi ham bir hayalle kotarılamaz. Ama öte yandan “kamu yararına çalışma” gibi palyatif tedbirlerle hiç sönümlenemez.

Bundan böyle rotamız normalleşme ve istikrar ile sürdürülebilirliktir. Bunların altyapısını da akılcılık tesis edecektir.

Önceliğimiz kısa ve orta vadede neler yapılabileceğidir.

Doğrudan yatırımların arttırılması ve üretim yaparak, dünyanın geri kalanlarına satmaktır.

Yoksa, dolaylı yoldan gelecek Hans veya George parasının yolunu dört gözle beklersek…

Kaçınılmaz son olarak yine “yoksul ve sade vatandaş” üzülmeye devam eder.   

Devamı
Kemerlerinizi Bağlayın... Rotamız Normalleşme

Cumhurbaşkanlığı seçimi geride kaldı ama hâlâ bazı kesimlerde seçimin psikolojik tahribatı devam ediyor…

Evet… Seçim bitti. Değerli okuyucular yapılabilecek bir şey yok. Demokrasi dediğimiz kültür böyle bir şeydir. Hazmedeceksiniz. Bundan sonra ne yapılması gerekiyorsa buna odaklanmak gerekiyor.

Başını AK Parti’nin çektiği, daha doğrusu olmazsa olmaz aktör olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ruh verdiği CUMHUR İTTİFAKI, beş yıl boyunca Türkiye’de hem ekonomik hem de siyasi kararlara yön verecek.

Bundan sonrası kabullenmek ve önümüze bakmaktır. Gerçekten de zaman denen mefhum, öyle hızlı bir biçimde ilerliyor ve hükmünü kesiyor ki sizin çok fazla durmaya ve es vermeye vaktiniz kalmıyor.

Birkaç nokta var değinmemiz gereken ve açıklığa kavuşması gereken… Her şeyden önce üzerinde durulması gereken bir numaralı husus, NORMALLEŞME. Gerçekten de her alanda normalleşmeye ihtiyacımız var.

Erdoğan hükümetlerinin 21 sene boyunca sürekli diri tuttukları olgular neydi?

NORMALLEŞME…

İSTİKRAR…

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK…

ÖNGÖRÜLEBİRLİK…

SAYDAMLIK…

Gerçekten de bundan sonraki dönemlerde belki bazılarımızın burun kıvırdığı demokrasi ve türevleri kavramını/kavramları memleketimizde daha titizlikle ele almak gerekecek ve bunlar üzerinden hem yurtiçine hem de yurtdışına mesajlar vermek lâzım gelecektir.

İlk etapta normalleşmeye başlayarak, üzerimizdeki atalet hâlinden sıyrılmak durumundayız.

***

Bugünlerde ne denli küreselleşmenin ya da entel söylemle ifade edersek “globalleşmenin” pabucunun dama atıldığını ileri sürenler oluyorsa da, bu cenaha fazlaca prim vermemek gerekiyor.

Evet…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti…

ULUS DEVLETTİR. Bu kadarı anayasada yazan amir hüküm olup yaşamın gerçeklerine geldiğimizde, ulus devlet olarak, uluslararası topluluk içinde varlığımızı sürdürmek mecburiyetimiz var.

Burada teferruatlıca analize veya tanımlamalara gerek yok. Eğer medeni dünya ailesinin içine entegre olarak yaşıyorsanız, demem o ki bilmem ne ormanlarında veya balta girmemiş bir ormanda ilkçağ toplum özellikleriyle yaşamıyorsanız, dünyada yaşanan cereyanlardan etkilenmemeniz çok zor.

Bu bağlamda…

Normalleşmenin önemine binaen derhal artık Türkiye’nin kronikleşen problemlerine odaklanmak durumundayız. En önemli hadise şuan makroekonomik politikalar ve varolan makroekonomik sorunların nasıl bir yöntemle çözümlenmeye çalışılacağı?

Ben ekonomist değilim.

Ama şu hususa inanmak zorundayız. Türkiye’deki makroekonomik sorunlar biranda oluşmadı. Senelerce izlenen irrasyonel iktisadî politikalar ve kararlar sonucunda şuan deneyimlediğimiz ekonomik düzlüğe ulaştık.

HAZİNE VE MALİYE BAKANIMIZ Sayın Mehmet Şimşek’in elinde “sihirli bir değnek” yok. Bu bağlamda, hem kamuoyumuzun hem de sıradan yurttaşlarımızın kısa vadede pozitif ekonomik bir tabloyu bekleme ve ummaları, kanımca hayalperestlik olacaktır.

Önümüzdeki dönemlerde Sayın Şimşek’in bakanlık koltuğunu devralırken belirttiği gibi en önemli kaldıraç…

RASYONEL ZEMİN, yani akılcılık olacaktır. İşte dünyadan kopuk yaşamadığımızın en büyük kanıtı, medeni dünyanın herhangi bir yerinde birileri hapşırsa ekonomimizin reel olmayan, yani parasal yönü nem kapıyor. Sakın bana, Türkiye Ekonomisi üzerinde dış ülke/piyasa/finans merkezleri odaklı operasyon yapılmıyor demeyin!

Sanırım…

Ben değil, aklını peynir ekmekle yemeyen herkes kahkahalarla güler.

NOT: MERKEZ BANKASI tarihinde ilk kez bir kadın, Merkez Bankası’nın başkanlığına atandı. Sayın HAFİZE GAYE ERKAN’A bu zorlu dönemde alacağı kararlarda memleketimizin âli çıkarlarını gözeteceğini umarak, üstün muvaffakiyetler dilerim.  

Devamı
Uğurlar Olsun...

14-28 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’de hayatlarımıza çok fazla anlam katacak şekilde değerlendirildi/değerlendirilmeye de devam ediyor.

İnsanlar duygusal varlıklar.

Duygusal olduğu kadar ideolojik davranışlar gösterebilen canlılardır da.

Cumhurbaşkanlığı seçimini geride bıraktık. Ama Türkiye’de bazı şeyler gerçekten de hiç değişmiyor…

Değişme ihtimali var mı, bilemiyorum!?

Gelmek istediğim nokta…

Muhalefet partileri ve bu muhalefet partileri üzerinden kendilerini “muhalif” olarak konumlandıran kitleler…

Bendeki “dejavu hâli” sanırım, AK Parti iktidardan düşmeden ve özellikle müzmin muhalif kesimlerin arzuladığı “sosyal demokrat bir parti” iktidarı devralmadan sönümlenmeyecek gibi…

Mesele şu…

Bugün internette ve tv ekranlarında gezinirken ve arama tarama yaparken… Bildik konuşma ve yazımlara rast geldim…

Özellikle, muhalif gençler mutsuzlar(mış)… Yine özellikle yıllardır Erdoğan’ı devlet başkanı olarak gören yeni kuşak seçmende bir yılgınlık, kaygı ve endişe durumu, bu zamana kadar görülmediği düzeyde artmış.

Eskiden bizler neden şikâyet ederdik?

Memleketteki “ortalama insanımızın” çok fazla raddede siyasetten kopuk olduğu, yanisi apolitik bir gençlik ve yurttaş profilinden dert yanar, bunun demokratik olgunlaşma adına eksiklik oluşturacağını ifade ederdik.

Tabii… Burada, Türkiye’mizin 1960 ihtilalinden başlamak üzere, 1971 Muhtırası ve en son 1980 Askerî Darbesiyle istenilen yapıda dönüştürülmek istenmesi ve dönüştürülmesinin etkisini göz ardı edemeyiz.

***

Zaten, Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, demokratikleşme ve demokrasi kültürü; ulaşılması çok arzulanan ama bir türlü Kaf Dağı’nın zirvesine tırmanılamayan yarı gerçeklik yarı hülya durumudur…

Şimdi gelelim…

Endişeli Modernlere… Ve modernlerin bitimsiz endişelerine…

Ve yine bu kitleye “endişeli ve yılgın bir genç kitle” dâhil oldu. Kestirmeden söylersek…

Kendilerini “bu toplumun üzerinde” gören genç kitle, bu ülkeden gitmek istiyor.

Bu ülkeyi terk etmek istiyorlar. Neden? Çünkü, kendi arzu ettikleri siyasi parti ve “Kemal amcaları” seçimi kazanamadığı için.

Ne olacak şimdi? E tamam da bu ülke, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sadece bu endişeli ve kendilerini “modern” diye tarif eden ve tanımlayan kesimlerden mürekkep değil ki!

İktidara ve Sayın Erdoğan’a oy veren bir kitle var ve bu kitle hem siyasal davranışlarından hem de hâl ve duruşlarından yaşamlarından hoşnut gibiler.

***

Endişeli modernler sizler mutsuz iken, bu toplumda mutlu ve mesut insanlar da var. Çünkü, sizin hayat tarzınızla onların hayat tarzları çok farklı bir değerler manzumesine sahip. Demokrasinin “bir cilvesi” sandığa gitmektir ve “dünya görüşüne” göre varolan siyasal partilerden birine iradeni yansıtmaktır.

Yıllardır aynı şeyleri duymak ve okumak, ve yine inanın aynı fasit daire içine hapsolunan gündem dışına çıkamamak…

Gerçekten de çok hazin!

Gençler hani gitmek istiyorsunuz ya, bu ülkede artık bize yer yok diyorsunuz ya, artık burada bize bir gelecek yok diyorsunuz ya…

Öncelikle bu ruh dünyasından çıkmanın yolunu bulmanız gerekecektir. Öte yandan gitmeyi “düşlediğiniz ülkelerde” sizlere nasıl bir gelecek sunulacak? Belki bana aptal diyeceksiniz, belki beni tiye alacaksınız olsun varsın: Dış memleketler sanıyor musunuz GÜL BAHÇESİ ile donatılmış!

Sizce, herkes bir OKTAY SİNANOĞLU mu veya AZİZ SANCAR mı?

Ne diyebilirim… Seçim sizin ve sizler HÜR İNSANLARSINIZ.

YOLUNUZ ve BAHTINIZ açık olsun.

Devamı
Nerede Kalmıştık? Vatandaş Söylemeye Devam Ediyor: "TIME JUST FLİES BY AK PARTİ"

2023 cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu aslına bakarsanız…

Türkiye sosyolojisini bilenler açısından bir sürprize gebe kalmadan nihayete erdi.

“Türkiye Hakikatinden/Gerçekliğinden” kopmadan değerlendirme yapanlar açısından…

Bakıldığında, dediğim gibi…

Olan şey, “olmayacak bir şey” değildi.

Çünkü…

Muhalefet sıraları zımnen de olsa seçim sonuçlarından bir “sürpriz” beklemekte ve son âna kadar bu duygudurumunu da, perçinlemek adına ellerinden geleni yapmakta idiler.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN, demek ki sıradan bir parti genel başkanı değil. Bir partinin genel başkanı olmak ile “Lider” olmak arasında, dünya ile ay arasındaki kadar mesafe olmalı diye, düşünüyorum.

Seçimin sonuçlanmasından sonra muhaliflerin olduğu mecralara bakıyorum, evet bir endişe ve yılgınlık hâli var.

Şöyle baktığımızda bu his âleminin geçerliliği ne kadar rasyoneldir?

Evet… Demokrasi diyorsunuz… Ve demokrasinin gereği olarak sandık başına gidildi.

Milli irade ve egemenlik diyorsunuz…

E tamam, son noktayı da halk koydu.

Şimdi anlamadığım husus şu: Bugün AK Parti’nin hiçte adaletli olmayan yollardan bir seçim süreci yürüttüğünü iddia ediyorlar.

Kamu gücünün arkanızda olmasının verdiği avantajı, kim yadsıyabilir?

Devlet organlarının “tarafsızlık ilkesinden” bağımsız olarak iktidarın emrinde olduğunu, kim elinin tersiyle bir kenara itebilir?

Ama burada, muhalefet cenahının iki yıldır politikasızlığı politika diye yutturduğunu da, görmezden gelemezsiniz. Özellikle, Cumhuriyet Halk Partisi, artık bu saatten sonra takkeyi çıkarıp düşünecek…

Gerçekten de doğruyu söylemek gerekirse, CHP kadroları yaklaşık 6 aylık bir zaman diliminde bir şeyler yapmaya çabaladı ama bu da nafile gayretlerden öteye geçemedi.

Cumhurbaşkanlığı gibi bir makam için bence çok daha uzun vadeli bir perspektif gerekiyordu ama CHP yönetiminin başı ve kadroları, sadece bir masa kurdular. Sonra bu masanın etrafına dizilerek toplaştılar ve kamuoyuna bakın biz ne kadar da güzel bir resim oluşturuyoruz, şipşaklayın dediler.

Yok efendim, demokratikleşme ve demokrasi yolunda “ne güzel çalışmalar yapılmış da ne güzel metinler vücuda getirilmiş de… Bla bla…”

*

Neyse… Olan oldu ve seçimin sonucu hüsranla bitti. Ama ne olursa olsun, hayat devam ediyor/edecek.

Bundan sonrası ise sol ideolojinin veya sosyal demokrat bir programın nasıl iktidar olacağıdır veya iktidarı devralacağıdır. Artık bunun üzerine feraset yoğunluğu bol olan çalışmalar yürütülmelidir.

*

Biliyorsunuz(?) Erdoğan’a karşıt olanlar ya da Erdoğan’dan haz etmeyenlerin en büyük motivasyon aracı…

TÜRKİYE’YE ŞERİAT GELECEK…

Toplumsal dönüşüm sağlanarak, cumhuriyet rejiminin temeline dinamit döşenecek ve ATATÜRK TÜRKİYESİ yerle yeksan edilecek.

Kanımca… TÜRKİYE’DE şeriat dönüşümü yaşanmaz. Zaten Sayın Erdoğan’ın siyaset tarzına baktığınızda, AK Parti ve Sayın Erdoğan’ın derdinin tamamen dünyevî olduğunu görürsünüz:

ÇIKAR ÇEVRELERİNİN oluşturulması ve çevrelerin iktidarın devamı boyutunda desteklenmesi. Sayın Erdoğan’ın derdi, yeryüzü parçası olan Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu düzeni kurmak değil. İşte görüyoruz, dünya nimetlerinden azami seviyede faydalanmak.

Onun için endişeli modernlerin fazla takıntılı olmalarına gerek yok. Olan emeğiyle yaşam savaşı verenlere oluyor.

Seçim sonucunun devletimize ve milletimize hayırlara vesile olmasını temenni ederim. 

Devamı
İzahı Ne?

Lamı cimi yok…

Muhalefet cenahı bence Türkiye’de bir “damar” oluşturamadı, oluşturamıyor.

Neden?

Artık sabah saatlerinden öğlene doğru…

Bazı şeyler netleşmeye başladı…

Resmî olmayan ve ilan edilmeyen istatistikî verilere ve oranlara göre, Türkiye’de panorama değişmedi, değişmiyor.

En son tahlilde, resmî rakamları Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ilan edeceğine göre…

Eldeki veri ve bulgulara istinaden…

Okuma ve yorumlama yapmak mümkün…

Tabii, bu yapılacak açıklamalar, sadece öngörüdür.

Olacak diye bir şey yok.

Görünen, “Cumhurbaşkanlığı Seçimi” ikinci tura kaldı.

Bazı polemikleri önlemek adına bir şeyler dillendirmek istiyorum. Daha önceki seçimlerde muhalefet saflarında “çakılı kalanların” iddiası neydi?

Oyları çalıyorlar…

Seçimde usulsüzlük yapıyorlar…

14 MAYIS seçimleri öncesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin tezi, sandıklarda her türlü önlemleri aldıkları yönündeydi…

Ben gerçekten de artık bıktım…

Tevil söylemlerimden…

Bükemediğin elin hakkını vermemekten…

Hep bahane…

Bir şeyleri gerekçe gösterme…

****

Resmî olmayan rakamlara göre… Aldığım siteden rakamlar yuvarlanmış olabilir…

Cumhurbaşkanı seçimlerinde, Sayın Erdoğan’a verilen oy:

26.662.844,  (%49,35)

Cumhurbaşkanı seçimlerinde, Sayın Kılıçdaroğlu’na verilen oy:

24.313.829.  (%45)

Değerli okuyucular daha neyi tartışıyoruz?

Orta Anadolu, Doğu Anadolu, Güney Anadolu’nun bazı yerlerinde, iç Ege, Marmara Bölgesi, Karadeniz Bölgesi’nin tamamında…

Recep Tayyip Erdoğan gerçeği/realitesi var.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nden bağımsız bir siyasetçi, lider ve fenomen gerçeği var.

Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye fotoğrafı olarak bakıldığında oylarında neredeyse 3-4 puanlık bir artış sağlamış.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu için bir yorum yapmıyorum.

Gerçekten de bu sol cenahtaki romantizmi çözemiyorum…

Nerede başarı?

Nerede yükseliş?

Nerede atılım?

Seçimin ardından resmî olmayan manzara…

Ne diyor?

Bir kere, Allahaşkına şu çocuksu saflıktan sıyrılarak, okuma yapmayı deneyin tatlı su balığı solcuları!

Sadece bu seçim için, çaldılar çırptılar, usulsüzlük var bahanesinden ayrı elle tutulur bir okuma yapın ne olur!

26.662.844 kişi, seçmen vatandaş…

Yapmayın yahu, kendinizi ezdirmeyin yahu, kendinizle alay ettirmeyin yahu…

İZAHI NE?

(…………)

 

Devamı
Dinî Saiklerle Bir Partiye Oy Verilir Mi?

14 MAYIS seçimlerine doğru yaprak dökümleri arttıkça yani seçim tarihine yaklaşıldıkça ittifakların vaatleri ve vaazları ivme kazanmakta.

Burada manidar olan, hükümet tarafından gelen açıklamalar… Hep ezber şeyleri tekrar ediyoruz ama ne yapalım, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin makûs talihi midir? Bilemiyorum.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başını çektiği Cumhur İttifakı seçim tarihi yaklaştıkça sanki daha önce olmamış şeyler, birden oluverecek havası oluşturma “derdinde”!

Bizatihi Adalet ve Kalkınma Partisi ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ön alması ve inisiyatifleriyle Türkiye’de yönetim şekli değiştirilmişti. Parlamenter demokrasiden, “Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine” geçilmişti.

Değerli okuyucular, bizler ne kaybettiysek hep duygusallığımızdan kaybettik, kaybetmeye de devam ediyoruz. Bugün, toplumumuz içinde insanlar cari iktidar üzerinden kutuplaşmış ve birbirine karşı hoşgörüsünü kaybetmiş vaziyette.

Evet…

Kabul edelim… Türkiye’de cumhuriyet tarihi açısından bakıldığında, AK Parti dönemlerinde “önemli atılımlar ve hizmetler” gerçekleştirildi. Daha önce yapılamayan birçok şey hayata geçirildi. Öte yandan, AK Parti’nin ülkemizde neden olduğu olumsuz gelişmeler yok mu?

İşte eğer fanatik bir parti sempatizanıysanız, cevabınız büyük olasılıkla, “hayır” olacaktır.

Son günlerde yapılan “halkla ilişkiler çalışmalarına” bakıyorum da, eğer kafatasınız içinde “beyin” varsa düşünmeye meylediyorsunuz. Bu zamana kadar yapılmayan makroekonomik kararlar ve politikalar neden seçim sath-ı mailinde hayata geçirildi ya da gelecek dönemde geçirilmesi meyanında vaat olarak verildi?

***

Emeklilere yapılan/yapılacak ödemeler ve daha birçok vaadin daha önce olması yönünde engel neydi de, şimdi birden hazinenin kapağı açılıverdi?

Adalet ve Kalkınma Partisi ve lideri Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın iddiası neydi? İstikrar sürsün ve ülke ekonomik olarak büyümeye devam etsin.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset kurumunun içine monte etmeye çabaladığı ilkeler neler idi?

Sürdürülebilirlik…

İstikrar…

“Yeni Türkiye İdeali”…

Ceberut devlet anlayışından hiçbir yurttaşını ayrıma tâbi tutmayan hizmetkâr devlet anlayışına geçiş.

Şunu kabul ediyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 yılında iktidara gelmeden önce, Türkiye’de çok farklı bir sosyolojik iklim vardı. Beyaz Türkler’in hem iş dünyasında hem de siyaset kurumu içinde nüfuzu reddedilemeyecek ve hatta yadsınamayacak boyutlardaydı. Yine, özellikle Kemalist entelijansiyanın- özellikle kritik devlet katlarındaki bürokratların- ülkedeki sözde demokrasi rejimindeki etkinliği kitaplarca anlatılmış bir reelpoltiktir.

İşte, AK Parti’nin ilk başlardaki siyaset serüveninde toplum yelpazesinin farklı tonlarından destek görmesinin alamet-i farikası burada yatmaktadır. Çevre hareketi olarak kurulan AK Parti, 2002 seçimlerinden sonra Türkiye’deki yerini sağlamlaştırabilmek adına toplum katmanlarının farklı sekmenlerindeki devlet gadrine uğramış, yıllarca devletin “farklılaştırdığı grupları” kâh demokratikleşme kâh daha fazla ekonomik refah vaatleriyle kendi yanında pozisyon almaları yönünde ikna etmiştir. Ne yani, ne zannediyorsunuz, AK Parti sadece mütedeyyin kesimlerin destekleriyle bunca yıl iktidarda kalabilir miydi?

Esmer Türklerin- çevrenin sesi- sesi olarak siyaset kurumunda konumlanan AK Parti, ilerleyen dönemlerde devlet içinde daha fazla hareket serbestiyetine ve karar alabilme iradesine sahip olmak babında toplumla daha geçirgen bir ilişki içinde oldu. Çünkü, AK Parti’den önce devlet düzeyinde hükümet olabilirdiniz ama daha ilerisi… İşte “ilerisi” yoktu… Her şey “şeklen” yasalara uygun olarak cereyan eder, ama son noktayı devletin “bölünmez ve sarsılmaz” ruhunu temsil eden “müesses nizam” koyardı.

***

Belki çoğunuz bunları neden hatırlatıyorsun veya bunları hatırlatmana gerek var mıdır, diyebilir. Ben, genç kuşakların politikaya çok fazla ilgi duymadıklarından hareketle bazı hususları tekrar belirteyim istedim. Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, cümlesi sanırım boş yere sarf edilmemiştir. 20’li yaşlardaki gençler, apolitik olduklarından Türkiye’deki anti-demokratik birçok olay ve hareketlerden bihaberdir.

Bu kuşakların çoğunluğunun ben ne 12 Mart Muhtırasının ne de 12 Eylül Askerî Darbesinin ne de 28 Şubat post-modern balans ayarının ne de 27 Nisan e-muhtırasının “nelere yol açtığı” noktasında vakıf olduklarına inanmıyorum.

En son tahlilde, Beyaz Türklere de Kemalistlere de sorsanız, bu ülkede ne “askerî vesayet” vardı ne de “jüristokrasi-jüristokratik vesayet”… E doğal olarak kabul etmezler, neden olacak, uygulayıcı başrolünde kendileri olduklarından. Neyse bunları burada tartışacak değilim. Kimseye de bir şeyleri “kabul ettirme misyonum” yok; ister kabul edin ister reddedin, tarih yazılmıştır. İşte, AK Parti’nin 2002’den sonraki rolü, bu netameli hususlarda ve devletin demokratikleştirilmesi noktasında zuhur ediyordu.

Adalet ve Kalkınma Partisi, devlet aygıtının kendilerini “ötekileştirdiği” ve “yabancılaştırdığı” kitleler ile diyalog kurarak ve etkileşim içinde bulunarak yıllarca iktidarını tahkim etmiştir. Demek istediğim, AK Parti’nin ve Sayın Erdoğan’ın siyasal gücü sadece muhafazakâr bir yaşam düzeninden yana olanlardan gelmemektedir. Siyaset maratonunun ilk kilometre taşlarında Erdoğan ve kadroları, devlet içindeki “müesses nizam” ile çok fazlaca mücadele etti. Yine, birilerine sorsanız, bu ülkede “müesses nizam” diye bir şey de yoktur.

Öte yandan, yine devletin ve ülkenin tek sahibi olduğunu zannedenlere göre bu ülkede zaten hiçbir zaman ne ayrımcılık ne de ötekileştirme uygulanmıştır. Bu bağlamda, dediğim gibi seçimler sonucunda mecliste çoğunluğu sağlayarak birinci olan partilere hükümet kurmalarına rağmen, ülke ve devlet üzerinde yasaların cevaz verdiği hudutlarda “ancak” politika ve hareket serbestiyeti verilmiştir. Bu bağlamda bu topraklarda, ne askerî vesayet ne de jüristokratik vesayet bir “heyuladır”. Bu topraklarda bu saydığımız olmaması gereken anti-demokratik mekanizmalar, 2002 senesi öncesinde siyaset kurumunun içinde hep varolmuştur.

***

Aslında şunu kabul edelim… İster bu kamptan olsun ister diğer kamptan olsun, Türkiye’nin geliş(e)memesi ve değiş(e)memesi veçhesinde dönem dönem içeride ve dışarıda ittifak hâlinde olanlar tarafından devletimiz, sistemin “uslu çocuğu” olması meyanında yönlendirilmiş ve terbiye edilmiştir.

Bu bağlamda, askerî vesayet ile jüristokrasiyi, bu bağlantıların kopmaması için direnç noktaları olarak telakki etmek lâzım gelir. Bugün yirmi birinci yüzyılda Türkiye’de, hiçbir zaman ne askerler ne de yargıçlar ülkenin istikâmetinde belirleyici olmamışlardır demek, abesle iştigal olmak demektir.

 

Öte yandan, AK Parti cephesi ve idealize ettiği Türkiye çerçevesinden de bakarsak, kanımca yolun sonuna gelinmiştir. Sayın Erdoğan ve AK Parti, bu saatten sonra tekrara düşen vaat ve politikalarla Türkiye’de iktidarını tazeleyemez. AK Parti ve Sayın Erdoğan açısından bakıldığında, 2002 sonrası “estirilen rüzgâr” yok, hatta gerilerde kaldı. Demokratikleşme ve Türkiye’yi müreffeh bir devlet yapma sözüyle işbaşına gelenlerin, 2023 senesi itibariyle Türkiye’yi nereye “sürüklediği” ayan beyan ortadadır. Özgürleşme ve daha fazla liberalleşme politikalarının tıkandığı ya da bu düsturlardan vazgeçilme noktasında, AK Parti’nin de nefesinin tıkandığı eş düzlem benzeşmektedir.

Çünkü… TÜRKİYE YÜZYILI sevdasında AK Parti’nin bu ülkede yaşayan “diğerleriyle” hiçbir biçimde duygudaşlığı yoktur. Zaten yoldaşlığı yoktu ama, duygudaşlığının olmaması, Türkiye’yi birlik ve dirlikten epeyce uzaklaştırmaktadır. “Zamanın Ruhuna” istinaden Türkiye’nin içinde bulunduğu 2002 senesi içindeki buhrandan çok iyi yararlanan AK Parti ve Sayın Erdoğan, ilerleyen seçim dönemlerinde amaçlarının “Türkiye Birlikteliği” olmadığını hem sözleriyle hem de uygulamalarıyla ispatlamıştır. Jakoben laiklikten dert yanan AK Parti kadroları, en son tahlilde ne “özgürlükçü laiklik” için çaba sarf etmişler ne de ülkemizin daha liberalleşmesi için “olması gerekenleri” devreye sokmuşlardır. Bu saatten sonra mağduru oynamanın, hani diyorlardı ya iktidar olduk ama muktedir olamadık, inandırıcı hiçbir iler tutar yanı yoktur.

Geldiğimiz noktada dinî saiklerle seçmenden oy istemekten başka alternatifleri de kalmamıştır. Esas ilginç olan nedir, derseniz, her gün yeni bir günde “müjdeler” ile uyanmamız.

Evet, artık bir ‘UYAN’MA- ayılma vakti geliyor ve gelmektedir.

14 MAYIS…

Çok geç olmadan…            

 

Devamı
Nasıl Bir SOL?

Bu seçim döneminde, muhalefet tarafında, yani sol cephede gerçekten de büyük bir heyecan gözlenmekte.

Baharın gelmesiyle beraber sol ideolojik söylemlerde de bahar teması ön plana çıkmakta.

Türkiye gibi ülkelerde sol değerlerle siyaset yapmak veya sol cepheden iktidara yürümek, epeyce meşakkatli bir yolculuktur. Kabullenmek istemesen de ya da görmezden gelmeye çabalasan da, bu Ortadoğu coğrafyasında dinin yaşamların üzerinde büyük bir etkisi vardır.

Sol partilerin alet çantalarına baktığımızda ne/neler vardır? Senelerdir değişmeyen araçlar… Demokrasi, laiklik, hukuk ve benzeri siyasal enstrümanlarla seçmenden ülkenin yönetimini talep etmektedirler.

Özellikle, muhalefete destek veren gazetelerdeki köşe yazarlarının, yazılarının temalarına baktığımda gördüğüm ana tema…

Ülkeye SOL gerek…

Artık Türkiye’yi SOL bir parti yönetmelidir.

O zaman soru şu:

Nasıl bir SOL?

Gerçekten de eğer bir tıkanmanın yaşandığını iddia ediyorsak, değişimi tetikleyecek bir söylem ve harekete ihtiyaç vardır. En son tahlilde iktidar saflarından söylenegelen anlatılara baktığımızda, taşı gediğine koyacaksak daha çok “hamaset kokan” söylemlerin olduğunu görürüz.

Dikkat ediyorsanız Koronavirüs salgınından beridir hem Türkiye kamuoyunda hem de dünya kamuoylarında seslendirilen husus, ülkelerin karşı karşıya kaldıkları “bilinmez/çıkmaz” durum karşısında içe kapanarak daha tutucu tavırlar sergileyecekleri idi.

Gerçekten de Türkiye birkaç yıldır özellikle savunma sanayii alanındaki atılımlarıyla göz kamaştırıyor.

*  *  *

Belki de cumhuriyet tarihi bağlamında hayata geçirilmediği kadar savunma sanayii alanında atılımlarımız var. Bu durum gerçekçi bakıldığında desteklenmelidir. Türkiye’nin bulunduğu jeo-politik ve jeo-stratejik konumunu göz önüne aldığımızda, ülkemizin milli güçlerinin her daim dinamik ve caydırıcı potansiyele haiz olması gerekmektedir.

Öte yandan…

Şunu da kabul edelim… Türkiye’de işler “tıkırında felan” da gitmemektedir. Enflasyonu gizlemeniz veya perdelemeniz, içinde bulunduğumuz dönem açısından gülünç kaçmaktadır. Bugün ülkedeki makroekonomik veri sepetine bakarak, ülkemizin orta vadede nasıl bir tablo sergileyebileceğini zaten konunun uzmanları izah etmekte.

Zaten senelerce cevaplanamayan husus şuydu: Türkiye ekonomik olarak büyürken, bu genleşmeden vatandaşların refah payı açısından faydalanamaması idi. Hiç kendimizi kandırmayalım… Son dönemlerde hem emeklilere hem de asgari ücretle geçinmek zorunda bırakılan “geniş kitlelere” yapılan zamlar, daha çok palyatif önlemler. Türkiye’de sıkıntı daha çok parasal işlemlerde yaşanmakta. Geniş kesimlere yapılan “nominal ödemeler”, piyasada/pazarda, reel fiyatlarla karşılaşınca pek fazla bir “değer” ifade etmiyor. Türkiye’de en büyük banknotun (200 TL) bile alımgücünün “hiçbir şey” ifade etmemesi…

*  *  *

Hayatını alın teriyle idame ettirmek zorunda olan kitlelerde arayışa neden oluyor. Bugün ağır sanayide olsun, daha küçük ölçekli işletmelerde ve dahası yaşamını ücret/maaş geliriyle devam ettirmek mecburiyetinde olan emekçi kesimlerde yaşamlarını düzene koymak ve dahası geleceklerinden emin olmanın tek geçer yolu siyasal araçları etkin kullanmalarına bağlıdır. Zaten sol partilerin özelliklerine baktığımızda, esas uzmanlık alanlarının hitap ettikleri işçi sınıfının haklarını ve yaşam standartlarını bir üst düzeye çıkarmak olduğunu görürüz.

Gerçekten de Avrupa’daki sokak gösterilerine baktığımızda, bir kaynayışın olduğunu ve halkların da bir arayış içinde olduklarını iddia edebiliriz. Şu iddiaya artık katılmak mümkün değildir. Macaristan’da Orban iktidarının son seçimden zaferle çıkmasından hareketle sağcı politikaların hız kazanarak toplumları koyu bir karanlığa sürükleyeceğidir.

Bugün, üzerinde durmamız gereken unsur… Sağ partiler değildir. Sağ ideolojilerin vatandaşlarını koyu bir karanlığa sürükleyip sürüklemeyeceği değildir. Sorun şudur… Neden, bunca olumsuz gelişme ve hadiselere rağmen toplumlar, seçmen-vatandaşlar, teorik olarak kendilerini refaha ve gönence ulaştırabilecek siyasal parti ve liderlerine meyletmek varken, yurttaşlarının etnisitelerini ve dinî aidiyetliklerini kullanan kasabavari politikacıların peşine takılmaktadırlar?

*  *  *

İşte bu yüzden soruyorum:

NASIL BİR SOL?

Dediğim gibi “teorik ve kavramsal çerçeveden” bakıldığında, toplumların tecrübe ettiği hem mikroekonomik hem de makroekonomik sorunlar veçhesinde sorunun kaynağına inerek, sorunu çözebilecek alet çantası sol partilerde ziyadesiyle bulunmaktadır.

Türkiye’de sorun, sol bir partinin tek başına iktidara gelememesidir. Tek başına iktidara gelebilecek fırsata sahip olamamasıdır. Cumhuriyet Halk Partisini dışarıda bırakırsak, bugün kendilerini siyaset kurumu içinde “solcu” diye takdim eden partilerin en büyük açmazı ya da talihsizlikleri, “kitle partisi” olamamalarıdır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ülkemizdeki yeri ayrıdır. Bir kere CHP, kitle partisidir. Öte yandan, ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN bizzat kendisinin kurmuş olduğu bir parti olması ve cumhuriyetin ülke sathında kök salmasında en birinci faktör olması, CHP’yi toplum nazarında her daim bir seçenek partisi yapmaktadır.

Türkiye’de dönem dönem siyaset kurumunu, seçmen inisiyatiflerini, seçmenlerin oy verme davranışlarını sorgulayan ve sonunda da mantıklı bir çıkarıma ulaşamayan ezelden beri muhalif olanların başvurduğu en meşhur retorik, “her toplum layık olduğu şekilde idare olunur” ve “coğrafya kaderdir” cümleleri üzerinedir.

Son senelerde ise en meşhuru “coğrafya kaderdir.” cümlesidir.

Bilinen yazılı tarihten beri İslamiyet’le ve Müslümanlık kimliğiyle harman olmuş Anadolu topraklarında, Cumhuriyet Türkiye’sinde tasavvur edilen nasıl bir SOL?

Coğrafya kaderdir önermesinden yola çıkarsak, Türkiye Sol İdeolojisinin coğrafyayla olan kaderi nedir?

- NASIL BİR SOL?  

Devamı
Demokrasi Oyunu(!)

Seçim tarihinin netleşmesinden sonra artık “iktidara” aday ve seçimi kazanmak niyetinde olanlar açısından geriye…

Kendilerini ifade etmek kalır.

Çok gülünç bir durumdur!

Ne ki aylar geçmiştir, yıllar geçmiştir…

Bunca zaman kendilerini anlatamamışlardır!

Gel gör ki…

Sayılı gün içinde… Partilerinin misyonlarını ve hedeflerini öyle bir anlatacaklardır ki…

Sen de “tıpış tıpış” sandığa giderek, reyini kendisini öyle güzel anlatan aslan parçasına vereceksindir.

Bir başka gülünç durum da… Cumhurbaşkanlığına aday ya da çok fazla parlamenter elde etmek isteyen kişinin/siyasal partinin “seçim bildirgesi” yayımlamasıdır.

İşte zurnanın “zırt” dediği yer burasıdır:

Seneler önce bu minvalde bir köşe yazısı yazmış idim, bu yazıda, alan çalışması yapan bir anket firmasının sahibinin çok manidar şu cümlesine yer vermiştim:

“Seçmeni liderlerin söylemleri ve inandırıcılıkları etkiler. Yoksa partilerin beyannamesini halkın %1’i dahi açıp okumaz.”

Gerçekten de haklıydı anket şirketi sahibi…

Sizce de şunca seçim badireleri atlattık kaç seçmen bu özenle ve itinayla hazırlanmış “seçim beyannamelerini” okuyarak…

SANDIKTA SON KARARINI vermiştir?

İşte böyledir bizim buralarda, memleketimizde “demokrasicilik oyunu”…

Öyleyse bize düşen dilek:

Şansınız bol olsun!

 

Devamı
En Büyük Yıkımlardan/Yokoluşlardan Bir Tanesi: Kin ve Nefret Söylemi

14 Mayıs seçimleri yaklaştıkça iktidar sahibi olmak isteyen grupların mücadelesi de şiddetlenmekte.

Cumhuriyet Halk Partisi ve paydaşlarının oluşturduğu birliktelik, Türkiye’ye “nefes aldıracağını” muştulamakta.

- TÜRKİYE YÜZYILI

- İKİNCİ YÜZYIL

Baksanız, gerçekten de albenisi çok güzel laflar ve cümleler. Öte yandan, rotayı belirlemek ve güzergâh üzerine harekete geçmek, arzulanan yere insanlığı/insanlarımızı ulaştırır mı?

Yeryüzünde yaşam zıtlıklardan, birbirinin yekdiğerinden sürdürülmekte ve insanlar bu doğrultuda “bir anlam arayışı” içinde olup huzur ve saadet peşinde koşmakta.

Son tahlilde, mevzumuz siyaset olduğundan ve yakın bir zamanda Cumhurbaşkanlığı seçimini gerçekleştireceğimiz için, aklımız ve fikrimiz politik atraksiyonlara kilitlenmekte.

Siyaset neden yapılır? Sanırım, bu soru üzerinde Türkiye’de de çok fazla durulmuştur. Veya bu soru çok fazlaca sorgulanmıştır. Normal şartlar altında “siyaset/siyaset kurumu” olmadan, ülke/devlet idare edilemeyeceğine göre, öncelikle memleketimizde siyasete bakışın berrak bir biçimde netleşmesi ve politikaya atılacak kişilerin “siyaset yapmaktan” ne anladıkları tartışmaya mahal vermeyecek formda ortaya konmalıdır.

Ülkeler insanlardan oluşur. İnsanlar olmadan ve insanların hayat verdiği cemiyetler, cemaatler olmadan, topluluklar olmadan ne devletler ne de ülkeler kendi başlarına bir mana ifade edebilirler. Doğal olarak insanlar farklı huylarla ve karakterlerle “yaratılmışlardır”.

***

Dünyada milyarlarca insan var. Bu hâl üzeriyken bu insanların renkleri, dilleri ve dinleri de farklıyken, bu insan topluluklarından tek bir terkip davranış beklemek ya da tek bir düşünceye iman etmelerini beklemek, normal midir?

21.yüzyılda bence, gelişen veya gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin/toplumların önünde en büyük barikat “hoşgörü eksikliği” ile “farklılıklara tahammül eksikliği” görünmektedir. Çokkültürlülük ve çokseslilik, demokrasiyle yönetildiğini iddia eden ülkelerin bence en önemli “yumuşak karnı” olmalıdır.

İnsanları veya bireyleri mermer gibi tek bir tona indirgeyemezsiniz. İnsanlar, birey olmanın şuuru içinde ait olduğu toplumun huzur ve güvenliği ile birliğini ve dirliğini tehlikeye atmadığı sürece, “hür insan olmanın” ayrıcalığıyla hareket ederek düşünce de üretmelidir ve aynı zamanda bunu kamuya açık alanlarda serdedebilmelidir de.

Öte yandan, bir toplumu dip dalgası misali yavaş yavaş ve çaktırmadan yıkacak ve ortak mefkûreden uzaklaştıracak en büyük bela…

KİN VE NEFRET’tir.

Nefret söyleminin dünyada ne büyük acılara yol açtığı, binlerce ve milyonlarca insanların aklını sapkınca ideolojilere ve düşüncelere kiraya veren despot yöneticiler yüzünden yaşamlarından oldukları bir vakıa iken…

Sırf güzel günler için… Yani, siyasette mevzi yenilemek için, koltuk değiştirmek için, aslında dertlerinin vatan-millet-yurttaş olmadığı, sadece kendi hırslarının ve ihtiraslarının tatmin edilmesine yönelik bir irade içinde olanların aymazlıkları adına toplumları, masum insanları ateş çukuruna atmak…

En büyük İHANET’tir.

Irkçılık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, farklı dinde ve mezhepteki vatandaşlara kin ve nefret nazarıyla yaklaşmak ve bu gruplar üzerinden siyaset üretmeye meyletmek…

Ait olduğumuz uygarlığı ve dini mensubiyeti ayrı tutarak…

Tüm İNSANLIĞA yapılan büyük bir İHANET’tir.

Nefret söylemi ve senin gibi olmayanlar üzerinden diğerlerine kin duymak, diğerlerini yabancılaştırmak “arınılamayacak” büyük bir marazdır.     

Devamı
Seçimi Dindarların İradesi Belirleyecek

Seçimlere artık sayılı günler kaldı.

Millet ittifakı cephesinde vuku bulan amansız rüzgâr, “şimdilik” duruldu gibi…

Pekâlâ, muhalefet cephesinin iddiası, seçimi almak.

Muhalefet tarafından bakıldığında her şey onların lehine gibi gözükmekte.

Ekonomik veriler…

Sosyal huzursuzluklar ve birçok yaşama dokunan vaka ve gelişmeler, başını Cumhuriyet Halk Partisi’nin çektiği muhalefet yapısını seçimi “şimdiden” kazandıklarına inandırmış vaziyette.

Muhalefete demir atan kesimlerin belki de idrak etmedikleri husus, Türkiye’deki seçimlerin ve seçmen davranışlarının otomatiğe bağlanmış olmamasıdır.

Sol partiler veya sol cephede konumlanan cumhurbaşkanı namzetlerinin alet çantasında ne var?:

-Laiklik,

-Özgürlük,

-Demokrasi,

-Eşitlik,

-Hakça paylaşım,

-Kamuculuk,

-Anayasa, Hukuk Devleti,

-Ve daha birçok sivil temelli insan hak ve hürriyeti.

Tamam da bunun ile seçim alınamayacağını sol partiler daha ne kadar daha deneyimleyecekler?

21 yıllık Erdoğan yönetiminden artık usanmışmış millet! Tamam da muhalefet elinde bulunan bu değerlerle seçimi nasıl çantada keklik görüyor?

Anketlere bakıyorum, çoktan Millet ittifakı ipi göğüslemiş bile. Yine, özellikle, Kürt seçmenler/vatandaşlarımız üzerinden seçim opsiyonları yapılıyor.

HDP üzerinden siyaset yürüttüğünü zannedenler, HDP Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyecekleri yönünde bir tavır takınınca, tüm Kürt seçmenler/yurttaşlar Millet ittifakına, yani Sayın Kılıçdaroğlu’na mu oy verecek?

Siz öyle zannedin…

Kürt seçmenlerin, özellikle muhafazakâr Kürt seçmenlerin kahir ekseriyeti, reyini Erdoğan’a verecek.

Sanırım, hesaplama yapanlar ya da seçime yönelik analiz çalışması yapanlar, bu hakikati göremiyorlar.

Sağ seçmende, sol partilerin öne sürdüğü siyasi söylemlerin fazlaca bir karşılığı yok gibi.

Dinin siyasete alet edilmesi evet hiç doğru değil. Ama siz siyasi partiler tarafından olaya bakıyorsunuz.

Gerçekten de etraflıca üzerinde durulması gerekiyor: Demokrasi diyerek, laiklik diyerek, hukuk diyerek, daha fazla insan hak ve hürriyetleri diyerek…

Hayatını dinin emirlerine göre düzenleyen kesimlerden oy alma şansınız, “yok bile!”

Böyle olunca da ne oluyor?

Tahkir ve aşağılama…

Sol ideolojik felsefeyle yaşama değer verenlerin istekleri ve arzuları karşılık bulmayınca…

Toplumu yargılamaya başlıyorlar.

E ne yapalım yani,  adam dine göre yaşama anlam katıyorsa “yok mu sayalım”?

Eski siyasetçilerimizden merhum Demirel’in bir zamanlar başörtüsü talebinden ötürü kızlarımıza yallah Arabistan’a dediği gibi mi yapalım?

Solcular sever bu tavrı!

Devamı
Türkçe Fakiri Türk İnsanı

TÖMER(Türkçe Öğretim Merkezi), ülkelerin ders kitaplarında kullandıkları kelime sayılarını karşılaştıran bir araştırma yapmış. Elde edilen bulgular, gerçekten de Türk gencinin/yetişme çağındaki evladlarımızın özdilini kullanabilme becerisi açısından çok manidar.

Bu bağlamda, TÖMER’İN yaptığı araştırma sonucunda ortaya çıkan ülkesel bazlı sonuçlar şöyle:

ABD’de ders kitaplarında kullanılan/mevcut sözcük sayısı 71.681 iken;

Almanya’da ders kitaplarında kullanılan/mevcut sözcük sayısı 70.400 iken;

Japonya’da ders kitaplarında kullanılan/mevcut sözcük sayısı 44.224 iken;

İtalya’da ders kitaplarında kullanılan/mevcut sözcük sayısı 31.762 iken;

Fransa’da ders kitaplarında kullanılan/mevcut sözcük sayısı 30.193’miş.

* * *

Suudi Arabistan’ın ders kitaplarındaki kelime sayısı 13.579. Esas oğlana yani ülkemize geldiğimizde, Türkiye’de ders kitaplarında “sadece” 7.260 sözcük/kelime kullanılıyormuş.

Gerçekten de anadilimiz bağlamında içinde bulunduğumuz durumu, kelime olarak ancak “fecaat” karşılayabilir.

Ara sıra bu hususlarda elimden geldiğince bir şeyler çiziktirmeye çabalıyorum. Sonuç olarak “dilbilimci” değilim. Yine, Türkçe öğretmeni de değilim.

Buradan şuraya varmak mümkün: Kültürel olarak çoraklaşmanın yaşandığı ifade edilebilir.

Artık ezber bir söylem olacak ama yapabilecek bir şey yok: Yeni dönemin ülkeleri işgal yöntemi, bu minvalde kültürel yozlaşmayla kotarılmakta.

Emperyalizmin, “ulus devletleri” hedef alması, yine böyle güçlü bağları olan milletleri çok fazla çaba sarf etmeden “sisteme entegre” etmelerinin en başat yolu, konvansiyonel olmayan psikolojik savaş yöntemleriyle olmakta.

Bu paralellikte ilerlersek, bir milleti ve devleti vareden en önemli faktörün, o toplumun “milli değerleri” olduğunu şıpından söyleyiveririz.

Yazı, belki biraz dallanıp budaklanacak, affınıza sığınacağım.

* * *

Geçenlerdeki bir yazısında (17 Ocak 2023) sabah gazetesi yazarı Sayın Haşmet BABAOĞLU, gençlerin meslek ve üniversite ilişkisine değinen bir yazı kaleme almış ve bu bağlamda gençlerin meslek tercihi açısından arada derede kalmışlıklarına yorumda bulunmuştu.

21.yüzyıl dünyasında artık her şey “dijital tabanlı” işlemekte. İş dünyasının çalışanlardan beklentileri de değişmekte. Bu bağlamda, Z Kuşağı diye adlandırılan teknolojiyle göbekten bağımlı genç kitlenin de çalışma yaşamından beklentileri farklılaşmakta.

Yabancı dil bilmek ve özellikle İngilizceyi deyim yerindeyse “akıcı/su gibi” konuşmak-yazmak-dinlemek(anlamak)-okumak, olmaz ise olmazların en başında gelmekte. Demek istediğim, yabancı dil bilgisi bakımından İngilizce artık “cepte” olmak zorunda. Bu bağlamda, iş dünyasında hayalleriyle eş düzlemde bir pozisyon ve kariyer hedefleyenler açısından ikinci ve üçüncü yabancı dillerin bir kaldıraç bağlamında heybeye ilave edilmesinin önemini, hiç söylemiyorum bile.

Evet, belki yazı az-biraz hercümerç olmuş olabilir. Sanırım, şunu herkes kabul edecektir:

Bir kişi anadilini çok iyi bilmeden, anadilinde kendini “çok iyi bir biçimde” ifade edemeden, ve dahası anadilinin inceliklerine yetkin olmadan, Türkçe gibi zengin bir dilde asgari sözcük sayısında iletişim ve diyalog kuramadan…

Dünyayla nasıl etkileşim hâlinde olacak?

Bu raddede zengin bir dilde bile yeterli kelime haznesine sahip olamayan bir kişinin (gencin diyelim), farklı bir kültürden dile nasıl hâkim olacağını varın siz düşünün!

* * *

ANADİLİNE hâkimiyet gerçekten de sadece bu paralellikte gelecek ve iş yaşamına da indirgenemez.

Dilimiz, bizim zenginliğimiz.

Kültürümüzün ve gelenek ile göreneklerimizin nesillerden nesillere aktarımı, ancak zengin bir dil havzasıyla mümkündür. Gençlerimizin cari dönemde sahip oldukları yaşam standartlarından memnun olmadıklarına, yazılan köşe yazılarından ve yapılan alan araştırmalarından vakıf olabiliyoruz.

Sosyal medya mecralarında kullanılan dile baktığımızda, zaten genç neslin dilimizle olan, Türkçemiz ile olan imtihanını da görüveriyoruz. Fotoğraf ve anlık ileti paylaşımının yapıldığı sosyal medya mecralarında, kullanılan Türkçe gerçekten de “içler acısı” bir düzeyde.

Tarzancadan hallice bir İngilizce ve yine bununla karıştırılarak kullanılan kısaltmalarla dolu “Türkçemsi” bir şey…

Çok uzatıyorum sanırım…

Eğer bir genç kendini donanımlı olarak yaşama hazırlayacaksa kendi dilinde yetkin olmak zorundadır. Anadilini iyi konuşmak ve yazmak durumundadır. Üşenmeden ve yılmadan sözcüklerin tam hâlini kullanmalı ve yersiz bir biçimde absürd kısaltmalardan uzak durmalıdır.

İş yaşamında iyi bir kariyer ve beklentilerin karşılanması, sadece “torpille” ve “şansla” elde edilebilecek bir şey değildir.

Gençlerimize, memleketimizde vuku bulan olumsuz şeylerden uzak bir hedef ve dava tayin etmek, bizlerin ellerinde.

Bugün, Türkiye’de “nepotizm” ve “iltimas” bir yerlerde “köşe kapmak” için tek yolmuş gibi aksettirilse de, bunun sürdürülemeyecek bir şey olduğunun da izahı, yine biz yolu yarılamış amca ve abilerde olduğu bir gerçek.

Eğitim, ne dönem olursa olsun, “sınıf atlamanın” ve “arzuladığın bir yaşam standardının” yasal yollardan elde edilmesinin vazgeçilmeyecek anahtarıdır.

TÜRKÇEMİZİN her boyutta (okuma, yazma, konuşma) hakkını verirsek diğer kültürel etkileşim süreçlerinde de zorlanmadan hedeflerimize ulaşırız, diye düşünmekteyim.    

Devamı
Her Şeye Rağmen Sayın Erdoğan Tekrar Devletin Başına Gelir Mi? Yanarım Yanarım Böyle Muhalefete Yanarım!

Deprem felaketinin gölgesi altında 14 Mayıs tarihinde, Cumhurbaşkanlığı seçimini tecrübe edeceğiz gibi.

Her ne olursa olsun, CUMHUR İTTİFAKININ seçime/seçimlere(hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekilliği seçimlerine) muhalefet cenahından daha dinamik girebileceğini “iddia” edebiliriz.

Gerçekten de…

Tüm yaşananlara bakıyorum. 6 Şubat tarihinde Kahramanmaraş merkezli bir asrın zelzelesine maruz kalıyoruz. Gerçekten de çok büyük çaplı bir felaket. Tahmin edilemeyen ve öngörülemeyen boyutta memleketimizi tarumar etti.

Öncesinde, Türkiye’de hem ekonomik alanda hem de siyaset kurumu içinde bir sıkışıklık ve daralma söz konusu idi. Toplumun dar gelirli kesimlerinin aylarca süren protestoları…

Alımgücünün düşmesi… İşsizlik… Görünürde ekonomi büyürken bundan toplumumuzun tüm kesiminin etkilenmemesi… Hanehalklarının harcama güdülerinin değişmesi…

Açlık… Yoksulluk… Yoksunluk… Adaletsizlik… Eşitsizlik… Hukuksuzluk… Geleceğe güvenle bakamama… Umudun/umutların yitirilmesi…

Toplumsal eşitsizliklerin yaşamın her zerresinde kendine alan bulması… Kadına karşı takınılan riyakârca tutum ve tavırlar… Kadın cinayetlerinin önlenememesi…

Daha birçok dünyevî sorun ve sıkıntılar… Yazsak ne olacak?

Şunu kabul edelim… 6 Şubat öncesinde, Türkiye’de pespembe bir yaşam tablosu yoktu. Bunu, ideolojik bagajlarımızdan kurtulmadan görebilmenin de imkânı yok.

21 yıllık kesintisiz iktidar olmanın verdiği “istikrar” mı ya da artık “birlikte yönetişimden uzaklaşmanın” kaçınılmaz sonucu mu?

Türkiye’de bir “değişim rüzgârı” estirilmeye çabalanıyordu.

Heyhat…

Deprem oldu, siyaset yapmayın deniliyor. Ki ne denirse densin, yaşam reflekslerinden kaçınmanız hatta uzak durmanız “mümkün” değil.

Ülkemizde serdedilen bunca olumsuz hadise ve gelişmelere rağmen, muhalefet safında bulunan siyasî partilerin bir araya gelerek “VOLTRAN”ı oluşturamamaları…

Daha ne kadar daha tevil götürecek? Yahu yapmayın… Değerli yorumcular, kendilerini aydın(münevver) zannedenler… Görmüyor musunuz, muhalefet cenahının tüm olumsuz ve karanlık atmosfere rağmen…

Sadra şifa veremediğini!

Böyle bir muhalefet ittifakı olur mu Allahaşkına? Seçim tarihi ilan edildikten sonra, şunun şurasında seçime ne kadar bir hazırlık takvimi kalıyor?

GÖRÜNEN KÖY KILAVUZ İSTEMEZ!

Bazen ben böyle ters köşe şeyler karaladığımda tepki alıyorum. Romantizm! Siyasette, romantizm ile ne kadar bir mesafe alabilmeniz mümkün?

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), anamuhalefet partisi… Azınlıkta kalan muhalefet partilerinin, anamuhalefet partisi üzerinde baskı oluşturması ne kadar ussal? İYİ Parti (İP) Genel Başkanı Sayın Meral Akşener’in uzun süreden beridir demokratik ve politik teamülleri yerle yeksan eden siyasî davranışları, takındığı tavırlar ne kadar amaca giden yolda akılcı!

Yine, aylardır, CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, ittifak yolunda adaylıktan vazgeçmediği için eleştiriliyor. Tamam, haklı olabilirler. Ben de ara sıra yazılarımda Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun doğal bir lider hüviyetine haiz olmadığından hareketle Sayın Erdoğan ile girişilecek bir yarışmada, başarılı olamayacağına kaniyim.

Tamam da… Siyaset, sıradan insanların oturdukları yerlerden ahkâm kesmelerine göre mi yönlendirilecek? Sayın Akşener, Sayın İmamoğlu’nu cumhurbaşkanlığına aday gösterirken ve ısrarla arkasında dururken hiçbir absürtlük yok ama vaka Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylığına geldiğinde…

Ama… Fakat… Lâkin ile başlayan satırlar ardı sıra diziliveriyor.

Değerli okuyucular…

Seçmen…

Vatandaş…

Hayata tutunmaya çabalayan insanlar…

Somut şeyler beklerler. Hayal peşinde koşarlar ama hayal satmanın eninde sonunda sukut-u hayale neden olabileceğini de bilirler.

Tekraren ifade ediyorum…

GÖRÜNEN KÖY KILAVUZ İSTEMEZ.

Farklı toplumsal segmentlerden meydana gelen muhalefet oluşumunun aylardır bir isim üzerinde mutabakata varamaması, neden toplumun fikir serdeden kesimlerinde rahatsızlığa yol açmıyor, anlaşılacak gibi değil.

 

Daha önceki yazılarımda bazı sakil kalan durumlara değinmiştim. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun genel merkezinden azade hareket etme serbestliğiydi.

Ne oldu? Sayın İmamoğlu, Sayın Akşener’den aldığı yüreklendirmeyle- etik mi değil mi siz karar verin- Türkiye’nin çeşitli büyük kentlerinde bir “siyasi partinin genel başkanı” gibi mitingler düzenledi. Bu dönemde Sayın İmamoğlu’nun titri ne idi? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı…

Hani Millet İttifakı açısından sürekli bir şey dillendiriliyor:

Feragat ve fedakârlık… Cumhurbaşkanlığı makamından feragat edecek Sayın Kılıçdaroğlu ve aynı zamanda gelecek dönem için bu zamanda yapacağı fedakârlıklar ile CHP Genel Başkanlığı koltuğunu da Sayın İmamoğlu’na teslim edecek…

İşte bu ahval ve şerait içinde muhalefet partileri, umutsuzluk ve karamsarlık içindeki insanlarımıza bir nebze de olsa…

[1]SADRA ŞİFA VERECEK..! Verebilecek… Verebilecek mi?

Bu hususu, seçmenlerin ferasetine değil, siz değerli okuyucularımızın “ferasetine” sunuyorum.

   

 


[1] Gönlü, yüreği rahatlatmak, ferahlatmak.

Devamı
Çok Acil Aranıyor: Rikkat!

Yaşadıklarımızdan ders almak zorundayız…

İnsanoğlunun en büyük zaafı, travmasal hadiseler sonrasında bile yaşamına kaldığı yerden “hiçbir şey olmamış” gibi devam etmesi.

Deprem büyük bir felaket.

Bu konuda kimsenin şüphesi yok.

Beşer olarak doğada yaşam sürdürdüğümüze göre, doğanın kurallarına göre hareket etmek durumundayız.

Bazen, demek ki istediğiniz kadar “ileri ve yüksek” teknolojik devrimlere imza atın ama doğanın yıkıcı ve yerle yeksan eden gücüne eşdeğer bir hayat düzeni tesis edemeyince…

Öngörülemeyen şeylerle karşılaştık oluveriyor, yaşanan tabiat hadiseleri…

Bilimsel ve ilimsel faaliyetler içinde olup da bu birikimli değer yaratan gelişmelerden “hayat sürdürmek” noktasında faydalanamayınca, çaresiz kalınan her vaka dinî açıklamalarla izah edilmeye çabalanıyor.

Çalışıp çabalayacağız.

Şu bir gerçek…

İnsanlar belki de farkında olmadan, istemsizce yine fani yaşamlarının hayhuyuna ram olacaklar.

Gülüp neşeleneceğiz…

Gezeceğiz… Kitap okuyacağız… Dizi ve sinema izlemeye devam edeceğiz… Çünkü, insanın donanımı belli bir zamandan sonra, başına gelenleri belleğine yedekleyip, reset düğmesine basarak yaşam koşuşturmacasına kendisini teyelleyiveriyor.

Yapıp ettiklerimizde eğer orta ve uzun vadede yaşanabilecek menfi ve olumsuz gelişmeleri nazariyeye almadan hareket edersek, bundan sonra her doğa temelli hadiselerden sonra da, şimdi yaşadığımız akıbete benzerlerini tecrübe etmeye devam edeceğiz.

***

Bizim gibi geleneksel toplum olmanın karakteristik niteliklerini yaşamının her zerresine nakşeden milletler, nedense yaşananları duygusal boyutlarıyla değerlendirme cihetine giderler.

Son yaşadığımız KAHRAMANMARAŞ merkezli yıkıcı zelzeleler nihayetinde de toplumumuz şuur kaybı ve akıl tutulması yaşadı. Karşılaştığı tabloyu, ya kendi yaşam öğretileriyle ya da mensup olduğu cemaat/cemiyet değerleriyle “okumaya meyletti”.

Gerçekten de Kahramanmaraş merkezli zelzelenin üzerinden üç haftaya yakın zaman geçti…

İnsanımız; Türkiye Cumhuriyeti’nin birer onurlu yurttaşları, deneyimlenmiş büyük acıyı unutarak, yine kin ve nefret ile nifak tohumu ekimlerinin albenisine kapılarak, özellikle sosyal medyayı soluk alınamayacak bir hâle getirdiler.

Aklı başında bazı yorumcuların analiz ve tespitlerine ben de katılıyorum: Toplum içine döşenen bölücü ve yıkıcı fay hatlarıyla nasıl mücadele edeceğiz, bil(e)miyorum.

Yahu gerçekten de dünya baronlarının bizim için çok fazla taktik geliştirmelerine gerek yok. Şunu kabul edelim, emperyalizm bu topraklarda ne huzur ister ne refah ne de barış ile çevresine çarpan etkisi yapan bir devlet/ülke.

***

Depremden beridir sayısızca komplo teorisi diyebileceğimiz açıklamamalar yapılıyor. Evet, deprem bir doğal afettir. Doğal afet bölgelerinde, bilim insanlarının açıklamalarını ve ikazlarını dinlemek ve dikkate almak durumundayız.

Yerbilimci insanlarımızın uyarıları doğrultusunda yerleşme ve imar ile bir düzen kurmak mecburiyetindeyiz.

Hani diyorlar ya, alanında söz sahibi deprembilimci/yerbilimci/jeofizik insanları, bizler şu kadar yıldır depreme bahse olan yerler/bölgeler için uyarılarımızı yaptık ama maalesef sözümüzü dinletemedik.

Bence, gelecek dönemlerde/gelecek dönemler için, sosyolog, psikolog ve siyaset bilimcilere de “kulak kesilelim”.

Çünkü, tıpkı yapılan çürük binalar gibi ya da sırf dünyevî zevkimiz yani daha fazla maddiyat için inşa ettiğimiz binalardan çaldığımız malzemeler gibi, değer yargılarımızdan ve birbirimize yaklaşma yeteneğimizden de çalıyoruz…

Çok acil insan hasleti aranıyor:

RİKKAT.      

Devamı
Deprem Sonrası... Kayıtta Kalsın...

DEPREM…

Bir doğal afet olduğuna göre toplumsal dayanışmayı öngörür.

HAYAT…

Normalleşecektir. Sanırım, yaşamın “normalleşmesi” çağrılarından rahatsızlık duyanlar var.

Pekâlâ yaşamlarımızı kaldığımız yerden devam ettireceğiz. Ettirmek zorundayız. Şu bir gerçek hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tabii buradan, konfor alanlarımızdan olanbitenler hakkında yorum yapmak, sanırım ancak “klavye kahramanlığı” oluyor.

Her şeyin “normalleşmesi” gerçekten de epeyce bir zaman alacak. Bu dönemde kaçınılması gereken en elzem husus, deprem bölgesindeki insanlara “akıl vermektir.” Buradaki insanlarımız da yaşamlarını devam ettirmek mecburiyetinde olduklarını biliyor olmasına biliyor ama dediğim gibi zaman…

Siyaset yapmayın diyorlar…

Bu cümle için bir “yorum” yap-a-mıyorum.

Kanımca…

Bölücülük yapmamak, ırkçılık yapmamak gerekiyor.

Değerli okuyucular,

Politikacılar, uğraş alanları gereği siyasi söylemde bulunacak. Siyaseti bu minvalde “berbat bir şey”, “kötülüklerin anası” gibi sunmak, bence arızalı bir kafa yapısının ürünüdür.

SİYASET-POLİTİKA…

Hayata ve insana “yön verme” sanatıdır. Siyaset yapmadan, siyasî aksiyonların içinde olmadan, Allahaşkına nasıl hayatî kararlara imza atacaksınız?

Burada önemli olan…

Neyi nasıl yaptığınız ve…

Üslûbunuzun seviyesi. Siyasetçiler, ağızlarından çıkan kelamlara azami derecede dikkat edecekler.

 

Esas üzerinde durulması gereken bence başka nokta…

“Değerler”…

Gelenek ve görenekler…

Tutum ve tavırlarımız…

Zaten artık ahlâk için bir şey söylemeye gerek görmüyorum, işte görüyoruz ahlâk unutulunca neler oluyor!

Toplumumuzda kendince yer edinmiş/tutmuş “aydın” diye geçinen insanların ağızlarından çıkan kelimelere/cümlelere, kalemlerinin sarf ettikleri kelamlara çok fazla ehemmiyet göstermeleri gerekir.

Bakıyorum da…

Bir kesim var; işte köşeyazarı, yorumcu, analiz yapan ekran yüzleri, Cumhuriyet Halk Partisi ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan daha fazla uğraşıyorlar.

Uğraşıyorlar dediğim, yıkıcı minvalde…

Bakın, Türkiye’de yıllar geçse dönem ve devir değişse de, ezberlerimizden bir türlü vazgeçemiyoruz. Yıllardır insanların dikkatine sunulan ne?

“Halktan uzak olmak!” “Cumhuriyet Halk Partisi halktan uzak bir parti…”, demek…

En başta belirttiğim üzere, bölücülüğe ve dinsel mezhepçiliğe isteyerek ya da masumane bir biçimde yol vermektir.

KİN ve NEFRET…

NİFAK TOHUMLARI…

RÖVANŞ…

ÖÇ ALMAK…

KUTUPLAŞMA ve SAFLAŞMA… İDEOLOJİK BAĞNAZLIK…

Bu olumsuz duygularla/hislerle bizlerin…

Ne 2023’ü…

Ne 2053’ü…

Ne de 2071’i…

Kenetlenerek karşılamamız mümkün değildir.

 

İşte bu siyaset değildir. Oturduğumuz yerlerden kâh bilgisayar başından kâh davet edilen tv mekânlarından ağzımızı köpürterek olumsuz duygudurumlarının dağılmasına aracı olduğumuzda, ne milletimizin ne de devletimizin iyiliğine çalışmış oluruz.

Bu ülkede yıllarca değişmeyen bir başka mesele de…

Birbirimizde olmayan “şeyler”den( mal ve mülk, lüks eşyalar vb.) ve olumsuzluklardan hayata tutunma ve yaşam içinde mutlu olma dayanaklarıdır.

Solcular sağcılardan haz etmemiştir. Solcular sağcıların düşüncelerini ve ileri sürdükleri fikirleri “gericilikle” ve vatan düşmanlığı ve hainliğiyle yaftalamıştır…

Sağcılar da solculardan memnun olmamışlardır. Solcuların düşüncelerini küfür olarak telakki etmişlerdir.

Uzayıp gider.

Milli ve yerli olduktan sonra kendilerini solcu addedenler de sağcı addedenler de, Türkiye’nin ortak gelecek vizyonuna artı “değer” sağlar.

Mesele, medeni olacağız diye, yüzyıllarca bu coğrafyada varolan geleneklerimizden, kültürümüzden, insan hâllerimizden “yüz çevirmemektir.”

İstediğiniz kadar yaygara çıkarın…

Türkiye’nin konumlandığı coğrafya, İSLAM coğrafyasıdır. Burası için, ANADOLU için, kadim uygarlıkların beşiği denir.

Son tahlilde, Anadolu toprağı İslam değerleriyle ve Müslüman insan hâlleriyle yüzyıllara damgasını vurmuştur.

Demek istediğim…

Artık daha fazla ayrışmayalım. İnsanlar “ALLAH-ALLAHUEKBER” dedikleri için rahatsız olmayın…

Dinine ve imanına tutundukları için bu toplumun bir kesimi, bir diğer kesimi tarafından her nevi olumsuz sıfatlanmalarla tanımlanmakta.

Neyse, yazı çok uzayacak. Bitirirken…

İyilik… Hoşgörü… Tevazu… Tahammül… Karşılıklı sevgi ve saygı… Vicdan… Merhamet…

Sizi bilmiyorum ama benim yaşamımda vazgeçmeyeceğim düsturlarım yukarıdaki kelimeler olacak.

  

Devamı
İşte Tam Ânı: Bir ve İri Olma Zamanı

DEPREM…

Şuan ki teknolojik gelişmişlik düzeyi babında tahmin edilemiyor.

Siz, medyada veya sosyal ağlarda yapılan polemiklere bakmayın.

Türkiye’de, benim bildiğim, depremi önceden tahmin edebilecek, demek istediğim nokta atışı yapabilecek bir teknoloji yok.

Yine, şunu kastetmiyorum:

“İşte efendim falanca bölgede falanca ilimizde 30 yıl içinde deprem beklenmekte…”

Zaten, bunlar, artık hem kanıksadığımız hem de ezberlediğimiz bilgiler/cümleler.

Umut ediyorum ki…

DEVLETİMİZ/ÜLKEMİZ, bu doğal afetten de yeniden küllerinden doğacaktır.

Klişe cümleler kuruluyor ve yazılıyor:

Ama gerçekten de bu dönemde, ne denirse densin beklenmeyen, şok kırılmaların olduğu dönemlerde, birlik ve beraberlik çok önemlidir.

Normal günlerde yaşadığımız bazı hususları, böyle olağanüstü dönemlerde dolaba kaldırmamız gerekmez mi?

Kutuplaşma ve saflaşma bozgunculuğundan bana artık gına geldi. Yaşananlar yaşandı ve acımızın şiddeti burnumuzun direğini çatlatsa da, gündelik hayatı devam ettirmek durumundayız.

Geride kalan depremzede yurttaşlarımızın “en temel ihtiyaçlarının” ivedilikle karşılanması, her türlü tartışmadan ve sataşmadan daha kutsaldır.

Kış aylarındayız…

Doğanın çetin şartlarında dışarıda kalan yurttaşlarımızın ihtiyaçlarının tümünün karşılandığı söylenemez.

Yine, anladığımız kadarıyla tüm depremzedelere de ulaşılmış değil. Bundan sonra gündelik yaşamın akamete uğramadan devamı bakımından en önemli husus, sosyal medya platformlarındaki klavye delikanlılığından derhal vazgeçmemiz.

Buradan görüldüğü kadarıyla şuan için en zaruri gereksinim…

Barınma ve…

Tuvalet ihtiyacının karşılanacağı kapalı bir yer…

Umarım…

Öncelikle…

DEVLETİMİZ, bu ihtiyaçların giderilmesi için tüm imkânlarını seferber eder.

Gerçekten de…

Deprem felaketinin yaşandığı zaman açısından…

En azından bazı şeyleri “askıya” alsak…

Söz ola beri gele diye demiyorum:

İster kabul edin ister azımsayın, çok büyük bir felaketi tecrübe ettik ve bu zamanda bile “düşmanın/düşmanların” istim üzerinde olduklarını bilmemiz gerekiyor.

Bilmem, sizler de takip ediyor musunuz? Özellikle, sosyal medyada patronsuz ve özgür gazetecilik yapma derdinde olan mecralarda, yaşadığımız deprem felaketine ilişkin fazlaca video-analiz yayınlandı.

Komplo teorisi diyenler oldu, insanları “aptal olmak” ile itham edenler oldu… Tabii bazı kesimler var; biliyorsunuz bilime “neredeyse” din kadar iman ediyorlar ve kendilerinin sahip olduğu kanının dışına çıktığınızda…

Yani, alışılmış olanı, kurcalamaya başladığınızda cahil ve cühela olduğunuz söylenmekte ve insanların “boş şeylerle” oyalandıkları ileri sürülmekte.

Tabii…

Bu dönemde, çok fazla sayıda “yabancı devletlerden” yardım teklifi alındı ve devletimiz de sanırım uygun gördüklerini ülkemize davet etti.

Bu bağlamda, yabancı devletlerin kurtarma ve arama ekipleri, milletimizin tamamını duygulandıran sahnelere vesile oldular.

Yıkıntıların üzerinde gerçekten de cansiperane bir savaşım vererek, canlarımızın kurtarılması adına ellerinden geleni yaptılar.

Yalnız bu husus, devletlerin bu coğrafyada “emelleri” olduğunu değiştirmez.

Bizler şunu anlayamıyoruz. Bölge içindeki ya da uzak diyarlardaki halkların birbirleriyle bir sorunlarının, düşmanlıklarının olmaması, zor durumlarda birbirlerine nefes olmaları, beni gerçekten de çok duygulandırıyor. Yardıma gelen devletlerin kurtarma ekibindeki insanların Hıristiyan ya da farklı inanışlardan olmaları, onların son tahlilde “sade insan olmaları”, merhamet ve vicdan duygularıyla ülkemizde can kurtarmaları, beni o kadar fazla duygulandırıyor ki…

Öte yandan, “elma ile armudu” birbirine karıştırmayalım…

Devletler, vatandaşlardan terkip ise de…

Devletlere yön verenler nedense vatandaşlar değildirler ya da sözde öyle görünmesine rağmen, perde arkasında uyanık ve agâh olmayı gerektirecek şeyler tertiplenmektedir.

Demek istediğim… Zor dönemdeyiz… Bir olalım iri olalım…

Kutuplaşma ve ideolojik bağnazlık, vallahi de billahi de ülkemizin hiçbir biçimde yararına olmayacak.

Evet, konuşulacak çok fazla mevzu var… İhmaller, zamanında yapılmayanlar…

Öte yandan…

İSTİFA MEKANİZMASININ yine unutulması, ne bileyim kamunun sorumluluğu üzerine alarak af dilemesi/dilememesi…

HESAP VEREBİLMEK…

ŞEFFAFLIK… Ama sanırım, her şeyin bir zamanı var. Bir de şu var, yaşamda “öncelikler” vardır… Yaşama tutunmak ve nefes aldığın sürece “günün/günlerin” getirdikleriyle mücadele etmek.

NOT: Bu süreçte can-ı gönülden, dinlenmeden, uyumadan, yılmadan, yeis’e düşmeden bir canı aramıza döndürmeye çalışan, istisnasız devletimizin ve sivil toplum kuruluşlarımızın tüm fedakâr ve cefakâr personeline şükranlarımızı sunarız.

İYİ Kİ VARSINIZ…      

Devamı
Amerika'yı Yeniden Keşfe Gerek Var Mı?

Cumhuriyet gazetesinin (15.08.2022) tarihli nüshasında, TürkiyeRaporu’nun “Ülkenin gidişatı konusunda ne hissediyorsunuz” anketine yer verilmişti.

Araştırmada katılımcılara, “Ülkenin genel gidişatını düşündüğünüzde sayacaklarımızdan hangisi hislerinizi en iyi şekilde ifade eder” sorusu yöneltilmiş.

Araştırmadan çıkan bulgulara göre;

Yurttaşların %58’i “endişeli”,

Yurttaşların %20’si “umutlu”,

Yurttaşların %10’u “gururlu”,

Yurttaşların %12’si ise “kızgın” olduğunu ifade etmişler.

Araştırmaya göre…

18-24 ve 25-34 yaş grubundaki katılımcılar, en yüksek oranda “endişe” ve en düşük oranda “umut” ifade eden grup olmuş.

Yine 18-24 yaş grubundaki katılımcıların yüzde 65,8’i “endişeli”, yüzde 4,1’i gururlu, yüzde 11,3’ü “kızgın”, yüzde 18,8’i ise “umutlu” oldukları yanıtlarını vermişler.

Öte yandan “büyük resme” baktığımızda…

Küresel ekonominin, gelecek 10 yıl içinde büyük değişiklikler yaşayacağı yönünde öngörüler var.

Küresel istatistiklere göre, Çin’in 2030 yılına kadar ABD’yi geçeceği dillendiriliyor.

Bir başka kaydadeğer gelişme ise, Hindistan’ın küresel ekonomik ligde üçüncü sıraya yükseleceği yönünde.

Hindistan’ın 2006 yılında 949 milyar dolarlık gayri safi milli yurtiçi hasılası (GSYİH) varmış.

2022 yılı itibariyle bu değer, 3 katından fazla artarak 3.1 trilyon dolara ulaşmış.

Pekiî bu gösterişli büyümenin arkasındaki itekleyici güç nedir denirse…

Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok.

Bilgi gücü ve genç nüfusunu doğru kanalize edebilmesi. Bakıldığında, son 60 yılda hizmet sektörü, Hindistan’ın GSYİH’nın %55’ine ulaşmış. Telekomünikasyon, yazılım ve bilgi teknolojileri, Hindistan’ın büyümede ana lokomotifleri.

(Özlem Yüzak, cumhuriyet baskılı gazete, 22.07.2022)

Şimdi, bu doneler bize ne anlatıyor?

Takkeyi çıkarıp düşünmemiz gerektiğini, çanlar çalmadan önce önlem almayı elzem kılıyor.

Öte yandan bu verileri “inandırıcı” bulmayanlar olacaktır.

Nasıl ki bir ara…

Muhalefet partileri, kamuoyunun nabzını ölçen anket çalışmalarına “manipülasyon bunlar” diyorlardı…

Çünkü neden?

Hazmedemiyorlardı.

Aynı durum, iktidar cenahı tarafında da saklı. Yapılan ve edilen ne varsa ama doğruyu ya da şeffaflığı açıklığa çıkaracak…

Derhal, reddediliyor.

Türkiye’nin nüfusunun çoğunluğu gençlerden teşkil olmakta.

18-24, 25-34 yaş grubundaki aktif nüfus, endişeli ve gelecekten umutsuz.

O zaman, ekonomik reçete yazmak için yine Amerikan veya uluslararası kuruluşlardan emperyalistlerin güdümünde bir uzmana mı ihtiyaç var?

Hayır… HİNDİSTAN, GÜNEY KORE, vb uzak doğu ülkelerinin yaptıkları ortada…

Üretmeden tüketmek değil.

Tüketebilmek için…

ÜRETMEK.  

Devamı
Yine Yeniden Bize Ne Olmaya "Başladı"?

ÜSTÜN DÖKMEN hoca profesyonelce yürüttüğü meslek alanına yönelik olarak birtakım değerlendirmelerde bulundu.

Ve derhal, eleştiri ve “yıpratma” kampanyasına maruz bırakıldı.

Husus…

Başörtüsü/tesettür giyiminin meslek etiği açısından normal olup-olamayacağı…

Zaten, benim tesettür hususundaki bakış açım bellidir ve beni bağlar, hiçbir şekilde benim fikrim genele “teşmil” edilemez.

Yine, hiç yokken bir “sorun” imal ettik. Evet, hem de kendi elimizce. Artık Türkiye’de kesinlikle “bir başörtüsü” sorunu yoktur.

Öte yandan, Üstün DÖKMEN hocanın açıklamalarından sonra yapılan değerlendirmelere baktım…

Şunu hemen belirteyim, şuan yazacağım cümleler için söylüyorum, Dökmen hocanın fikirleri ne kadar toplumu “kutuplaştırıcı” ise de…

Dediğim gibi ben etik bilimcisi değilim. Üstün hocanın fikirlerinin “kabul edilebilirlik veya doğruluk” testini yapmaya da “hakkım” yok.

Ama geçenlerde gazetelerde gezinirken Türkiye gazetesi yazarı Cem Küçük’ün şu düşüncelerinin (satırlarının) altını çizmişim:

“ (…) Bu şekilcilik anlayışından vazgeçmediler. Aslında bunların kafalarının içinde dindarlara, Müslümanlara nefret var. İslam’a düşmanlık var.

(…) Üstün Dökmen şimdi ‘kastım hakaret değildi’ diyecektir. Ama bal gibi içindeki nefreti kusmuş! Türkiye’nin çoğunluğuna laf ettiğinin farkında değil. Bir de güya insan ilişkileri, insan anlatıyor. Ayıptır. Bence Üstün Dökmen de ortamdan etkileniyor. 2023’te iktidar değişirse, herhâlde Dökmen gidecek ve kamuda görev yapan başörtülü psikolog, psikiyatr ve rehber öğretmenlerin atılmasını isteyecek. İnanın Üstün Dökmen gibiler kutuplaşmayı körüklüyor. Allah’tan toplumumuz bunlara kanmayacak kadar sağduyulu.”

(Cem Küçük, Türkiye Gazetesi (baskılı gazete), 15.08.2022)

 

Yine gördüğünüz gibi…

Yandaş kalemler, olayı mükemmel denebilecek bir maharetle “Müslümanlık” ve “İslam dinine” getirdiler.

Sormak lâzım…

Bu devrandan yana saf tutanlara:

Üstün Dökmen hocayı ne kadar tanıyorlar? Üstün hocanın bu zamana kadar kaç bilimsel makale ve kitap yazdığını biliyorlar mı?

Yine ne kadar konferansa iştirak ederek, insanlara ışık olduklarını söyleyebilirler mi?

Kanımca, yine haddim değil Üstün Dökmen hocayı tartmak, hocamız sanırım kelimelerin albenisine kapılmış olabilir.

 

Tamam da eğer Üstün hoca bir gaf yaptıysa veya pot kırdıysa…

Aynısıyla mı mukabele edilmeli?

Cem Küçük beyefendi diyor ki…

Yazısının başlığı:

“Üstün Dökmen nefret suçu işliyor”

Şimdi, Cem Küçük’ün bu satırlarından etkilenebilecek bir meczup çıkıp da, Üstün hocaya herhangi bir tacizde bulunursa…

Ne olacak?

Bunun adı…

Hedef göstermektir.

Ama Sayın Küçük’ün ifade ettiği gibi, bizim necip halkımız sağduyulu olduğundan ötürü…

Manipülasyona gelmez.

Bir topluma malolmuş “değerlerinin” değerini bilir.

Ama…

İşte bir de… Hani aman ha dediğimiz vaka vuku bulursa…

Yine en başa döneriz.   

Devamı
Boş ver, Keyif Sürmeye Devam?..

Eğer bizde, Türkiye olarak açlık ve sefalet sorunu yoksa, ülkemizin farklı yerlerinden gelen haberler neyin nesi?

Düşünsenize…

Ekonomik büyüme ve kalkınma söylemlerinin hiç eksik olmadığı memleketimizde, yani “çağ atladığımız bir dönemde”…

Bakıyorum, insanların konuşmalarının ve dertlerinin ortak paydası hiç değişmiyor:

Çarşı-pazar…

Domates, patlıcan, patates, soğan…

Zaruri temel ihtiyaçlar…

Türkiye’de “değişim” iktidar partisinden bağımsız olarak, “alternatif medya” vasıtasıyla gerçekleşiyor.

Türkiye’deki olumlu ya da olumsuz gelişmeleri ve değişimleri, “sadece” A HABER, ATV HABER veya FOX TV, HALK TV, TELE1 izleyerek anlamlandırmanız sağlıklı verilere ulaşmanıza katkı sağlamaz.

Özellikle…

INSTAGRAM, YOUTUBE…

Buralarda ifa edilen “patronsuz habercilik/gazetecilik”, büyük resmi görmenizde gerçekten de çok verimli bir ortam sağlıyor.

Az önce dediğim gibi Türkiye’den farklı tonda ve seste veryansınlar yükselmekte…

KAYSERİ’DE…

İKİNCİ EL PAZARI…

Ama, bu varlık göstergesi olabilecek araba ikinci el pazarı değil. İnsanlar, evlerinde kendilerince paraya dönüşebilecek “ev eşyalarını” yaşam mücadelesinde katkı sağlaması için satıyorlar.

*  *  *  *

KONYA’DA…

Bir konserde…

17 yaşında olduğu iddia edilen bir genç, iktidara yönelik bir söylemden ötürü alaşağı edilerek fiziki müdahaleye maruz kalıyor.

Belki, gencin yaptığı davranış nezaket ölçülerinde olmayabilir. Yeri mi değil mi tartışması yapılabilir…

Tamam, hani nerede “hoşgörü”?

 

Yine Konya’da kadın bir çiftçi/pazarcı, AK Parti yöneticisinin olduğu bir merasimde protesto söyleminde bulunuyor…

Derhal… Alaşağı ediliyor.

Yine bir başka tahammülsüzlük işareti de…

“Nankörlük”! Yahu kim, kime, neye göre nankör diyebilir?

Sosyal medyada bazen geziniyorum… İktidar partisinin ilgililerinin ve yöneticilerinin izahat ve açıklamalarını okuyorum:

Ekonomiye ithafen… Türkiye’de nasıl ekonomik sıkıntı varmış(mış), işte efendim toplum nasıl bir darboğaz içindeymiş(miş)!

Hemen restoran, yeme-içme mekânlarını işaret ediyorlar. Buyuruyorlar ki, görmüyor musunuz, bakın buraları hıncahınç dolu, eğer ekonomik sıkıntı varsa, bu insanlar nasıl bu düzeyde para harcıyorlar???

 

Kardeşim, bu manzara… Aldatıcıdır. Bu kesimler, insanlar her zaman oldu. Bunlar Türkiye’nin “Beyaz Türkleri”… Kalburüstü insanları…

Kaymak tabaka… Eğer bizler bu kesimden yola çıkarak, ekonomi güzellemesi yapacaksak…

Vallahi gerçekten de “ekonomik olarak epeyce uçmuşuz”!

Aslında, çok fazla bir şey demeye gerek yok.

“Yaşamın içinde olmak” ve “yaşananları” biraz vicdanını öne çıkararak gördüğünde, her şey olanca “gerçekliğiyle” ortada.

Boş ver sen devam et inanmaya: “Hayaldi gerçek oldu…”

Devamı
Türkiye Nereye? (II)

Sanki, politikada gerçeklikten kopunca, söylenenler sadece hayal âleminde kalan hoş sedalar olarak yer ediyor.

İLERİ DEMOKRASİ…

Gerçekten de çok “iddialı” bir hedef(idi).

Bugün için doğruyu konuşalım. Demokrasi zaten Türkiye’de kanayan bir yaradır. Son yıllarda iktidar partisinin izlediği siyasetlerden ötürü, demokrasinin seviye atlamasını bırakın “olması gereken tepkiler” bile gösterilemez oldu.

Neden?

Gelip dayandığımız nokta…

İktidar hırsı!

Kuvvetin “tek elde” tahkim edilmesi!

AK Parti, kanımca, ilk zamanlarda yola çıktığı hedefinden, yine kendi hatalarından ötürü uzaklaşmakta. İddialı hedefler tayin etmekle bu hedeflerin şaşmadan toplumda karşılık bulması farklı şeyler.

Genelgeçer söylemlerle halkın gazını almak ya da döneme uygun popülist söylemlerle propaganda ve slogan yarışına girişmek, sadece “o ânı” kurtarır.

Ama ya gelecek?

Evet…

Birgün gelecek de “gelecek”.

Ama bir türlü oturtulamayan sistemler ve oyalamacalardan dolayı, ülkemiz istediğimiz ve beklediğimiz “atılımları”, yine olması gerektiği boyutta gerçekleştiremiyor.

Dürüst olmak durumundayız.

Hakikatler(gerçekler) perdelenince, belki bir zaman “siyasal rahatlama” tesis edilebilir ama neye rağmen?

Toplumun yarınlarından “çalmaya” rağmen.

*  *  *

Bu sıralar yine revaçta olan kavramlara baktığımızda, serdedilen kavramların ne ileri demokrasiyle ne de ileri bir toplum olma modeliyle bağdaşmadığını görürüz.

İtaat…

Biat…

Mutlak sadakat.

Toplumlar ve devletler gelişimlerini ancak değişime “ayak uydurarak” tesis ederler. Pekâlâ, politikacılar, iktidarlarının devamı yönünde, yola çıktıkları “yol arkadaşlarından” mutlak sadakat beklerler.

Öte yandan gelişmek ve değişmek diri bir devinimi öngörür. Değişime ve gelişime ayak diremek, çağın gerisinde kalmak demektir. Demokratikleşme ve medeniyet tasavvurlarının çokça dillendirildiği “modern zamanlarda”, arkaik reflekslerle hem bireysel hem de toplumsal taleplerin önünü tıkamak, bindiğin dalı kesmek demektir.

Demokratikleşme için ülkemiz çok bedel ödedi. Siyasetçilerin ve onların kurduğu siyasi partilerin kurulma amaçlarından sapmaları ve iktidar hırsı içinde, dünya nimetlerine köle olmaları, şahsi ihtiraslarına gem vuramamaları, toplumlarının irtifa kaybına neden olduğu gibi, tüm kazanımların da heba olmasına neden olmaktadır.

Son zamanlardaki toplumsal hareketliliğe baktığımızda…

Olumlu şeyler söyleyebilmek zorlaşıyor.

Bir iktidar düşünün ki…

Yoksullukla ve yolsuzlukla ve yasaklarla mücadele edeceğini ikrar ederek, iktidara gelsin ve ilerleyen yıllarda iktidarını bu ayaklar üzerinden tahkim etsin…

Ama sonra…

Beşeriyetin zaaflarına yenik düşsün.

Zaten hayalkırıklıkları da bundan ötürü başlıyor…

İnsanların ve toplumun ağzına “bir parça bal çalmak” ama sonrasını akim bırakmak…

Vasatlaşma ve…

Duyarsızlaşma.

*  *  *

Çarşı-pazarda yaşanan acı gerçekler, “duyarsız kalınarak”, aslında görmezden gelinerek geçiştirilecek bir hadise değil.

Zaten Türkiye’de yaşananların en büyük müsebbibi, sorun tüm ağırlığıyla yerinde dururken, sorunu çözmek adına zaman kaybına gidilmesidir.

Yaz aylarını beklemek…

6 ay boyunca sabretmek…

Ama sonuç itibariyle gelecek dediğimiz “zaman dilimi”, elbette gelecek ve kapımıza dayanacak.

Türkiye’de tartışmalara ve mücadelelere baktığımızda, köhnemiş şeylerle uğraştığımızı görüyoruz. Cumhuriyet tartışmalarında da rejim tartışmalarında da hep aynı çıkmaz sokak:

Verimsiz ve analitik olmayan çabalar.

Şu bir gerçek…

Türkiye’de yönetimin şekli değişti ve rejim değişmedi. Eskiden “parlamenter demokratik rejimle” yönetilirken, şimdi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle” yönetilmeye “çalışılıyoruz”.

Ne olursa olsun… Rejim… Cumhuriyettir.

Ama… Çok fazla propagandası yapılan yönetim değişikliği sisteminin dertlere “deva” olamadığını da deneyimleyerek görüyoruz.

Görünürde bir meclis var.

Görünürde anayasal kuvvetler var: Yasama, yürütme ve yargı.

Ama görünürde ve şeklen olan kurumların varlığı; her nedense türlü türlü propagandası yapılan bu sistemin toplumsal barışa ve gönence şifa olamadığını “deneyimleyerek” görüyoruz.

Enseyi karartmayalım da…

Yaşamdan beklenenler ve “tecrübe edilenler” muştulanılanlar ile uyuşmayınca…

Toplumca hezeyanlar baş gösteriyor.

İşte üzerinde düşünülmesi gereken husus:

Ne yapmalı?  

Devamı
Kimlik, İktidar ve Seçmen

SEÇİMİ KAZANMAK adına siyasi partiler aralarında ittifak oluşturdular.

Bakıyorum da…

Son günlerde köşelerde Türkiye’deki siyasi yapı irdelenmeye çalışılıyor.

Şimdilerde ortaya atılan bir sav…

Türkiye’de artık sağ ve sol kavramları anlam ve önemini yitirmiştir!

Gerçekten de ülkemizde insanların siyasal davranışlarını tetikleyen ve yönlendiren unsur nedir?

Belki çokça seslendirir olduk… Yirmibirinci yüzyılda toplumların geçmişin gözbağcılığına kapılarak, yaşananları yorumlaması ve sonucunda dimağında netleştirerek geribildirimde bulunması, çok zor bir etkinlik hâlini almakta.

Ben de çok defa tekrara düşüyorum. İdeolojilerin, insanların karşılaştıkları sorun parkında tek belirleyici etken olduğunu iddia etmek ne kadar rasyoneldir?

Sağ ve sol kavramlarının, geçmişte ülkemize “diz çöktürmek” maksatlı üretildiği, bu ülkenin motor gücü olacak gençlerinin nasılda ham bir hayale kurban gittiklerini bilmiyor muyuz?

Öte yandan, ideolojileri belirleyen kavramların hâlen seçmen-yurttaşlarda bir karşılığının olduğunu belirtmenin de bir yanlış tarafı yok.

Özellikle…

Gelişen veya gelişmekte olan ülkelerde/toplumlarda yeterli sermaye birikiminin olmaması, yine örgütlü bir işçi sınıfının hem ekonomik hem de siyasal karar aşamalarında, alınacak kararları etkileyebilecek “baskı unsuru” olarak temayüz edememeleri…

Bu tip toplumlarda hem eğitim düzeyi olarak hem de kültürlenme potansiyeli olarak dış mihrakların manipülasyonuna açık hâle gelmelerine neden olmaktadır.

*  *  *

Ara sıra kamuoyunun nabzını ölçmek adına yapılan anketlere, şöyle göz ucuyla bakıyorum ve gördüğüm yine AK Parti’nin birinci parti olduğu. Yine son günlerde gazete köşelerinde yazarların üzerinde durduğu ve irdelemeye çabaladığı ana başlık, siyasetin sağ ve sol eksenlerine binaen kimlik politikalarının seçmende nasıl bir karşılık bulduğu/bulacağı?

Belki yukarıdaki yargıma galebe çalabilir ama yine de bir kere daha vurgulayayım… Bizim gibi geleneksel toplum olmanın karakteristiklerini sanayi toplumu olmanın gereği olarak bir üst safahata geçememekten ötürü, üzerine bir de demokrasi kültürünün Batı Avrupa’da vuku bulduğu şekliyle hayatımızda yer almaması, insanlarımızın geleceğe yönelik hareket ve tutumlarını “akıl süzgecinden” ziyade, hislerine meftun olarak belirlemeleri, işte bazen beklenmedik toplumsal “akıl tutulmalarına” yol açmakta.

Bugün ne kadar fazla eleştirilirse de eleştirilsin Cumhurbaşkanı Erdoğan, karizmatik lider kimliğiyle partisinden daha fazla kredibiliteye sahip. Öte yandan 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara geldiğinden beridir muhafazakâr bir siyaset izleyeceklerini saklamayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, son yıllarda özellikle eski sosyalist şimdinin liberal ya da “yetmez ama evetçilerinde” hayalkırıklığına neden oldu.

Şunu kabul edelim: Sayın Erdoğan “pragmatist” bir politikacı. Uzun yıllardan beri siyasetin tozlu yollarında emek harcamış olması, yine siyasetin “er meydanı” sokaklarda ve halkın içinde olmaktan imtina etmemesi, AK Parti’nin 20 yıllık iktidarının apaçık şifreleridir. Ne denirse densin; Erdoğan, halk siyasetçisi aktörlüğünü gerçekten de bihakkıyla icra ediyor.

Geniş kitleler üzerinde yarattığı etki, gelecek dönemlerde yaşanabilecek tehdit, risk, beklenmeyen ekonomik dalgalanmalar veya bölgesel ya da küresel savaş ve çatışma süreçlerinde, soğukkanlılığını koruyarak, vatandaşları üzerinde güven telkin etmesi, muhalefet partilerinin ezber söylemlerin dışına çıkarak, geniş toplum kesimleri üzerinde “heyecan ve dinamizm” oluşturamaması, Sayın Erdoğan’ın gelecek dönemli siyaset hamlelerinde her zaman elini kuvvetlendirmekte ve kuvvetlendirmeye de devam edecektir.

Bir de bunun üzerine yaşanan ve tecrübe edilen ekonomik sıkıntıları ve beklenmedik şokları ekleyin… Ve buna rağmen toplumun kahir ekseriyetinin tercihini iktidar partisinden yana kullanmaya meftun olmasını, bizler değil muhalefet saflarının düşünmesi gerekecek.

Devamı
Türkiye Nereye?

Artık toplumsal yaşantı içinde, işsizlik, istihdam olanaklarının gerilemesi, üretim, tüketim, ihracat, ithalat ve diğer ekonomik ve kültürel değişkenler…

Nüfus ve nüfusun diğer unsurları ile yakından ilgili. Gelişen ve gelişmiş toplumlarda son yıllarda yükselen trend dışarıdan gelen göçlerin toplumsal düzende yarattığı sıkıntı ve sorunlar.

Öte yandan gelişmelere kendi toplumsal düzenimiz açısından baktığımızda, toplumsal kaynamanın arttığını ileri sürebiliriz. İster konjonktürel olsun ister de yurtiçinden kaynaklansın, ülkemiz sathında ekonominin yavaşladığını ileri sürebiliriz.

Burada parmak basmamız gereken birinci unsur, Türkiye’de ekonomik sorunların “yapısal” bir yönseme izlemesi. Üretmekten ziyade tüketime dayalı bir ekonominin varlığı, ülkemizi “dış şoklara” karşı korumasız bırakıyor.

Üretimin daha çok “inşaat sektörü” üzerinden sürdürülmesi ve inşaat sektörünün de belirli bir kapasitesinin olması, yine inşaat firmalarımızın büyüklüğünden dem vurulması ve yükselen bir yıldız olmaları… Ama öte yandan, bu firmalarımızın yurtdışında yatırım yaptıklarında, yatırım ve üretim aşamasında sermaye ve emek gücünün görece dışarıya kaçmaları.

Öte yandan Türkiye’de AK Parti iktidarıyla beraber ekonomik alanda “liberalleşme” adımlarına hız verildi. Gerçekten de belki, AB yolculuğunda ve yükselen ekonomik trendler açısından ekonomide “liberalleşme politikalarının” izlenmesi, ekonominin kendi kurallarıyla devamlılık arz etmesi, olumlu siyasetlerdi.

Ama son yıllarda, toplumumuzda ve halk kesimleri arasında hoşnutsuzluğa neden olacak kamu kaynaklarının iktidara yakın kesimlere tahsis edilmesi, kamu arazilerinin “rant ekonomisine” kurban edilmesi, AK Parti’nin neden olduğu ilk yıllardaki pozitif rüzgârı tersine çevirmeye neden olmakta.

Bu bağlamda, artan fiyatlar genel seviyesinin enflasyonu tetiklemesi, uygulanan faiz politikalarının, merkez bankasının bağımsızlığına “gölge düşürmesi”, toplumdaki tüm pozitif beklentileri ve kredibiliteyi negatife çevirmekte.

****

Türkiye’de ve diğer başka ülkelerde iktidarları ve muhalefette konumlanan siyasi partileri, kamuoyunda umut ve beklentilerin karşılığı olarak sembolize edecek unsurların başında, gerçekten de söylem ve eylemlerin “tutarlılığının” eşdüşümüdür. Türkiye’de ekonomik problemler yok demek ile olmuyor. Yaşamın gitgide zorlaşması, ücret ve maaşların çarşıda ve pazarda erimeye yüz tutması…

Öte yandan bakıyorsunuz…

Tüketici Güven Endeksi, TUİK rakamlarında yarının üzerinde, %60’larda seyretmekte. Haber bültenlerinde olsun, gazete manşetlerinde olsun; işsizliğin boyutunu gösteren kuyruklar, olaya bir “gizem” katmakta. Neden rakamlarla yaşananlar arasında uyum yok. Gerçekten de bazen iktidar saflarında bulunan yöneticileri ve politikacıları, yaptıkları beyanlardan ötürü yadırgıyor ve bu ikrarlarının farkında olup-olmadıklarını merak ediyorum.

Belirttiğim üzere, Türkiye’de ekonomik sorunlar “yapısal” bir görünüme sahip. İşsizlik gerçekten de kısa ve orta vadede ülkemizin hem ekonomik olarak hem de kamu düzeni olarak başını ağrıtacak bir maraz. Bazı şeyleri sohbet eder havasında, birbirimizi kırmadan ve dökmeden, konuşmaz isek, açıklığa kavuşturmamız ve sorunun kökenine inerek, çözümlememiz olanaklı değil.

Türkiye’de senelerdir başımızı ağrıtan makroekonomik problem istihdamı teşvik etmeyen ekonomik sektörlerin teşvik edilmesi ama öte yandan “verimlilik” ve “ölçek ekonomilerinin” ihmal edilmesi. İşsizlik diyerek geçiştiremeyiz. Tamam, son tahlilde “tam istihdam” diye bir şey olamaz. Ekonominin paradigmaları ve teknoloji gelişip değişirken, toplumsal ve sınıfsal yaşamları da dönüştürmekte. Geçmiş yıllarda da yani benim gençlik yıllarımda da gençler arasında popüler olan husus, herkesin bir üniversiteye giderek, diplomalı olması idi.

Üniversiteler bitiriliyor. Gençler senelerce zorluklara katlanıyor ama sonrasında ise iş yaşamının ve hayatın “gerçekleriyle” karşılaştıklarında hayalkırıklıklarına uğrayarak, buhranlara sürükleniyorlardı. Şimdi de değişen bir şey yok. Sanki, herkes fakülte bitirmek zorunda havası, özellikle aileler tarafından çocuklarına-gençlere- dayatılıyor.

Ya sonrası?

Ne olacak?

****

Evet… Belki… Aynı kavramlar ve konu başlıkları üzerinde kalem oynatıyoruz ve çene yoruyoruz. Dediğim gibi “sohbet havasında” bu kangren hâline gelen sorunlar mertçe irdelenmezse, hep havanda su döğmeye devam edeceğiz.

Demokrasileri boğarak, hukuk devletinin ilke ve gereklerini iğdiş ederek, suni bir mutluluk ortamı oluşturabilmek olasıdır. Türkiye’yi AK Parti iktidarının ilk zamanlarında parlatan ve toplum nezdinde artan oranda huzura sevk eden faktör, AK Parti’nin “zamanın ruhuna” istinaden, demokratik devlet ve toplum düzenine uygun hareketler yapması idi. AB ile kurulan diyaloglar, AB üyelerinin ağır toplarının tüm engelleyici ve ahde vefa duygusunu hüsrana uğratan hamlelerine rağmen, demokratikleşme politikalarından vaz geçilmemesi idi.

Diyorum ya…

Ekonomimizin yapısal sorunları var. Ama demokrasimizin de bazı marazları var. Bir kere cari dönemde meşru olan Seçim Kanunu olsun Siyasi Partiler Kanunu olsun, daha çok parti genel başkanlarının “konumlarını” güçlendiren ve yine parti içi demokrasiyi boğan hükümlerle donatılmış vaziyette.

Bizim gibi gelişen/gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin dinamosunu arızaya uğratmadan devamlılığını sürdürmesi, finansman faktörüne bağlıdır. Güçlü ülke hedefinde yılmadan ilerleyebilmemiz, ancak müreffeh bir toplum inşasıyla mümkündür. Türkiye’de son zamanlarda suni bir rahatlama ortamı oluşturulmaya çabalanıyor. Devletin başında olmanın verdiği kudretle şeffaflık ilkesi gereği yayımlanan istatistiklerin gölgelenmesi, masada duran krizi veya sıkıntıyı kaldırmıyor ya da yok etmiyor.

En son rakamlara göre, milletvekili maaşları 40.000 TL’den 56.000 TL’ye yükseltilmiş durumda. Hem de parlamentoda tüm partilerin hem fikir olmalarıyla. Yine en düşük emekli maaşı 3.500 TL iken, emekli milletvekili maaşının 27.000 TL olması, hem toplumsal barışı hem de insanların geleceğe yönelik bakışlarını etkisi altına alıyor.

TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre, 2021 yılı sonu itibariyle Türkiye’nin nüfusu 84.680.273 kişi. Bu bağlamda, 15-24 yaş grubundaki genç nüfus 12.971.289 kişi. En son tahlilde, genç nüfus, toplam nüfusun %15’ini teşkil etmekte.

****

Nüfus projeksiyonlarına göre, genç nüfusun toplam nüfus içindeki oranının 2025 yılında %14,3, 2030 yılında %14,0, 2040 yılında %13,4, 2060 yılında %11,8 ve 2080 yılında %11,1 olacağı öngörülmekteymiş.

Ne derseniz deyin…

Ülkeler için genç nüfus, hem ekonomik büyümede hem de kalkınmada çok önemli beşeri kaynak. Yukarıdaki verdiğim yüzdelik rakamlarda Türkiye’nin genç nüfus potansiyeli yükselirken, sonrasında düşme eğilimine giriyor. Türkiye’deki sorunlara ve kaynağına bakıldığında, birbiri içine geçmişliği görürsünüz. Bugün, Türkiye’de özellikle genç nüfus mutsuz. Artık bunu yok saymanın ya da görmezden gelmenin hiçbir yararı yok. Siyasetçilerin, genç nüfus üzerinden doğru düzgün tahliller yapamaması ve onları hâlen çocuk zannetmeleri, gelecekteki siyasi opsiyonlarda hayalkırıklıkları yaşamalarına neden olabilecek bir gelişmedir.

 

Genel anlamda baktığımızda, toplum yaşananlardan dolayı mutsuz ve gergin. Bu doğrultuda, televizyonda olsun, dijital platformlarda olsun gençler mutsuzluklarını ve umutsuzluklarını dillendirmekte. İşsizliği makyajlayarak düşüremezsiniz. Genelgeçer yollara başvurarak, yani palyatif (geçici) yöntemlerle işsizliği düşürmeniz de olanaklı değildir.

Nüfus projeksiyonlarında görüldüğü gibi, gençlerin toplam nüfus içindeki payları ilerleyen yıllarda, mesela 2060, 2080 yıllarında peyderpey düşecek. Burada, genç nüfusun toplam nüfus içindeki düşüşünün nedenleri iyi irdelenmelidir. Gelecek yıllarda, iş bulmanın zorlaşması durumunda, istihdam olanaklarının azalması durumunda, liyakatin yerine nepotizm geçtiğinde- adam kayırmacılık- her şeyden önce artık Türkiye, ekonominin yapısal sorunlarını çözümleyemediği hâlde, gençlerin, bir bakıma beşeri sermayenin yurt dışına transferi kaçınılmaz bir hareket olacaktır.

Türkiye’de mutsuzluk artarken, dikkat ediyorsanız, şiddet ve tahammülsüzlük de artmakta. Gallup Şirketi’nin yaptığı araştırmada (Duygular anketinde) Türkler, Lübnanlılardan sonra en öfkeli ikinci millet olmuş. (Türkiye %48, Lübnan %49)

Tahammülsüzlükle beraber öfke ve şiddet ve yine artan oranda mutsuzluk, tek tek bireyler bazında bir şey ifade etmeyebilir. Ama unutmayalım ki, toplumlar bireylerden oluşur.      

Devamı
Ortak Akıl... Nerede?

Türkiye’de bugün en büyük sorun birbirimizden gittikçe uzaklaşmamız.

Bu siyaset kurumu içinde de böyle…

Toplum içinde de böyle…

Yabancılaşma kavramını artık iyiden iyiye yaşamlarımız içinde deneyimler olduk.

Birbirimizin hayallerine de yabancılaştık.

Ankara’da sürdürülen politikalar yüzünden, sade yurttaşlar bile, kendileri gibi yurdum insanına uzaklaşır oldu.

Neden?

Çünkü… Tahammül eşiğimiz çok düştü.

Dinlemiyoruz. Ama böyle olunca da insanların tansiyonları yükselmekte ve yine birbirine sarmakta.

Dikkat ederseniz…

Bir fasit dairenin içinde yumak olduk kaldık.

Bazen düşünüyorum da…

Biz toplum olarak neden yaşanmışlıklardan alınması gereken “dersleri” alamıyoruz?

Değerli okuyucular…

Ben yazılarımda bazı kavramlar üzerinde çok fazla duruyorum:

Kutuplaşma…

Saflaşma…

Yabancılaşma…

Bunlar gerçekten de gözardı edilmemesi gereken, bir toplumu kolaylıkla birbirinden uzaklaştıracak nifak tohumları.

Tamam, hiçbir kimse aynı şeyi düşünmek ve ikrar etmek zorunda değil. Ezcümle tekbir örnek olmak zorunda değiliz.

---------------------

Bakış açılarımızın ve düşüncelerimizin ikrarı noktasında gerçekten de zıvanadan çıkma hâlindeyiz.

Nedense eskiden sahip olduğumuz hasletlerimizi kaybeder olduk. Konuşmuyoruz. İstişare kapılarını kapatmış durumdayız.

Siz bakmayın, partilerin parlamento çatısı altında dostlar alışverişte görünsün tarzı birbirlerine ziyaretlerine…

Kanımca, hepsi şeklen.

Şimdi düşünmek lâzım… Müzakere etmeden, tartışmadan ve konuşmadan, nasıl sorunları çözümleyeceğiz?

Bu cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin belki en büyük handikabı meclisin “işlevsiz” bırakılması.

Yer yer rast geliyorum okuma yaparken… Ülkelerde yapılacak seçimlere yönelik irdelemeler yapılıyor. Özellikle burada dikkat çekilen husus…

Sağcı faşist hareketlerin geniş kitleler bağlamında gittikçe popülerlik kazanmaları. Bu yönde ivme artınca ne olacak? Seçimler ertesinde demokratik rejimler belki de hızlıca otokratik, totaliter yönetimlere dönüştürülecek.

Şimdi burada tıkanma belliyken… Yani yıllar önce tecrübe edilen bu “insanlık düşmanı” ideolojik akımların, insanlığı felakete ve uçuruma sürüklediği belliyken…

Neden “olması gerekene” insanlar meyil etmez, anlaşılır gibi değil. Düşünsenize; düşünmeyeceksin, sorgulamayacaksın, yanlış ve hatalı noktalar karşısında antitezini dillendiremeyeceksin…

Böyle bir sistemde ne yeşerir?

Ancak ve ancak; itaat ve biat eden robot insanlar, yani “makbul yurttaşlar” oluşturulmuş olunur.

Bugün, Türkiye’de çok fazla siyasal parti var ama hiç bu partilerin “memleket meseleleri” diyebileceğimiz hususlarda, bir araya gelerek bir “sinerji” ürettiklerini gördünüz mü?

Millet İttifakı ile Cumhur İttifakını ayrı tutalım.

Konuşmadan, tartışmadan bir masa etrafında beyin jimnastiği yapılmadan, “ortak bir akıl” tesis etmeden, kendimiz çalar kendimiz dinleriz.

Yalnız etrafta yankılan sesler ancak ve ancak uğultudan ibaret kalır.

Devamı
Küreselleşme, Ulus Devletler ve Direnç Noktaları

Bugün, son tahlilde “küreselleşmenin” yerküremize vaaz edildiği gibi, ne barış ne de huzur getirdiğini iddia edebiliriz.

Neydi pekiî… İnsanlara müjdelenen neydi?

Tarihin Sonu tezi…

Medeniyetler Çatışması…

Amerikan derin devlet mutfağında hazırlanan bu bölgemizi “yeniden dizayn” etme planları…

Zahirde; “üstün ve ulvi” değerlere, yani “insan haklarına” ve “demokrasiye” hizmet ettiği muştulanan bu “globalizm”, son tahlilde insanlığa yıkım ve gözyaşıyla beraber oluk oluk akan kana neden oldu.

Soğuk Savaş sona ermişti.

Kapitalizm ve Batılı değerler güya zaferlerini ilan etmişlerdi.

Bundan böyle… Ulus devletlerin bir anlamı yoktu. Yeryüzümüz teknolojide ve bilimsel çalışmalar sonucunda geldiği nokta itibariyle “elektronik bir köye” dönüşüyordu.

Ne güzel masallar anlatılıyordu!

Küresel vatandaşlık…

Sınırların muğlaklığı…

Emek ve sermayenin mobilitesi…

Hep “daha” diye başlayan cümleler…

Daha fazla refah

Daha fazla gelir ve tüketim…

Demokrasi…

Ve Batılı ögeler üzerine oturtulan gözbağcılık!

Ne oldu?

Aslında olan ne?

Aksine…

Ne ulus devletler çöktü ne de demokratik bir dünya ekonomisi ve kültürü inşa edilebildi!

2000’li yıllar…

Siyasal İslam’ın yenidünya düzeninde, ABD’nin ve AB’nin hasmı olduğu yıllardı.

Önce…

Terörizme karşı küresel bir savaş ilanı gerçekleştirildi. Güçlü devletler, mazlum devletleri ve halklarını diktatörlerinin ellerinden kurtarmak için cansiperane(?) performans sergilediler.

Aslında, tüm şu yaşanan hengâmeye baktığımızda siyasetten, askerî ve kültürel çarpışmaların temelinde “ekonomi” olduğunu söylemenin ve bunu ısrarla savunmanın, absürd bir tarafı olabilir mi?

Şu son günlerde, içimizde bazı hastalıklarımız yine nüksetmeye başladı. Nedense, biz Türk toplumu olarak, özellikle ebedi liderimiz Atatürk’ümüz vefat ettiğinden beridir, yekvücut olamadık!

Olamıyoruz. Neden? Türkiye’de 20 yıldır bir tek parti, AK Parti iktidarı var. Ve bunca zaman ne AK Parti’nin “şeriatçılığı” kaldı ne de “karşı devrimciliği”…

Türkiye’de AK Parti kesintisiz iktidar olduğundan beridir, siyaset kurumu içinde ayakları yere sağlam basan bir muhalefet cenahı göremedik. Aslında, bu dönem içinde muhalefet partilerinin ilkeli ve olması gereken çizgide siyaset üretememeleri, toplumun teveccühlerini de toplayamamalarına yol açtı.

Demek istediğim…

Ülkemizde ne olursa olsun “bizim olsun” zihniyeti hâkim olduğu için, ülke çıkarlarını ilgilendiren, yine devletimizin itibarı noktasında ortak tepki verilmesi gereken gelişmelerde, ve dahası direkt birlik ve bütünlüğümüze kasteden hadiselerde bile yekvücut olamıyoruz.

Nedeni gayet basit…

İdeolojik bağnazlık ve körgözlük!

“Kol kırılır yen içinde kalır.” düsturunu, ülkemizin milli çıkarlarını ilgilendiren hususlarda sahiplenmeyişimiz.

 

Deminde ifade ettiğim gibi…

Türkiye’de siyaset mutlak kutuplaşma ve düşmanlaştırma zemini üzerinden yürütüldüğünden bir türlü, olması gereken reaksiyonları, bütünlüğümüzü ve dirliğimizi tehdit eden emperyalist devletlere gösteremiyoruz.

Sabah gazetesinin en sevilen yazarlarından Sayın Hıncal ULUÇ, geçenlerde yazdığı yazıda Sayın Erdoğan’ın siyaset kurumu içindeki konumu ve rolüne istinaden “Dünya Lideri” benzetmesini yaptı. Ve bence burada, bu tespitte hiçbir şekilde bir mübalağ yoktur. Şunu gözden kaçırmayın: Hıncal Uluç, sıkı bir Atatürkçü ve cumhuriyet rejiminin tüm değerlerine gönülden bağlı bir aydın.

Şimdi ne oldu yani?

Muhalefet partileri yıllardır, Sayın Erdoğan’ın siyaseten olmadığı bir siyaset planları ve opsiyonları düşlüyorlar ama her nedense her seçim sürecinde hevesleri kursaklarında kalıyor!

Erdoğan gitsin de “ekonomi batsın”!

Erdoğan gitsin de “Türkiye çöksün”!

İşte gördük, bu minvalde feraseten hiçbir inceliği olmayan bu düşünceler, her defasında halkın teveccüh reflekslerinde duvara çarpar gibi geri dönmüş ve havada kalmıştır.

İşte gördük…

RUSYA-UKRAYNA savaşında/krizinde cumhurbaşkanının ve devletimizin misyonunu ve rolünü gördünüz…

Bugün, Sayın Erdoğan’ın üstlendiği arabuluculuk misyonunu, muhalefet tarafının görmezden gelmesi, bunun üzerinden ucuz siyaset üretmeye çabalamaları, toplum nazarında kanımca karşılık bulamıyor.

Evet, kabul ediyorum…

ATATÜRK’ümüzün ifade ettiği gibi “YURTTA SULH CİHANDA SULH”…

Ama, yanıbaşımızda hem bölgedeki gelişmeleri etkileyebilecek hem de global etkileri olabilecek bir toprak bütünlüğünü ilhak girişimi karşısında “tepkisiz” kalmak, ilerleyen süreçlerde maazallah emperyalistlerin kendi topraklarımıza yönelik kirli oyunlarında da hareketsiz kalmamıza neden olmaz mı?

Geçenlerde nerede okuduğumu tam olarak hatırlamıyorum ama şöyle bir cümleydi merhum Turgut Özal’a atfedilen:

“Ciddi hatalar yapmazsak, 21.yüzyıl Türklerin ve Türkiye’nin yüzyılı olacaktır.”

Çoğu kimse, bu lafa emin olun “burun kıvırıyordur”!

Çünkü, düşünce ufuklarını kısarak dünyayı gözlemleme ve yorumlama alışkanlığına kendilerini öylesine kaptırmışlar ki…

Şöyle, kısaca Rusya- Ukrayna krizinde, Sayın Erdoğan’ın diplomasi trafiğine baktığımızda…

İsrail Cumhurbaşkanı Herzog

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev

Almanya Şansölyesi(Başbakanı) Olaf Scholz

NATO Genel Sekreteri Stoltenberg

İngiltere Başbakanı Johnson

Fransa Cumhurbaşkanı Macron

Kanada Başbakanı Trudeau

 

Evet, bazen AK Parti döneminde ayaklarımızın yerden kesildiği anlar olmuş olabilir.

Yalnız şu bir gerçek…

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın, uluslararası ilişkilerde ve aniden gelişen cereyanlarda durumu değerlendirme ve akabinde soğukkanlılıkla bu kriz süreçlerini, ya paydaşlarıyla ya da muhataplarıyla diplomatik kanallar vasıtasıyla çözümlemeye yönelik çabalarını görmezden gelmek, kanımca realiteden kopuklukla addedilebilir.

Şu bir gerçek… Dünyamız durmak bilmeyen bir değişim içinde. Kapitalist sistem sahip olduğu arızalar nedeniyle tüm toplumları siyasi krizlere sürüklüyor. Kapitalizmin kuşatması altındaki tüm oyun kurucu devletler; Rusya’sından ABD’ye ve Çin’e ve dahası AB ülkelerinin ağır topları bu krizin altında öyle ya da böyle etki altında ve çıkış aramaktalar.

Her şey zamanla görülecek ve Türkiye’nin kapasitesi çapında yapmaya çalıştıklarını azımsayanlar, bakalım gelişmeler nezdinde nasıl bir tavır alacaklar?

     

Devamı
Yayıncılık ve Yayımcılık

Her ne olursa olsun, Türkiye’de belli raddede bir gazete okuma alışkanlığı var.

Tabii artık eski zamanlara has gazeteyi elinize alarak baskılı okuma keyfi çoktandır nostalji tadına vardı.

Ama, ben yine de haftanın belli günlerinde gazetemi(gazetelerimi), baskılı alarak okumayı tercih ediyorum.

Küçük bir not…

Benim açımdan hem kitabı hem de gazeteyi baskılı olarak okumanın keyfini, hiçbir şekilde dijital ortamlar veremez.

Öte yandan gazetecilik ve gazete içeriklerinin niteliği ile okuyucuya sağlayacağı katma değerler de gazetenin sahip olduğu form kadar önemlidir.

Yine gazetelerde ben, daha çok köşeyazarlarını okumayı seviyor ve tercih ediyorum. Yekten sormak lâzım, acaba okuduğumuz yazarların yazılarından katma değer sağlama gibi bir amacımız olmalı mı… Yoksa, sırf “an”a bağlı kalarak, yani anı yaşayarak, zamanı “doldurma” babında mı gazeteye/gazetelere bakışımızı biçimlendirmeliyiz?

Sabah gazetesinde önemsediğim yazarlardan birincisi, Haşmet BABAOĞLU’dur.

Yine, yazılarını merakla beklediğim ikinci isim Engin ARDIÇ’tır.

Bir başka bence önemli isim Hıncal ULUÇ

Tüm bu saydığım yazarların yazılarından faydalanmaya çalışıyorum, çünkü “çalakalem yazı” okumak hem zamanımıza yazık hem de beyin hücrelerimize!

Bu bağlamda Sayın Uluç’un (22.03.2022) tarihli yazısını okurken değindiği konu, gerçekten de üzerinde durulması gereken bir temaya yönelikti.

Yayımcılık ve yayıncılık meselesi.

Sayın Uluç, TRT kanallarını izledikleri yayın politikası ve yayına koydukları programlar veçhesinden eleştirmiş.

*  *  *

Gerçekten de ülkemizde bir “vasatlaşma” olduğunu ileri sürmenin hiçbir absürd tarafı yoktur.

Sayın Uluç’un penceresinden baktığımızda, TRT bildiğimiz gibi bir kamu kuruluşudur.

Bu bağlamda, kamuculuk ilkesi çerçevesinde yayınlarını, toplumun gelişimi ve bilgilenmesi babında seçmeli ve içerik üretiminde daha hassas olmalıdır.

Gerçekten de şöyle hafta sonu insanların aileleriyle beraber televizyon karşısında vakitlerini “eğleyecekleri” değil, azami düzeyde gelişimlerine ve bilgilenmelerine yönelik programlar neredeyse yok kadar az.

Tabii sadece bu eleştiriyi TRT’yi baz alarak yapmamak gerekiyor. Özel tv şirketlerinin ve onların yayınlarının hal-i pür melalini söylemeye gerek var mı, bilemiyorum!

Şimdi diyebilirsiniz ki… İçerik üreten tv kanallarının her şeyden önce toplumcu bir yayın ilkesi gözetmesi gerekir mi?

Böyle bir soru… Polemik üretimine yol açacağından burada, bunu tartışmanın anlamı yok. Ama kendi veçhemden baktığımda, izlediğim ya da okuduğum “şeyden”-bu her ne ise- bir katma değer sağlamam gerektiğidir.

Biliyorsunuz, zaman zaman ülkemizde TV yayıncılığı çoğu kez olumsuz yönleri zemininde değerlendirilmiş, tartışılmış ve toplumun etkilenmesinde kötü alışkanlıklar edinmesinde başat faktör olarak görülmüştür.

Fazla hafızamızı zorlamaya gerek yok.

İşte sabah ve öğle kuşaklarında, özel kanallarda yayınlanan programların niteliği ve hedefi ayan beyan ortada…

Ben yıllardır şuna inanıyorum: Bu programlar vasıtasıyla toplumların içlerinin boşaltılarak emperyalist zihniyetlerin hedefledikleri dünya düzenine adapte edilmeleri.

Herkesin vakıf olabileceği gibi, yaşadığımız ve idrak ettiğimiz çağımız bilgi çağı. Bu çağa hayat veren, yaşamımızda anlam bulan hemen hemen her şeyin dijitalleşmesi ve dijital platformlardan işlemlerimizi ifa etmemiz.

*  *  *

Gelgelim bilgi çağında olmanın getirdiği düzen ve koşullar gereği, özellikle genç nüfusu fazla olan ülkelerde, bu nüfusun yaşam içinde olanbitenden haberdar olma şekli daha çok internet teknolojileri üzerinden…

Yine, gelişmekte olan ülkelerde toplumun çoğunluğunun emekgücüyle geçinmek zorunda kalması, yani emeğini kiralayarak bunun karşılığında ücret kazancını elde etmesi, sosyolojik olarak dar gelirli kesimlerin fazlalığı, internet ve internet tabanlı teknolojik görsel ve işitsel çıktılara erişimde zorlanılması, hâlen böyle toplumlarda en büyük eğlence ve haber alma platformu olarak bizlere TV’yi adres göstermektedir.

 

Demek istediğim…

Kamu kurumu niteliğindeki müesseselerin daha hassas olarak program seçimleri yapmaları veya programın konusunun toplumun gelişimine ve bilinçlenmesine hizmet edecek yönde olmasına dikkat etmeleridir.

Yine…

Ben bir hususu yıllardır hem kendi içimden hem de sohbet ortamlarında ikrar eder dururum:

Artık yirmibirinci yüzyıl dünyası bilgi toplumlarının kaldıraç vazifesi gördüğü bilgi çağı.

Bu çağa uygun olarak emperyalizmin hizmetindeki devletler de dünyayı har vurup altüst etmek için ve dahası ekonomik düzenin beyaz insanların “yaşam tarzlarının” aksamayacak biçimde devam edebilmesi adına, daha az maliyetli ve askerî olmayan operasyonlar tertip etmekteler.

Kültür emperyalizminden tutunda ekonomik yaptırım adı altındaki ekonomik emperyalizm işte bu, bilgi toplumlarının hâlâ tarım toplumunun karakteristik özelliklerini yaşamlarında korumaya çabalayan toplumları sömürmelerinin en başat yollarından biri oluveriyor.

Neyse, çok uzattığımın farkındayım…

Ezcümle, Ukrayna-Rusya savaşında gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, ulusların çıkarları ön planda olduğunda, hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin gözünün yaşına bakmadığı…

Agâh olursak, toplumumuzu kemirebilecek asimetrik psikolojik harekâtlara karşı da bir A B C savunma planlarımız olur.

Devamı
Sahne ve Seyirci: Hiç Bitmeyen Hipnoz!

İnsanların ve toplumların yaşamdan ve gelecekten beklentileri içinde bulundukları durumla ve sıkıntılarla ne kadar da yakın ilişkili. Daha “düne kadar” tüm gezegenimizi çevreleyen bir salgından(Covid-19) kurtulmak için çareler arayadururken… Rusya Federasyonu’nun, nereden baktığınıza göre değişecek işgal ve ilhak operasyonu toplumların dikkatini bölgemize kilitledi.

İnsanlar ve organize olarak örgütlendikçe toplumlar/devletler, sanırım modern yaşam formuna geçtiklerinden beridir her şeyi “sözde” ele almakta ve yine “durumu idare” ettirmekteler.

Bugün, Ukrayna’da Rusya’nın giriştiği “hukuksuz” ve “insanî olmayan” askerî harekâtının sonuçlarını tüm dünya sakinleri şuan olmasa bile, ilerleyen dönemlerde tecrübe edecektir.

Dikkat ediyorsanız, bazı şeyleri de nedense gözyaşı ve kan vuku bulunca anlıyor ve değerlendirmeye tâbi tutuyoruz! Ne ilginç değil mi? Evet, Ukrayna’da yaşanan insanî dramın hiçbir gerekçesi veya “aması” olamaz. Öte yandan Batı Avrupa’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin üzerlerine hassasiyetle titredikleri “insan hak ve özgürlüklerinin” nedense bir kere daha özde değil “sözde kaldığını” görüyoruz.

***

Bu bağlamda, Rusya’yı bu çılgınca ve mantıkî olmayan eyleme yönelten Batılılar, neden bu çok üzerlerine titredikleri insan hak ve hürriyetlerinin, İslam coğrafyalarında ayaklar altına alınmasına seyirci kaldılar?

Bir kere daha ifade ediyorum: Acının; ne ten rengi ne ırkı ne etnisitesi ne de dini ve mezhebi olabilir! Ama öte yandan… Yaşananlara baktığımızda, çekilen çilelere gözlerimizi çevirdiğimizde, sürekli “medeniyetin beşiği” olduklarını ikrar eden hegemonların( big brother) çifte standarda yöneldiklerini görürüz.

Ben, burada İslam uygarlığı veya Hıristiyan uygarlığı mukayesesi yapmıyorum.

Çekilen ıstırapların ve dökülen kanların tüm dünya uluslarının ortak derdi olması gerektiğini ifade etmeye çabalıyorum.

Bugün geldiğimiz noktada, uygarlık olarak da kültürel yeşerme olarak da gerçekten de vasatı tecrübe ediyoruz. Düşünebiliyor musunuz, bir devlet başkanının, işgal ettiği topraklarda sebep olduğu yıkıma ve can kaybına aldırmadan “nükleer silah” kullanma opsiyonunu zımnen bile telaffuz etmesi, tüm toplumların irkilmesi için yeterli değil midir?

Neden bizler, insanlar olarak bu raddede gözlerimizi karartır olduk? Küreselleşme ve emperyalizmin atbaşı şekilde kapitalizmin şahlanması adına egemen devletler tarafından örtülü bir biçimde “yumuşak güç” olarak kullanılması ve toplumların sürekli “sabun köpüğü” formunda tatlı yalanlar söylenerek oyalanmaları…

Ama bir türlü gel(e)meyen huzur… Bir türlü gel(e)meyen saadet… Bir türlü gel(e)meyen ulusların kardeşliği…

Evet, kendini “dev aynasında” gören Batılıların yaşadığımız her türlü acıda ve elemde dahli vardır. İster buna ikiyüzlülük diyelim ister riyakârlık diyelim… İster yüksek ideal ve çıkarlar diyelim…

***

Teknolojinin ve fennî faaliyetlerin diğer hiçbir çağda görülmediği kadar ilerleme kaydettiği bilgi toplumları döneminde, hâlen otokrat liderleri, despotik rejimleri, tiranları, lider sultasını, baskıyı ve itaat ile biat etmeyi, her şeyden önemlisi boyun eğen “makbul devlet-birey” olmayı nereye oturtacağız ve bu arkaik olguları, dönemimiz gelişmeleri düzleminde nasıl bir aymazlıkla görmemezden gelmeye devam edeceğiz?

Evet, küreselleşme ve neo-liberal ekonomik politikalar, dünyamızı “elektronik bir köye” dönüştürme idealiyle pazarlandı. Soğuk Savaş bitmiş ve iki kutupla politik düzen yerle yeksan olurken, önderliğini ABD’nin yaptığı Batı bloğu, bugün gezegenimizin sakinlerine, içinde bulundukları refah ve huzur bağlamında ne verebildi?

***

Hani nerede, milenyum çağına girdiğimizden beridir, barış, huzur, sevgi, saygı ve kardeşlik ve hakka ve hukuka riayet!

Sahnede “bir şeyler” sahneleniyor. Perde açılıyor ve seyirciler, sahneleneni izliyor.

Ya perde arkası? Zaten yıllarca böyle olmadı mı? Birinci Dünya Savaşı ve ertesine kadar İngiltere’nin sahnelediklerini izlerken, sonrasında da İkinci Dünya Savaşı ertesinde ABD’nin yönetmenliğini yaptığı şeyleri seyretmedik mi?

Tamam da bizler bu hipnozdan ne zaman ayılacağız?

Devamı
Yaklaşan Kriz!

Rusya-Ukrayna krizine odaklandık…

Tüm dünya…

Şuan için büyük bir tedirginlik içinde… Rusya’nın dengesini kaybederek nükleer silah kullanma riskini ölçmeye çalışıyorlar.

Öte yandan… Bugün, tecrübe ettiğimiz ekonomik darboğazlar…

Bu Rusya-Ukrayna krizinin tesiri midir ya da bizim izlediklerimiz bir tiyatro da tüm mesele ekonomi midir?

Şöyle kabaca, Rusya’nın ve Ukrayna’nın hem jeopolitik hem de jeostratejik konumuna baktığımızda…

Ne görüyoruz?

Özellikle, Rusya’nın en büyük kozu doğalgaz ve petrol rezervi.

Öte yandan, Ukrayna’nın da fosil kaynaklara ek olarak besin kaynakları bağlamında kritik öneme haiz olması, bunu konunun uzmanları belirtiyor.

Ezcümle, uzmanlar, şunu demek istiyor:

Rusya-Ukrayna krizinin güvenlik ve huzur tehdidinden başka bir diğer etkisi de, gıda ve besin zincirlerine yönelik olacak.

Yaşanan krizden ötürü, enerji güvenliğinde ve naklinde yaşanacak menfi gelişmeler ve enerjinin artan maliyetleri, son tahlilde çiftçilerin faaliyetlerinde artan oranda gider artışına neden olacak. Bu bağlamda küresel ölçekte yaşanacak enerji krizinden ötürü, küresel bir gıda güvenliği sorunu da baş gösterebilecektir.

 

Değerli okuyucular, dünya nüfusu geometrik olarak artarken, bu insanları besleyecek ürünlerin aritmetik olarak artması, gerçek manada üzerinde durulması gereken bir mesele.

Gerçekten de belki insanlara bu tarz yazılar okuduğunda “masal” gibi gelebilir.

Ama şunu bilmek durumundayız: Gelecek dediğimiz süreç, hiçte öyle muğlak ve erişilemeyecek bir zaman dilimi değil.

 

Devamı
Maziden Atiye Cumhuriyet

CUMHURİYET TARİHİ, yıllardır ne olaylara gebe olmuş ne tartışmalara tanıklık etmiş ve de ne ihanetleri kaydetmiştir.

Cumhuriyet tarihimiz, bizlerin gözbebeği rejimimizin dünden bugüne nelere tanıklık ettiğinin bir güncesidir.

Osmanlı Devleti, iç işlerinde düzeni ve nizami kaybetmesinden ötürü bir bilinmeze doğru sürükleniyordu.

Şartlar ve dönem acımasız; dost ve müttefik gibi davranan devletler kuzu postunda, avının en iyi tarafını pay etmenin derdindeki kurtlar idi.

Umutsuzluk ve yılgınlık hâkim idi. Anadolu insanı; yıllardır iteklenmenin, doğru dürüst dikkate alınmamanın verdiği bir ruh hâliyle yine senelerce savaş meydanlarında sıla hasretiyle cephelerden cephelere sürüklenmelerin neticesinde, ufku göremiyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işte yılgın ve yorgun insanların enerjilerinin ve inançlarının tükendiği bir eşikte, döneminin şartlarını ve dünyanın gittiği istikameti çok yerinde tahlil eden ve belki bir daha tekerrürü olmayacak bir değişimi “tetikleyen” vatanseverlerin eseridir.

Cumhuriyet tarihini izlerlerken, nedense hep duygusal davranmayı ve nihayetinde tutum ve tavırlarımızı da hissiyatımız doğrultusunda biçimlendirmeyi “yeğleriz”.

Osmanlı İmparatorluğu’nun o muhteşem ve debdebeli hükümranlığının toplum hafızasında bıraktığı hüsran, özlem, kabullenememe, içine sindirememe…

Soluk alıp verdiği toprakların artık bir değişimden geçtiğinin bilincine vakıf olamaması, Türkiye’de 1923 tarihini baz almak kaydıyla çekişmelere neden olmuştur.

Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir dehaya sahip olmanın kıvancını yaşamak varken ve onun bizlere bıraktığı eseri daha yükseklere taşıyarak taçlandırmak varken, bizler nelerin boyunduruğu altına girdik?

***

Cumhuriyetimiz, demokrasimiz ve genelde Türk Tarihi üzerine söyleve başlandığında; buradan övünç kaynakları türetilmek istendiğinde, nedense tarihe “sadık” kalınmaz.

Hep der dururuz: Tarih, tarihçilerin işidir, diye. Mustafa Kemal ATATÜRK, Anadolu topraklarında emperyalizme karşı bir zafer kazanarak “tarih yapmıştır”. Gerçekten de Türk olduğum için burada hamaset yapmak gereği duymuyorum. Ama, hakikati benim mübalağ etmem veya çarpıtmam, değiştirir mi?

Cumhuriyet rejimi, yıllardır yönetim şekli babadan oğla geçen hanedanlık sultasını, cumhura bırakan bir devrim idi. Bu cumhuriyet idaresi yönetim biçimini de “demokrasi” olarak tayin etmişti. Bakın değerli okuyucular, bir devrim yapılmış, emperyalist devletlerin her türlü tezgâhına ve işbirlikçi girişimlerine rağmen senelere varan alışkanlıklarıyla yoğrulmuş bir milleti/halkı yeni bir hayata doğru yönlendirmek, çok kolayca olabilecek bir hareket miydi?

Birinci Dünya Savaşı yapılmış, dünya milletleri büyük bir yıkımın altında eza ve zulme katlanmış, en değerli varlıklarını yani insanlarını savaş adına meydanlarda yitirmiş. İmparatorluklar yıkılmış. Milletler ulus devlet inşasına girişmiş. Sonra yine, konjonktürel süreç içinde “izm” akımlarının yine dünyayı bir felakete sürüklediği bir zaman diliminde, İkinci Dünya Savaşı insanlığı tekraren acıyla gözyaşı ve kan deryasıyla sınamış.

Tüm bu, insanlığın kaldırabilmesi büyük yıkım ve felaketlerden sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını sürdürmüştür.

Demek istediğim, neden hâlen cumhuriyet çınarı 100. yılına doğru emin adımlarla yol alırken-tüm yıpratma ve saldırılara rağmen- tarihi yapan ve yazanlara inat, olanbiteni çarpıtarak yorumluyoruz? Bu ülkenin harcına dönemine göre büyük katkılar koymuş kişileri, ölümünden sonra “mesnetsiz bir biçimde”, gündelik politikaya ve tartışmaya alet etmek, ne vicdanî ne de ahlâkî.

Ben demiyorum ki… Sorgulamayalım veya araştırmayalım. İşte devletin kurumları orada. Arşivler açık. Ama, önemli olan ideolojik bağnazlığa kapılmadan, tarihin berrak bir biçimde irdelenmesidir. Cumhuriyet tarihi yeşerdiğinden beridir de karşıtlıklar üzerinden varlığını sürdürmek durumunda kalmıştır.

***

1923 tarihi gerçekten de bizler için çok önemli bir tarihtir. Toplumsal kopuşlar da siyasî tıkanmalar ile siyasetin kesintiye uğraması da hep bu sürecin hazmedilememesinden ve yine cumhuriyet rejiminin içselleştirilememesindendir.

Osmanlı Devleti, din-tarım imparatorluğu idi. Toplumsal yapı da siyasal yapı da yani devlet düzeni de ve iktisadî gelişmeler de hep çağının değerlerinden ve ideolojik kavramlarından besleniyordu. Devletin başındaki sultan/padişahların güçlerini dinden almaları, tek tanrılı dinin gereği toplumun üzerinde kuşatıcı bir siyasal ve dinsel güce sahip olmaları, pekâlâ kulların birey aşamasına geçişlerinde en büyük direnç noktası olarak tezahür ediyordu.

İşte Türk Devrimi ve dolayısıyla cumhuriyet, Osmanlı tebaası konumundaki “insancıklara” “vatandaş” kimliğini yukarıdan aşağıya olacak şekilde armağan ediyordu.

Bu bağlamda, devrim muhafızlarıyla karşı devrimcilerin tartışmalarına baktığınızda, sürekli olarak bir “reddiye”, “inkâr”, “yok sayma” olgularını müşahede edersiniz.

Gerçekçi açıdan bakıldığında, karşı devrimci diyeceğimiz kesimlerin en büyük yanılgıları, Türk Devleti kimliğini cumhuriyet rejimi altında kabullenmemeleri idi. Çünkü yıllarca ümmet tanımlaması altında bir lokmaya tamah etmeleri, dünyadan tecrit bir biçimde hâlen ilkel şartlarda ekonomik faaliyetler ile iştigal olmaları, özellikle toplumun ayrıcalıklı nüfuzlu entelijansiyesinin din toplumu olmanın verdiği avantajları kaybetme telaşıyla toplumu her daim dogmalarla uyutmaları, devir ve düzen değişse de zihniyetin “donmasına” neden olmuştur.

Cumhuriyet rejiminin kök salması ve yerleşmesi adına cumhuriyetin inşasında önemli hizmetler ifa eden kurmay kişilerin de hepten bir reddiye üzerinden yeni dönemin hikâyesini yazmaları, bugüne dek uzanan mücadelenin bir yüzüdür.

Ben, bu çağımıza artık uymayan tartışmalarda ebedi banimiz ATATÜRK’Ü, ayrı yerde tutmaktayım. Kesinlikle Atatürk’ün olduğu mesnetsiz bir değerlendirmeyi kabul etmiyorum. Buradan şu çıkmasın: Atatürk eleştirilemez. Hayır, ben bunu demiyorum. Pekâlâ, Mustafa Kemal ATATÜRK de eleştirilebilir. Hataları olmuştur. Bunun yargısını bizler verecek değiliz. Benim karşı çıktığım husus, Atatürk üzerinden ya da Atatürk’e en yakın kişiler üzerinden cumhuriyet düşmanlığı yapmak. Buradan yola çıkarak Atatürk’ü milleti nazarında kötülemek, bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

***

ATATÜRK ve rejim üzerinden yapılan saptırmaların en başta gelenleri, herkesin bildiği gibi bir “dinî mağduriyet” yaratmak ve alt kimlikler üzerinden ülkenin ve devletin bütünlüğünü sarsmak. Karşı devrimci dediğimiz kesimler, yıllardır yeni kurulan devletin kurum ve kurallarını, yine devrim değerlerini tahrip etmek maksadıyla hem sahada hem de masada ellerinden geleni yaptılar. Ne adına? Tarihte bence şanla ve şerefle yerini almış Osmanlı Devleti adına…

Nasıl ki Atatürk’ün vefatından sonra işbaşına gelen kadrolar, cumhuriyet rejiminin yerleştirmek istediği fikri altyapıyı telakki etmek istedikleri doğrultuda topluma “dayatmışlar” ise de, yeni Osmanlılar dediğimiz hâlâ akılları tarihin geçmişinde kalmış kitleler de yeni devleti, bilinçli ve planlı bir biçimde reddettiler.

Buradan şunu söyleyebiliriz. Yeni bir devlet kurulmuştu. Bu yeni devlet altyapı ve üstyapı çerçevesinde üniter-ulus devlet modelinde, laik, demokratik sosyal hukuk devleti sisteminde ülkeyi silbaştan dizayn ediyordu. Giyim kuşamdan tutunda insanların vatandaşlık aidiyetine kadar sahip oldukları hak ve hürriyetler ile yine ödevler bağlamında cumhuriyet toplumu ve bireyi tesis ediliyordu.

Bugün, cumhuriyet muhafızları Kemalist entelijansiye de sağcı muhafazakâr-mukaddesatçı entelijansiye de, kendi kurguladıkları muhayyele üzerinden bir çözümleme yapma derdindeler.

Sol Kemalist aydınların zaviyesinden bakıldığında, Türk Medeniyeti içinde Osmanlılar “yok farz ediliyor” veya hepten reddiye yapılıyor. Böyle bir tavır takınmak ne kadar rasyonel değerli okuyucular? Türk Medeniyeti 100 yıllık bir sürece sığdırılabilir mi? Kök salmış bir kadim uygarlıktan bahsederken Osmanlı Devletini yok saymak, nesillerin dimağlarından silmek, aynen karşı devrimcilerin düştüğü akıl tutulmasının birörneğidir.

Bundan sonrası zaten hep bilinen süreç. Bir adım Kemalist hareketten geldiyse… Bir hareket karşı devrimci kesimlerden gelmiştir.

Oturduğumuz yerden baktığımızda, bu kısır bir üretimden başka bir şey değildir.

Birbirimizi reddettiğimiz ve inkâr ettiğimiz bir çaba, sadece çok meşhur bir havanda su dövmekten başka bir şey değildir.

Çünkü tarih yapılmıştır ve yapıcıları tarihteki müstesna yerlerini de almışlardır.  

  

Devamı
Türkiye'deki İki Kutuplu Siyaset Üzerine: Cumhuriyetçiler ve Muhafazakârlar

2023 seçimleri hem Cumhur İttifakı hem de Millet İttifakı açısından “dönüm noktası” olarak görülüyor. Hemen ilerlemeden soralım. Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelecek seçimde ipi göğüsleme şansı nedir? Evet, belki artık dönüp dönüp aynı şeyleri konuşuyoruz. Ama konuşmak durumundayız. Aynı kavramlar ve aynı hususlar üzerinde yazıyoruz biliyorum ama bazı saikleri açığa çıkarmak babında yazmak ve sormak durumundayız.

Dikkat ediyorsanız ekonomik tablomuz iyi değil. Tabii ben böyle diyorum ama bu aşamada “bilirkişi” değilim. Gerçi, bir hususa yönelik kelam edebilmek için de çok fazla tedrisat görmeye gerek yok. Devletin ekonomiden sorumlu kurumlarıyla halkın bire bir deneyimlediği “gerçekler” her nedense uyuşmuyor. Zaten kamuoyundaki tartışmada “güvenirlik” üzerinden koparılıyor.

Yüksek fiyatlardan ötürü toplumun alımgücü düşmüş durumda. Ekonominin kurmayları, “yüksek faiz yüksek enflasyon” tezine iman ettikleri için kamuoyundan gelen “alternatif seslere” kulak vermiyorlar. Bence de burada sıkıntı, halkın bire bir tecrübe ettiği sıkıntıların yönetim katında “reel” olarak karşılık bulamaması. Şunu ifade edelim, AK Parti gerçekten de Türkiye’de bazı konularda, demokratikleşme çabalarında, hukuka ilişkin dönüşümlerde büyük çaba gösterdi.

Yine bu durumların hakkını vermek demek, olumsuz konularda ses çıkarmamak olarak da telakki edilmemeli. Elektrik faturalarından tutunda doğalgaz ve diğer sabit harcama kalemlerine kadar dar gelirli ailelerin bütçelerini zorlayacak ve hatta yıkıma sürükleyecek gelişmeler noktasında sadece “seyirce kalmak” sorunu çözmüyor. Türkiye’de en büyük aymazlık, sorunu çözmek adına kesin neşter vurmak yerine, “palyatif tedbirlerle” problemi geleceğe ötelemek oluyor. Sürdürülebilir tedbirler almak varken, dostlar alışverişte görsün misali politikalar çare üretmiyor, sadece insanların gözlerini boyuyor.

*  *  *

Eğer görmek isterseniz ve duyargalarınızı açık bırakırsanız, ülkemizdeki hoşnutsuzlukları ve homurdanmaları fark edersiniz. Doğal olarak iktidarlar mevcut tabloyu olduğu gibi değil de biraz makyajlayarak topluma sunarlar. Zaten biliyorsunuz, son dönemlerde en fazla aşina olduğumuz kavramların başında, algı yönetimi, algılarla oynama ve hatta şimdi biraz unutuldu ama “post-truth” kavramları gelmektedir.

Tamam, siyasi iktidarlar “siyasal erk” olmanın verdiği güce dayanarak toplumu “hakikatler doğrultusunda” yönlendirsinler. Belki, olmayan bir pembe mutluluk masallarıyla halkı uyuştursunlar. Olmayan bir değerlerden toplum inşa etsinler. Güllük gülistanlık içinde yaşanıyormuş havasını topluma yansıtsınlar. Burada siyasetçilere-özellikle iktidarın siyasetçilerine- medya kuruluşlarının epeyce bir destek verdiğini de ifade edelim.

Akabinde muhalefet partileri ne yapıyorlar? Şunu artık ben kabul ettim. Sizdeki düşünceyi bilmiyorum. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisi, evet Türkiye’deki sorunlardan dem vuruyor. Muhalefetteki potansiyeli en yüksek parti olarak toplumun sorunlarına sözcülük yapıyorlar ama “daha fazlası” adına elde ne var? Değerli okuyucular, bu soruları soruyorum ama ben de bunların cevabını bilmiyorum. Ben, sadece, yaptığım okumalardan ve gözlemlerimden elde ettiğim çıkarımları yazıya döküyorum.

CHP, Türkiye’nin modernleşme aşamalarında Türk Silahlı Kuvvetler ile en büyük paya sahip olan siyasal partisidir. İlerlemelerde, ilerici atılımlarda CHP’nin büyük hizmetleri olmuştur. Ama dünya ve Türkiye değişirken, sizin hâlen Cumhuriyetin ilk yıllarında kalarak olayları tahlil ederek değerlendirmeniz, gerçek manada toplumda olması gereken karşılığı bulamaz. Bu açıdan ilerici bir parti olan CHP, dönemdeki gelişmelere bağlı olarak tarihte takılı kaldığında, muhafazakârlaşmaya başlar. Yanisi, direnç noktasında “statükoculuk” göze çarpar. Cumhuriyet Halk Partili kesimlerde belki de en fazla rahatsızlık yaratan husus, kendilerine “statükocu” denmesidir. Bir düşünün, yıllar geçmesine rağmen 10. Yıl marşlarını dinlemekten fazla “ileriye” gidemeyen partiye, muhafazakâr ya da statükocu denmez de ne denir?

*  *  *

KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ’nin “Türkiye Eğilimleri Araştırması” sonuçları, insanların akıllarında kalan bazı sorulara cevap vermesi yönünden açıklayıcı nitelikte.

Araştırmaya katılanların %55.7’si cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini tercih ederken, %44.3’ü parlamenter sistemi benimsediğini belirtmiş.

Çeşitli okumalarda gördüğüm kadarıyla, AK Parti seçmeni ile CHP seçmeni arasında “anlamlı” bir geçirgenlik yok. Ben de bu görüşe katılıyorum. Kamuoyu nabız yoklamalarında uzman olmuş kişilerin belirttiği üzere, daha önceleri AK Parti’ye oy vermiş kitleler, partilerine kızdıkları hâlde bile CHP’ye oy vermeyeceklerini belirtiyorlarmış. Aynı şekilde CHP’ye oy veren kitleler, partilerinden hoşnutsuzluk duyduklarında bile AK Parti’ye yönelmeyeceklerini belirtiyorlarmış.

GELECEK Partisi ve DEVA Partisi muhafazakâr hassasiyet taşıyan seçmenlerin yöneldiği bir diğer alternatif partilermiş. Ben daha önce de yazmıştım. Bu tip partiler daha çok konjonktürel ortamın elverişliliğinden kurulan partiler. Bu partilerin, siyaset kurumu içinde varolacaklarına inanmıyorum. Genelgeçer atmosfer içinde yüzergezer seçmenin oylarına talip olan bu partiler, sadece olası seçim opsiyonlarında yedek siyasi aktör olarak konumlanmaktalar.

Bir de şöyle bir algı uyandırmışlar sağ-muhafazakâr seçmen tabanında: Adalet ve Kalkınma Partisi iktidardan giderse bizlere yapılan yardımlar da kesilir. Sanırım, burada şunun da etkisi var, insanlar devlet olgusuyla hükümet olgusunu ayırt edemiyorlar. Yine, 20 yıldır tek başına iktidar olmanın avantajıyla devlet kurumları üzerindeki tam kontrol toplum indinde, özellikle AK Parti seçmeninde devlet=AK Parti hükümetleri olarak sembolize ediliyor.

Şu bir gerçek, AK Parti bu zamana denk hiçbir Cumhuriyet Hükümetlerinin sergileyemediği performansı göstermiştir. Zaten burada bir sıkıntı yok. Buradaki tıkanma, muhalefet kanallarından neşet ediyor. Yıllardır neden özellikle CHP, SEÇMEN indinde olması gereken sıçramayı yapamıyor. Gerçekten ben de anlamış değilim. İleri de siyasetbilimciler, siyaset sosyologları ile siyaset psikologları bunu etraflıca irdeleyeceklerdir.  

Devamı
CHP Dönüşebilir Mi?

Her nedense yaklaşan seçimler siyasi partiler bakımından “dönüm noktası” olarak addedilir. Ama bu dönüm noktaları bitmez. Türkiye’de cumhuriyet ilan edilip de kök salmasından beridir, rejimimizin yıkılacağı ve yerine karşı bir hamleyle şeriat devleti kurulacağı anlayışıdır. Pekâlâ, cumhuriyet rejimi kurulurken de zaten zırhlarını kuşanarak gelebilecek tehditlere karşı gardını almıştır.

Bu bağlamda, ülkemizdeki siyaset bloklaşması da daha çok Amerikan Demokrasisindeki gibi zahirde iki parti üzerinden yürütülmekte. Geçmişte, Demokrat Parti(DP) vardı, Adalet Partisi(AP) vardı; şimdi ise kesintisiz olarak 20 yıldır iktidarda olan AK Parti ve köklü partimiz Cumhuriyet Halk Partisi var. Seçim üzerine toto oynanadursun, gelecek açısından Türkiye’de ne gibi değişme ve gelişmeler olacak, merakla beklenmekte.

Ben bu yazıda, yine CHP üzerinde durmak istiyorum. Bildiğiniz gibi ülkemizde sosyalist partiler veya demokratik sol olduğunu iddia eden partiler, adamakıllı siyaset kulvarı içinde sağ partilere alternatif olamadılar. Bugün, 2022 Türkiye’sine baktığımızda, Cumhuriyet Halk Parti’yi, sahip olduğu seçmen tabanı bakımından iktidar yolculuğunda en başa oynayabilecek en başat parti olarak görüyorum.

Şunu ifade edelim: Muhalefet tarafında konumlanan partilerin hemen hemen hepsi artık Türkiye’nin yönetilemediği konusunda hemfikir. Türkiye yönetilebilirlikten uzaklaşmakta. Tabii herkesin fikrine saygı duymak lâzım. Öte yandan yine bir başka endişe ise Türkiye’nin laik, demokratik cumhuriyet rejiminden de uzaklaştırıldığı ve dönüşümün 2023 yılında tamamlanacağı.

Bu bağlamda CHP üzerinden değerlendirme yapmaya devam edeceğim. Şimdi bir soru soralım: CHP kendini dönüştürebildi mi? Artık tekrara düşeceğiz ama ne yapabilirim, yineleyeceğim… CHP Türkiye’deki değişimi doğru düzgün tahlil edebiliyor mu? Bu, hem sosyolojik hem de ekonomik olarak geçerli. Artık eski zamanda kalmış siyaset kalıplarıyla ve geçmişe özlemle anı yakalamak, seçmenlerin beklentilerini karşılamak zor görünmekte.

* * *

Bu bağlamda, muhalefet tarafı Millet İttifakı çatısı altında toplanmış olsa da, burada önü çeken parti ne denirse densin Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Aslında gelecekteki seçim ittifaklar arasında geçecek ama acaba diyorum, CHP’nin tek başına iktidar olmak için bir yol haritası var mı? Değerli okuyucular, yapıyor(muş) gibi yapmakla söylüyor(muş) gibi söylemek arasında farklar var. Bakıyorum, evet, Cumhuriyet Halk Partisi bir şeyler yapıyor izlenimi veriyor: Esnaf ziyaretleri, çarşı pazarda vatandaşın nabzını ölçme… Tamam da ileriye dönük seçim kazanmaya yönelik bir strateji var mı?

Zaten CHP, daha çok eski siyaset enstrümanlarından medet umduğu için, siyaset kurumu içinde AK Parti’nin ciddi bir rakibi olarak temayüz edemiyor. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Cumhuriyet Halk Partisi “Kemalist ideolojinin” refleksleriyle Türkiye’deki sosyolojik değişmeleri okumaya çabalarsa, çuvallamaya mahkûmdur. Şunu da belirtmek isterim: Ben ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ve KEMALİZMİ farklı bir düşünce yapısı olarak telakki etmekte ve Kemalizm’in Türkiye’deki vatandaşlara “hâlâ” çocuk gibi davranması, bir türlü CHP’nin toplumdaki beklenen yükselişi gerçekleştirememesine de neden oluyor.

Evet, Kemalizm bir modernleşmenin ete kemiğe bürünmüş hâli idi. Kemalizm sistematiği ile modern cumhuriyet Türkiye’sinin uygarlığa giden yollarının taşları emin ve sağlam bir biçimde döşenmiştir. Kemalizm yeni Türkiye’de ilerleme ve modernleşmeyi “Batılılaşma” ile tamamladı. Aslında buradaki nüans “Batıcılık” değil, yani taklitçilik değil. Atatürk; Türkiye’yi kendine münhasır değerleriyle, ama zamanının yükselen değerlerinin ve kurumlarının Batıda olması hasebiyle Batılılaştırarak, Osmanlı Devleti’nin kaçırdığı medeniyet trenini bir daha kaçırmamak için dönüştürmek istemiştir.

Dönemine göre de ATATÜRK, devrimci adımlar doğrultusunda Türkiye’yi “çağdaş bir toplum” aşamasına üstelik emperyalizmin tüm hücumlarına karşın emperyalist devletlerin kurum ve kurallarını ülkemize adapte ederek getirmiştir. Ama döneminde sapkın ideolojik akımların toplumları bir bataklığa, uçuruma sürüklediği gerçekliğinde, Atatürk ülkemizi ne “faşizme” ne “sosyalist düzene” ne de bir başka totaliter rejime dönüştürmeden, devrimlerin olmazsa olmazı inkilâpları da tabii ki tepeden inme usulle toplumumuza kazandırmıştır.

* * *

Öte yandan ebedi liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki toplum içindeki değişimler, toplumun dönüştürülmesi daha çok “halka rağmen halk için” anlayışıyla yapıldı. Az önce de ifade ettiğim gibi ATATÜRK’ÜN bizzat kendisinin de içinde olduğu devrimlerin ve inkilâpların hayata geçirilmesinde ve ATA’mızın vefatından sonraki devrim sürecinin atılımları dönem içinde olması gereken idi. Dönüşümün sosyolojik bir evrim olduğunu, ekonomi-politiğin bir uzantısı olduğunu Kemalist zihniyete sahip kesimler kabul etmek istemediler.

Kemalist ideolojinin es geçtiği husus şuydu, sosyolojik dönüşüm devlet-egemen yapıdan toplum-egemen bir yapıya geçmeyi gerekli kılıyor ve bu da “demokratikleşmeyi” elzem görüyordu. Bu bağlamda ben Kemalizm’i yukarıdaki satırlarda ifade ettiğim gibi farklı bir değerlendirmeye tâbi tutuyorum: Kemalizm’in daha çok “bir elit anlayış” olduğundan hareketle, toplum ve vatandaşlar üzerinde “kontrol gücü” gibi durduğuna kaniyim.

Neyse çok fazla uzatmak istemiyorum. Burada ne Atatürkçülük ne de Kemalizm tartışması yapmak niyetinde değilim. Sonuçta, Atatürk’ümüz bizlerin ebedi lideri ve vatanımızın ve devletimizin sarsılmaz banisidir. Son tahlilde, Cumhuriyet Halk Partisi’nin artık Türkiye’deki siyaset okumasını kültürel değerler üzerinden değil de, sosyoloji tabanlı değerlendirmeye çabalaması lâzım.

Öncelikle değişim ve dönüşüm, CHP’nin topluma bakış açısında başlamalı. Şu bir gerçek, CHP’nin bugünkü kemik kitlesi taş çatlasa %25-30 eşiğini geçemez. Şuraya getirmek istiyorum: CHP toplumun mütedeyyin kesiminden teveccüh görmeden, seçimde tek başına işbaşına gelemez. Diyeceksiniz ki, CHP’nin böyle bir iddiası veya beklentisi var mı? Yani bu bağlamda, şu son 20 senede Cumhuriyet Halk Partisi’nden özellikle dindar-mukaddesatçı kitlelerden teveccüh görecek bir davranış göremedik.

Yaptığım okumalarda gördüğüm husus, muhafazakâr seçmen kitlesinin AK Parti’den memnun olmasalar bile, AK Parti’nin alternatifi bir partiyi kendilerine yakın bulamadıklarından, kerhen bile olsa seçimlerini AK Parti üzerinde yoğunlaştırdıkları. Ve bir de iktidar tarafından yoğun olarak uygulanan propaganda: AK Parti giderse eski kazanımlarınızı kaybedersiniz, başörtüsü yasağı geri gelir, dinî özgürlüklerinizi yaşayamazsınız vb.

Son tahlilde…

Cumhuriyet Halk Partisi’nin, kendi görüşümce muhafazakârlardan oy almadan tek başına iktidar olma şansı yoktur.       

 

 

Devamı
Bitmeyen Kavga: Laiklik!

Bazı kavramlar üzerinden Türkiye’de bir bardak suda fırtına koparmak alışkanlık hâline gelmiştir.

Memleketimizde bazı olgular...

Hem içte hem de dışarıda ülkemizi, merkeze sadık ve bağımlı bir çevre ülke konumunda tutmak için hep kamuoyunun gündeminde bilinçli bir biçimde tutulmuştur.

1923 yılından beridir bitmeyen toplumsal kavga...

Laiklik...

Laikliğin din müessesesi üzerinden çarpıtılması...

Artık şunu söylemek gerekiyor. Sık sık burada benzer hususlar üzerinden yazılar yazacağım için, tekrara düşmemek adına...

Laiklik tarifine gerek görmüyorum.

Zaten mebzul miktarda laiklik tarifine erişmeniz hem kitaplar çerçevesinde hem de internette mümkün.

Benim takıldığım nokta, laikliğin demokratik bir toplumdaki işlevinin ve misyonunun doğru düzgün tahlil edilmeden, yekten karalanmasıdır.

Bu takıntı...

Sol cephede de var, sağ cephede de var.

Sol aydınlar ve sol ideolojiyle bir toplumu ve devleti düzenleme saikinde olanlar, laikliği neredeyse artık bir “tabu” olarak telakki etmekte, kamunun laiklik ilkesi üzerinden şekillenmesini talep ve arzu etmekteler.

Sol entelijansiye açısından “başörtüsü/tesettür”, Siyasal İslam’ın kamu içindeki simgesel bir aracı olmakla beraber, bunun bir “özgürlük” davranışı olamayacağıdır.

Zaten...

Dönem dönem...

Bunun toplum içindeki yansımalarını, siyasette tıkanma zamanlarında çok defa deneyimledik.

Şunu kabul etmek durumundayız:

Demokratik bir rejimin, dünyevî bir düzende akamete uğramadan varlığını sürdürmesinin yegâne dayanağı laikliktir.

--------*--------

Ben de kabul ediyorum.

Fakat, bugün laikliği sadece sözlük anlamıyla içselleştirip, toplumun din özgürlüğü noktasında, bu demokrasinin vazgeçilmez faktörünü tıkaç amacıyla kullandığınız vakit...

Bumerang etkisi yaratır.

Yine... Sağ iktidarlar ve sağcı bir dünya görüşünde olanlar veçhesinden de laikliğin algılanışı, aynen solcuların telakki edişleri gibidir.

Büyük bir çoğunlukta, laiklik demek, dinsizlik demek olarak idrak ediliyor. Bugün yirmibirinci yüzyıl şartlarının hüküm sürdüğü bir dünya düzeninde, pekâlâ vatandaşların, tâbi oldukları ülkelerin kendilerine tanıdıkları hak ve yükümlülüklere sahip çıkmaları beklenir.

Ama...

21.yy’ın dizgesinde, hem insan haklarını ve demokrasiyi hem de bu hakları güvenceye alan adalet denen şaşmaz teraziye büyük bir ehemmiyet atfedeceksiniz...

Öte yandan, dönemin yani 21.yy’ın geçirdiği dönüşüm ve değişimlere inat hâlen şekil üzerinden ve 18.yy fikrî dünyası üzerinden insanların nasıl bir hayat sürdürmelerine ve hatta zihin dünyalarına hükmetmeye çabalayacaksınız...

Bunların hiçbiri, ne sağcıların ne de solcuların kavramları yorumlayışı ve bu kavramlar üzerinden toplumu ve devleti dönüştürme çabaları, toplumsal huzura da toplumsal barışa da hizmet etmektedir.

Özgürlük diye avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz.

Demokrasi diye bağırıyoruz. Adalet ve hukuk talep ediyoruz. Daha fazla hak ve hürriyetlerimizin genişletilmesini umuyoruz.

Refah devleti olmak istiyoruz. Kalkınmanın tabana yayılarak, insanların ekonomik büyümeden hakça pay almasını öngörüyoruz.

Ama...

Bakıyorsunuz, yılların neden olduğu ideolojik tortuların, bağnazlığın, hüsnükuruntuların, bizleri birbirimizden ötelediğini göremiyoruz.

Laiklik, din düşmanlığı değildir.

Laiklik, insanları dinden soğutmaz ve soğutmadığı gibi, dinden de uzaklaştırmaz.

Öte yandan, artık bu ülkenin gerçek dindar insanlarını da, fetiş veya tabu hâline soktuğunuz özgürlükçü olmayan bir laiklik korkusuyla sisteme ve toplumun diğerlerine karşı küstürmeyin.

Devam etmek ümidiyle...   

Devamı
Kentleşme ve Göç Hareketleri

Modernleşme ve kentleşme insanlığı geleneksel yaşam ve kültürlerinden koparmıştır.

İnsanların yaşam tarzlarının değişime uğramasında motor güç, aşırı bir biçimde kentleşme hamleleri olmuştur.

Esasında, kentleşme ve endüstri toplumu olmanın gereği insanlar, “bireyselleşiyor” ve “bencilleşiyordu”.

Geçmişin yaşam reflekslerinde ön plana çıkan husus, birincil ilişki tarzının, tüm yaşam örüntülerinin tamamını kapsamasıydı.

İnsanlar birlikte yaşamaktaydı. İmece usulü dediğimiz biçimde toplumsal yaşamın sıkıntıları ve zorlukları, beraberce kolektif akıl ve güçle bertaraf ediliyordu. Türkiye’deki gelişmeler açısından bakarsak… Türkiye’de özellikle 80 sonrası ekonomik düzende değişime gidilmesiyle beraber, kentleşmenin hızlanması, modernleşme adında, pek de sürece uymayan davranışlar ve hareketlerin tetiklediği gecekondulaşma…

Öte yandan ülkemizdeki göç hareketlerinin de 80 sonrası hızlanması, uygulanmaya başlanan liberal ekonomik politikalar, kentleşmenin bir modernleşme aracı olmasından ziyade, sorunların katmerleştiği bir aksa neden oldu.

Şuan gelişmekte olan ülkelerin belki de yaşadıkları iktisadî ve sosyo-kültürel ile sosyo-politik açmazların kaynağı olarak, bu plansız ve programsız göç hareketlerinin de bir etken olduğunu kabul etmek durumundayız.

Ne ki kentleşme ve modernleşmenin bir süreçsel merhalenin akabinde zuhur etmemesi, göçlerin yaşanan sıkıntılar da tek çare olarak görünmesine de vesile oluyor.

Devamı
Para ve Saadet

Parayla saadet olur mu?

Mutluluk son tahlilde ne ile ilgilidir?

Tek tek insanların/bireylerin ve dahası toplumların gönençlerinin arttırılmasında etken faktör nedir?

Mutluluk ve refah içinde yaşamanın mutlak ve tek ve hatta evrensel bir reçetesi var mıdır?

Toplumların ekonomik bağlamda kalkınmış ve büyümeyi tabana yansıtmış olmaları, işte o ülkeleri “gelişmiş” yapmak açısından bir numaralı faktördür.

Yüzyıllardır insanlık “mutluluk reçetesi” arar durur. Mutluluğun, insandan insana değişeceğini söylemeye gerek var mıdır, bilmiyorum.

Ama en son tahlilde… Gelişmiş bir toplum olmak, modern çağdaş bir devlet tesis etmek, her şeyden önce “vatandaşlık statüsünün” bilincinde olmak…

Bunların, mutluluk ve gönenç içinde yaşamayla ilgisi çok yakındır. Mesela, Arap ülkelerine bir bakalım. Parasal genişlik hususunda bu ülkelerde bir sorun olmadığını görürsünüz. Öte yandan bu ülkelerde, zenginlik kaynağı üretimden değil, üretimde girdi olarak kullanılan stratejik kaynaklardan; yanisi petrol ve doğalgazdan gelir.

İnsanî gelişmişlik, eğitim seviyesinin yüksekliği, siyasal yapı, demokrasinin kalitesi, birey-devlet ilişkisi vb. zeminde zuhur eden doneler üzerinden bir yaklaşım geliştirsek…

Genelde…

Avrupa’nın kuzeyindeki ülkelerde insanların, sanki daha gönenç ve huzur içinde bir yaşam sürdürdüklerini, hem pratikte hem de bilimsel veriler düzeyinde deneyimleriz.

Tabii bu böyle olacak diye bir şey yok. Ama bir millet, eğitime, ekonomik büyümeye önem verir ve ürettiği hasılayı ne kadar adilanece toplum tabanına yansıtabilirse, o denli toplumsal gönenci yeşertebilir.

 

Devamı
Pozitif Beklentiler(?)

SOĞUK SAVAŞ döneminde Sovyetler Birliğini çökertebilmek için “dincilik” ve “milliyetçilik” ideolojileri ABD tarafından bir etkin silah olarak kullanılmıştır.

II. DÜNYA SAVAŞINDAN sonra, yine Sovyetler Birliği ile sürdürülen soğuk savaş kapsamında “Komünizmle Savaş” konsepti altında uygulanan dincilik ve milliyetçilik ulus devletleri zaafa uğratmıştır.

Bu bağlamda, bizim yaşadığımız deneyimler...

Demokratik, laik sosyal hukuk devletimizi...

Sürekli olarak geriletmiştir.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından dünya sisteminin bir boşluğa kapılmaması adına, yani dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin bu liderliğini kaybetmemek adına Samuel Huntington tarafından ortaya sürülen “Uygarlıklar/medeniyetler Çatışması” tezi...

Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu ve Afrika Projesinin araçlarıydı.

Afganistan’da Sovyet yayılmacılığını engellemesi için CIA tarafından kurulup Suudi Arabistan parasıyla finanse edilen EL-KAİDE ve TALİBAN örgütleri, yenidünya sistemi için bulunmaz hasımlar idi.

Zaten...

Bu kurulup beslenen terör örgütleri... 11 Eylül 2001 yılında, ABD’yi kendi evinde vurunca, bir nevi hasım ilan edilen Radikal Siyasal İslam, dünya jandarmasını kendini güvende hissettiği topraklarında vurunca, bu sefer ABD’nin eline “Ilımlı İslam” kozunu verdi.

Büyük plan için düğmeye basıldı.

Önce, Afganistan ve sonra da Irak yerle bir edildi.

Bu dünyayı tehlikeden kurtarma operasyonu başarıyla sonuçlanmış mıdır, derseniz...

Ortadoğu coğrafyasının hali pür melali ortada.

Acaba, Covid-19 salgının türlü varyantlarının türeyip/türetilip(?) ulus devletlerin sürekli “istim üzerinde” tutulduğu bir 2022 senesinde, ABD’nin mütecaviz ve sürpriz operasyonları olabilir mi?

Düşünmek bile istemiyorum.

Azıcık huzur lâzım gezegenimize.

Devamı
Huzur ve Sukûnet

Batı uygarlığının temelinde…

Kültürünün temelinde…

Endüstrileşme…

Aydınlanma…

Laiklik…

Ulusal bilinç…

Demokrasi…

Ögeleri yatmaktadır.

Ne hazin ki… Emperyalizm, küreselleşme rüzgârı altında kendi angajmanını çevre ülkelere dayatmak adına…

Yukarıdaki ögeleri kullanmakta… Öte yandan bu ülkeleri aklı sıra kendi kültürlerinin biricik ve tek olduğu zannıyla “ötekileştirmekte”…

Bugün dünyada…

Irkçılık sorunu da varsa…

Milliyetçilik, mikro çerçevede ulus devletlerin birliğini ve bütünlüğünü tehdit eder halde ise…

Mukaddes değerlerden en önemlisi din, siyaset için kullanılıyorsa ve yüzlerce insan bu hedef adına katlediliyorsa…

Ezcümle…

Bu varsayılı sorunların üzerine bir de…

Göçmen düşmanlığı…

Gıda sorunu ve tedariki krizi…

İklim krizi gibi sorunlar eklemlene eklemene sıkıntıları katmerleştiriyorsa, artık gerçekten de başka bir dünya mümkün, demenin zamanıdır.

(.........?..........)

Devamı
Sır Perdesi(?)

ERKEN SEÇİM nidaları artık her yerden duyulur oldu.

Geçim derdi bir numaralı sorun.

Ama seçim istemekle, seçimin gerçekleşmesi olası mı?

Cumhur ittifakı bakımından sanırım seçime yönelik bir adım beklenmiyor.

Dolarizasyon…

Enflasyon…

Satın alma gücünün düşmesi…

Hanehalkının gelirinin ne “açlık sınırı” ile ne de “yoksulluk sınırı” ile atbaşı gidememesi.

Ezcümle…

Hayatı “idame” etmek şuan için sanatlar içinde “sanat” gibi.

Âdeta yaşam içinde yaşamla köşe kapmaca oynamak gibi…

İki senedir hayat…

Ne denirse densin, çetrefilli bir süreç içinde devam ettirilmeye devam ediliyor.

Bir yandan, Covid-19 salgının bulaş riski…

İnsanları ölüm-yaşam çizgisinde “sınarken”…

Öte yandan…

Fani dünyanın hayhuyu içinde de dünyevi değerler; para, faiz, enflasyon, borç, senet, kredi, ücret, maaş, gelir(sizlik), yoksulluk, mahrumiyet, insanları ontolojik olarak tehdit ediyor.

21.yy gerçekten de insanların ve insanların icadı olan hayat düzenlerinin, artık görülmemiş bir biçimde düzey atladığı bir çağ (idi.).

Ama nerede?

***

Siber uzay çağı dedikleri…

Bilgi toplumları dedikleri…

Bilişim-iletişim Devrimi dedikleri…

Post-modern toplum aşaması dedikleri dönemde…

Hâlen işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, talan, yağma, açgözlülük, tokluk, açlık, nefse boyun eğme, hep daha fazlasını arzulama ama öte yandan hem duygusal hem de ussal olarak körleşme.

Tabii bu gidişatlar…

Sürdürülemez.

Sürdürülebilecek olan: İktisadî büyüme, genişleme, kalkınma ve son tahlilde, toplumun gönencinin arttırılarak refah devleti olmaktır.

Şöyle baktığımızda…

Çare ne olabilir?

Artık, sorunlardan kurtulmak ve önce “insan” demek için yüzyıllar öncesine dönerek, Ortaçağ karanlığından medet ummak, hangi kafanın bir ürünüdür?

Hadi tamam, hâlâ din-tarım toplumu olma niteliğini aşamamış bir Afganistan için, çok fazla derinlikli yorum yapmaya gerek yok.

Ama, kendisini çağdaş “Batılı değerlerle örünmüş”(?) uygar toplulukların safında konumlandıran devletlerin…

Yolu ve istikameti…

Geleneksele “ricat” olamaz.

Ee öyleyse düze nasıl çıkılır?

Bu satırların sahibinin öyle allame bir tahsil geçmişi yok.

Ben de sadece siz değerli okuyucular gibi olan-biteni seyretme durumundayım.

Benim reçete yazmak gibi bir geçmiş tecrübem de yok.

Seçim diyorlar da…

Acaba diyorum, bu seçim talep edenler, karartının ardında nasıl bir ışık gördüler de, bu minvalde ısrar ediyorlar…

Beklemek gerek.

 

Devamı
Siyaset, Siyasetçi, Vatandaş...

Türkiye’de siyaset esasında pek sevilmez.

Yazıya böyle kitabın ortasından girdiğime bakmayın.

İnsanlarımızın kafasında yer etmiştir.

Ne?

Kahvehanelerde, sohbet için bir araya gelinen yerlerde insanlarımızın siyaset konuştuğundan dem vurulabilir.

Acaba, gerçekten de sosyo-politik realite bu yönde midir?

Ben, bu şekilde olduğunu pek düşünmüyorum.

Siz, bakmayın insanlarımızın oturdukları yerlerde okey felan oynarken memleket kurtardıklarına!

Özellikle…

Toplumumuz içinde kadınlarımızın ben siyasetten hoşlanmadıklarına kaniyim. Bu yönde uzun yıllardan beridir oluşmuş bir kanaatim var.

Pekâlâ, bu bir “önyargı” değil.

Gerçekten de neden acaba özelde kadınlarımızda, genelde de toplumumuzda siyasete ilgi düşük düzeyde?

Siz de zaman zaman kamuoyunun nabzını tutmak için yapılan seçim anketlerine bakıyorsunuzdur.

Burada, ankete katılanlara, yine bazen ülkemizde en güvendiğiniz kurum/kişi hangisidir, şeklinde sorular yöneltilir.

Çıkan sonuçlar da pek şaşırtıcı olmaz:

En önde, yani birinciliği genelde politikacılar/siyasetçiler alır.

Toplumumuzda yaygın bir inanç ve kanı vardır:

Siyasetçiye güvenilmez, diye.

Neden?

TÜRK DİL KURUMUNUN internet sözlüğü siyaseti şöyle tarif etmiş:

“Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış.”

Şimdi burada bir tuhaflık var!

Belki, insanlık tarihinin ilk kilometre taşlarının döşendiği zamanlarda, siyaset belki sadece “ayrıcalıklı ve seçkin” kişilerin uhdesindeydi. Zaten tarih ve siyaset kitaplarını karıştırdığınızda, ilk dönem insanlık serüveninde siyasetin, aristokrat diyebileceğimiz zümrelerce yapıldığını görürsünüz.

Sanayi Devrimi ile birlikte modern ulus devletlerin inşası, kanımca ön plana vatandaş-bireyi çıkarmıştır.

Yine toplumumuzda, “siyaset”,siyasetçi”, “devlet” ve “bürokrasi-bürokrat” kavramlarına bakış daha önce belirttiğim gibi pek olumlu yönde olmamıştır.

Ne ki hemen hemen tüm toplumlarda ve ülkelerde “siyasetten” kurtuluş yok gibi. Tabii ki siyaseti yaşamımızın merkezine koyacağız diye bir şey de yok.

Bizim gibi gelişme evrelerini henüz tamamlayamamış toplumlarda, insanlar siyasete sadece “devlet işleri” ve “büyüklerimiz bizden daha iyi bilir” anlayışıyla baktıklarından, esasında ülkenin ve devletin kaderini belirleyecek mevzularda hep pasif durumda kalırlar.

Demokrasi daha önce de ifade ettiğim gibi “halk idaresidir.” Ama burada önemli olan modern ulus devletlerin, vergi veren yurttaşlarının, hem bireysel yani kendilerinin hem de içinde varoldukları toplumlarının geleceğini tayin edecek karar mekanizmaları ve süreçlerinde kendilerini nerede gördükleridir?

Eğer siz demokrasiyi, siyaseti ve devletin toplum üzerindeki nizam verme gücünü, sadece seçimden ibaret telakki ederseniz, ileride vuku bulacak aleyhte gelişmelerden görece olsa da sorumlu olursunuz.

Burada ifade etmek istediğim…

Vatandaşlar evet belki politikaya ilgi duymayabilirler. Ama siyasete,  lügatteki(sözlük)kelime anlamıyla yaklaşmamalarıdır. Bugün Türkiye’de de diğer ülkelerde de, toplumsal ilişkilerden tutunda, yaşayışın huzur ve barış iklimi içinde devam etmesi siyasetle, hatta iktisadî gelişmelerin; ücretlerin artması düşmesi, enflasyon, gelir ve servetin dağılımı ve daha birçok husus bu bizlerin duyarsız kaldığımız olgularla ve bunların türevleri kavramlarla çok yakından ilgisi vardır.  

Devamı
Demokrat Birey-Vatandaş

Öğrenmek ve yaşam içinde deneyim sahibi olmak bir süreçtir. Bitmek bilmeyen bir maratondur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de kurulduğundan beridir, uygarlık ailesinin bir ferdi olma yolunda yoğun çabalar sarf ederek, bu topluluk içindeki yerini almaya baş koymuştur.

Şöyle baktığımızda…

Türkiye’de iktidara gelen siyasal partiler, programlarında “demokratikleşme” ögesine büyük ihtimam gösterirler.

Gerçekten de…

Hani sürekli ifade etmekten kaçınmadığımız bir gerçek var: Ülkemiz jeo-politik olarak bulunduğu coğrafya hasebiyle etrafındaki gelişememiş, gelişmekte olan ülkelere her zaman rol model olmuştur: Laik, demokratik hukuk devleti olmasından ötürü.

Tabii gerçekçi çerçeveden bakıldığında…

Türkiye’nin demokratikleşme serüveni, genç cumhuriyet Türkiye’si kurulup da atılıma geçtiğinden beridir devam etmektedir. Dönem dönem ülkemizde, demokrasi süreçleri ve demokrasi mekanizmaları yol kazaları nedeniyle askıya alınmıştır.

Demokratik rejim herkesin de bildiği gibi kurum ve kuralların olduğu, tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğu hukuk dizgesi üzerinde yükselen bir yönetim biçimidir.

Buraya kadar tamamen kurumsal ve teorik olgulardan bahis ettim. Yine burada gözden kaçmaması gereken husus, tüm bu bahsettiğimiz kavram ve değerlerin içini dolduracak ve bunları hayat içinde taşıyacak öge, insandır.

Evet…

İnsandır.

Pekâlâ sürekli dilimizde bir “demokratikleşme” türküsü var; ve fırsat buldukça bu türküyü terennüm ediyoruz.

Şimdi geliyoruz…

İnsan ögesine.

Demokratikleşmenin ve demokrasinin zirve yapmasına vasıta olacak insana ve onun niteliğine.

Hemen sormak istiyorum:

İnsanlar doğuştan demokrat mıdır?

Bir insanın; demokratik rejimi özümsemiş olması, demokratik rejiminin kurum ve kurallarını içselleştirmiş olması, demokratik bir toplumun inşası bağlamında yeterli midir?

Çölde kum misali toplumun kahir ekseriyetinin kaba kuvvete başvurduğu veya kaba kuvvetten “anladığı” ataerkil ve feodal bir sosyolojik yapı içinde, yıldız gibi parlayan moderndemokrat bir bireyin varlığı, zevahiri kurtarmaya yeter mi?

İşte herkes gördü... Mecliste bütçe kanunu çalışmalarında ve faaliyetlerinde milletvekillerinin birbirlerine ne kadar da nezaket içinde davrandıklarını!

Sadece bu garip tutum burada değil ki… Kamuoyuna yansıyan hadiselerde ve nüfuzunu ülkenin işleri ve hizmetleri için değil de, kendi şahsi çıkarları adına kullanan çok mühim isimlerin gazetelere ve ekranlara düşen görüntülerinde de görebilmek olasıdır.

Demokrasi, demokrasi diye vaaz vermek kolayda… Demokrasinin anlam ve değerini taşıyacak birey ve toplum üretmek, işte bu büyük bir mesele. O zaman yine fasit bir dairenin içine hapsolup kalıyoruz.

Demokrat olmak için ne yapmak gerekir?

Çok klişe bir cümle vardır: “Bir insan ya demokrattır ya da değildir.”

Burada demokrat bir bireyin inşasında eğitimin çok büyük bir işlevi ve rolü vardır/olacaktır da.

Evde, okulda, çalışma yaşamında, toplumsal ilişkiler içinde sürekli horlanan, baskılanan, söz hakkı verilmeyen, hatta söz hakkı gasp edilen, sonsuz bir sadakat beklenen “makbul vatandaştan” nasıl “demokrat bir bireye/yurttaşa” geçilecek, düşünmeye değmez mi?

Şimdilik bir “es verelim”…

Sonra belki devam ederiz.  

Devamı
Cumhuriyet ve Demokrasi

Senelerdir Türkiye’deki siyasi tartışmalara baktığımızda, hep nedense yapılan tartışmaların ve üretmeye çalışılan politikaların, memleketimizi ileriye götürmekten uzak kaldığını görürüz.

Neredeyse bir yıldır aynı şeylerle yatıp kalkmaktayız.

Türkiye’de cari dönemde uygulanmakta olan siyasal sistemin, ülkemize uygun olup olmadığını şöyle baktığınızda dört başı mamur bir biçimde irdeleyemiyoruz.

Bakıyorsunuz…

Varsa yoksa, %50+1’e takılmış bir muhalefet…

Öte yandan, yine sürekli kamuoyuna açık alanlarda ve platformlarda, “güçlendirilmiş parlamenter demokratik rejim” türküsü terennüm edilmekte.

Hâlbuki Türkiye’de eksikliğini çektiğimiz mekanizma, cumhuriyet rejiminin hâlen “demokratikleşememesidir”.

Cumhuriyet rejimini “demokrasiyle” taçlandıramadık. Bugün bakıyorsunuz, takılmış plak gibi sürekli aynı kavramlar üzerinden, karşı tarafı ekarte etmek adına salvolar sıralanmakta.

CUMHURİYET; bir Türk Devriminin akabinde, Anadolu topraklarında tarihsel süreçleri bihakkıyla deneyimleyememiş bir halka yaslanarak tesis edilmiştir.

Türkiye’yi irdelerken ve ülkemize projeksiyon tutarken, bizimle beraber bu dünyada varolan medeniyetlerin de geçirmiş oldukları “dönüşümleri” ve “kırılmaları” çok iyi ama çok iyi analiz etmek durumundayız.

Bugün, Türkiye’de siyasal anlamda belki bazı tıkanmalar yaşayabiliyoruz, yine toplumda cari siyasal hükümete bir güven kaybı yaşanıyor olabilir; tüm bunların müsebbibi kanımca, toplumumuzun demokrasiyi içselleştirememesidir.

Zaten, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu zamana uzanan perspektifte en büyük handikabı, rejimi demokrasiyle “taçlandıramamasıdır”.

*  *  *  *

Bugün yapılan tartışmalara bakıyoruz, sanki genelgeçer bir üslûp ile maksat yeşillik olsun minvalinde.

Türk Devleti dediğimiz vakit, kökeni geçmişe uzanan bir “gelenek” ve “kültürden” dem vurmuş oluruz. Gerçekten de bu açıdan yükselişini Osmanlı Devletiyle taçlandıran Türk Medeniyeti/kültürü, geçmişten gelen kültürel birikimiyle kendisinden sonraki insanlığa da mihmandar olmuştur.

Yine, Türkiye’mizin cumhuriyet rejimi tesis edildiğinden beridir yaşadığı buhran, devletin birtakım ayrıcalıklılar tarafından kendilerine temellük (mâl etmek) edilmesidir.

Demek istediğim, Türkiye’de zaten bu zamana kadar hiçbir zaman tumturaklı (gösterişli-debdebeli) bir demokrasi deneyimi yaşanmamıştır. Yine, içinden geçtiğimiz modern zamanlarda geçmişte Cumhuriyet Halk Partisi’nin devr-i iktidarında demokrasi olmadığından dem vuranlar, azıcık hafızalarını da diriltmek durumundadırlar.

1946 yılında “çok partili demokratik yaşama” geçildikten sonra, bu ülke daha çok hangi siyasal ideolojiler tarafından idare edildi? Tamam, şunu kabul ediyorum: Türkiye’de “demokratik olgunluğun ve kültürün” yeşerememesinde ve dolayısıyla halkın bu siyasal aracı içselleştirememesinde Soğuk Savaş döneminin “müesses nizam” refleksleriyle, askerî ve yargı vesayetinin vebali ziyadesiyle fazladır.

Bu yaşanan hadisenin bir yüzü ise…

Diğer yüzü de, özellikle konjonktürel olarak palazlanan İslamcı siyasal hareketlerin, “özü itibariyle” demokrasiyi benimseyememelerinin de tesiri büyüktür. Emperyalist güçlerin Ortadoğu merkezli planlarında, Türkiye’nin “stratejik ortak” olarak addedilmesi ve aslında Türkiye’nin bölgede bir ileri karakol işlevi görmesinden ötürü, SSCB’nin yıkılmasının ertesinde ve aynı zamanda Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla eşanlı süreçte, boşlukta kalan küresel sistemin yeniden organize edilebilmesi açısından, güdülecek uluslararası siyasetin bir hikâyeye ihtiyaç duymasından mütevekkil Siyasal İslam’ın, “Ilımlı İslam” adı altında toplumlara yutturulması, yaşadığımız bu tıkanmalarda sağ partilerin önünü açarak, demokrasicilik oynamalarına “vesile” olmuştur.

Aslında, Türkiye’de yapmamız gereken, tezelden demokrasiyle cumhuriyet rejiminin harmanlanmasıdır.   

Devamı
Lümpenler...

Bazı kelimeleri kullanmayı seviyorum.

Özellikle…

Lümpen kavramı…

Türkiye’de tecrübe ettiğimiz veya yaşadığımız olaylarda, olayın nedeni ve cereyan şekli hususunda açıklayıcı olabiliyor.

Lümpen kitleler ve lümpenleşme, bir ülkede o ülkenin içinin karıştırılmasında bulunmaz fırsatlar sunabilmekte.

Bugün şöyle baktığımızda…

Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde, yine özellikle “kasaba türü politikacıların” veya halk goygoycusu popülist siyasetçilerin, ülkede kötüye giden gelişmeler bağlamında en çok başvurdukları yol ve yöntem “gözbağcılığıdır”.

Şöyle de diyebiliriz… Otoriterleşme, totaliter rejim eğilimlerinin, diktatör olma yolunda ilerleme süreçlerinin hızlandığı, yine memlekette kötü giden hem iktisadî hem de sosyolojik tablo çerçevesinde, kitlelerin manipüle edilmesinde, başat unsur bu lümpen kesimlerin, yine özellikle sağcı iktidarlarca kullanılmalarıdır.

***

Buradan şuraya gelmek mümkün… Bugün az gelişmiş veya gelişen ekonomilerin/toplumların önündeki en büyük açmaz eğitimdir. Yani eğitimsizliktir. Eğitimle atbaşı gidecek “lümpenleşme”, zaten hem içeride hem de dışarıda büyük fırsatlar sunmaktadır, gündem mühendislerine.

Eğitim seviyesinin düşüklüğü, işsizlik, istihdam kaybı, gelir ve servetin adil olmayan bir biçimde dağıtımı, insanların “kendilerini ifade edememeleri” vb veçhelerden bakıldığında… Lümpenleşmenin, bizatihi siyasetçiler tarafından da göz yumulacak bir süreç olduğu ileri sürülebilir.

Gerçekten de başı boş, işsiz, zamanını optimal olarak kullanmayı bilmeyen kitlelerin “çoğunlukta” olduğu bir ülkede, insanları “algı operasyonuna” tâbi tutmanız her zaman için daha kolaydır.

Ben/Biz daha çok konuşacağız bu “lümpenleşmeyi” ve bu kitlelerin bir topluma menfi tesirlerini…

Devamı
Makulden Uzaklaşmayalım!

Tartışma yaparken veya herhangi bir olguyu değerlendirip tanımlarken, her nedense hep bir “önyargı” tuzağına düşüyoruz.

Bugün…

Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında defacto başkanlık sistemi tatbik edilmekte.

Tamam da buradan hareket ederek…

Türkiye’yi Güney Amerika başkanlık modelleriyle ve demokrasileriyle kıyaslamak ne kadar “rasyonel”?

Her sözün başında…

Türkiye’deki siyasal rejim ile ABD’yi ya da ne bileyim Kuzey Kore veya Türki Devletlerindeki babadan oğla yönetimin geçmesini hatırlatmak, ne kadar doğru bir tespit?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin demokrasi refleksiyle tecrübesi, bu bahsi geçen ülkelerden daha fazla değil mi?

Yer yer görüyorum… Darbe histerisi yine hortlatılmak isteniyor… Artık köprünün altından çok sular geçti.

Evet… Türkiye’miz 2016 yılında FETÖ terör örgütü tarafından rayından çıkarılmak istendi. Ama bu bağlamda, Türkiye’de sandık ve demokratik mekanizmaların dışında iktidar yolları düşünmek için, insanın aklını yitirmesi lâzım gelmekte.

Türkiye’yi değerlendirirken lütfen biraz daha hassas olalım. Hadi şimdi siyasetçileri anlıyorum, icra ettikleri siyasetin doğası gereği stres üretmeleri gerekiyormuş hissine kapılabilirler. Zaten siyasetçilerin siyaset yapma tarzları daha çok “gerginlik” üzerinden.

Ama… Toplumun değer verdiği aydın, yazar, gazeteci titrine sahip kişilerin, Türkiye üzerine okuma yaparlarken azami düzeyde dikkat etmeleri gerekir. Türkiye’de hiçbir zaman yönetim bu saatten sonra babadan oğla geçmez. Türkiye, ne Güney Amerika ülkelerine benzer ne de Kazakistan ya da Özbekistan…

Demokrasi, belki şu son yıllarda yalpalıyor olabilir ama bir söz sarf ederken komik duruma düşmemek gerek: Mesela babadan oğla yönetimin geçmesi gibi.

Devamı
Devlet

Covid-19 salgını devlet olgusuna bakışımızı tekrardan gözden geçirmemize neden odu. Modern devletlerin doğuşu ve ulus devletler, on beşinci ve on altıncı yüzyıla tekabül eder.

Devletin tanımına baktığımızda…

Wikipedia internet sözlüğünde devlet şöyle tanımlanmış:

[Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.]

Kısaca devlet, insanoğlunun en üst seviyede örgütlenmesidir. Bu bağlamda, devlet olgusunu bütünleyen faktörlere baktığımızda, “millet/halk”, “toprak”, “vatan” gibi unsurları görürüz.

Devlet olgusuna bakarken, egemenlik, mülkiyet ve toplum içindeki farklılaşma gelişmelerini göz önünde tutmak gerekecektir. Avcılık ve göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçiş, tarım toplumlarının ortaya çıkması, üretilen hasılanın zaptedilmesi ve ailenin genişlemesiyle beraber “özel mülkiyet” anlayışının, örgütlenmeyi zorunlu kılması gibi tarihsel merhaleler çerçevesinde, insanlık devlet düzeyine erişmiştir.

Bu bağlamda, toplumumuz içinde çok fazla karmaşaya neden olan “hükümet” ile “devlet” farkına, Wikipedia internet ansiklopedisi şöyle değinmiş:

- Devlet, hükûmetten daha geniştir. Hükûmet ise devletin bir parçasıdır.

- Devlet, devamlı ve süreklidir. Hükûmet ise geçicidir, kısa ömürlüdür.

- Hükûmet, devlet otoritesinin işletilmesini sağlayan bir araçtır. Hükûmet sadece devletin beyni olma görevindedir.

- Devlet, kişisel olmayan bir otoritedir. Memurlar bürokratik usullere göre işe alınır ve görevliler, hükûmetin ideolojik isteklerine duyarsız olacak şekilde seçilir.

- Devlet, ortak iyiyi ve genel iradeyi temsil etmeye çalışır. Fakat hükûmet ise belli ideolojileri temsil eder.

Kısacası, hükümetler gelip geçici olup, aslolan devletlerin bakiliğidir. Hükümetler, yürütme gücünü, devlet mekanizması içinde yasalara bağlı olarak işletirler.

* * *

Ara sıra yazınsal eserler arasında rast geliriz/gelmişizdir… Devletin “varlığını” sorgulayan yazımlara… Öte yandan yine devlet tiplerinin de geçerliliği dönem dönem tartışılmıştır.

Olay, daha çok küresel elitlerin muhayyelesi çerçevesinde insanların dikkatlerini çekmek için biraz da kasıtlı olarak gündeme pişirilip pişirilip getirilir.

Zaten emperyalizmin, 21.yüzyıl içinde yenidünya düzeni içinde uluslara-milletlere layık gördüğü “devletsizleşmedir.” Emperyalizm sömürü düzenini devam ettirebilmek adına ve hegemonyasını dayatabilmek için, genellikle yumuşak güç kullanma yoluna gitmiştir.

Afganistan’da, Irak’ta sergilenenler de esasında bir tiyatroydu. 2000’li yıllarla beraber yeniden düzenlenen küresel siyaset sistemi, sömürüyü devam ettirebilmek için önünde en büyük engel olarak “ulus devletleri” görüyordu.

Yenidünya düzeninde olan-biteni anlamak için cihan-ı allame olmaya gerek yok. 1989 yılı ile 1991 yılı içinde cereyan eden gelişmeler; Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin devrilmesi, sonrasında boşlukta kalan Batı Dünyası, bir karşıtlık üzerine bina edilen politik düzenin dolayısıyla bir “düşman üretiminin” sağlanması adına “küreselleşme” rüzgârıyla tüm dünyanın “ruhsuzlaştırılması” operasyonu…

Çok uzatmaya gerek yok. Covid-19 salgını belki de tek devlet idealinin hayata geçirilmesi için bir fırsat olarak kullanılmak istenmektedir. Neden ulus devletler? Ulus devletlerin, “vatan”, “millet”, “devlet”, “toprak” kavramlarına verdikleri değer ve bunun bu devlet yurttaşlarında uyandırdığı şuur, emperyalist baronların işlerine gelmemesidir. Ulus devletler, çoğunlukla üniter yapıda tesis edildiğinden, özellikle kadim bir medeniyetten de geliyorlarsa, yönetme tecrübelerinin öyle üçüncü dünya ülkeleriyle kıyaslanamayacak kadar köklü olması…

Dikkat ederseniz emperyalist zalimlerin, gözlerini diktikleri coğrafyalarda hedef aldıkları ülkeler daha çok “ulus devletler”. Tabii hâlen kabile topluluğunu aşamamış ülkeleri bu nitelemeden azade tutmak gerekir.

Önümüzdeki dönemlerde devletlerin insanların hareket serbestisini ve özgürlüklerini genişletmesi veya demokratik olmayan yönetim biçimlerine kayarak, insanlara hayatı zindan mı edecekleri ekseninde gelişmeler yaşayabiliriz.

Ki bunun gerçekleşmesi sanırım sürpriz de olmaz.

Ulus Devletlerin önündeki en büyük açmaz:

Emperyalizmin bitmek bilmeyen tüketme ve yok etme güdüsü!   

 

Devamı
Aziz Vatan(ımız)!

Helalleşme ve hesaplaşma kargaşasından çıkarak olayları daha berrak şekilde irdelesek, daha olumlu olmaz mı?

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun attığı adımı sorgulamaktan ziyade, atılan adıma icabet etmek, daha pozitif bir yaklaşım olmaz mı?

Yekten demek istediğim…

Konuşalım diyorum…

Müzakere yapalım diyorum…

Bu dediğim şeyleri yapabilmenin ön şartı da bir araya gelebilmektir. Daha önceki yazımda da belirttim, siyasetçiler olsun, sıradan vatandaşlar olsun; burunlarından kıl aldırmıyorlar.

Bakın… Şuan kanımca, AK Parti tüm olumsuz gelişmelere rağmen, belli raddede halktan teveccüh görmekte. AK Parti’yi toplumun gözünde parlatan en temel husus, “önce insan” demesi ve toplumun genelini “kucaklama” taahhüdünde bulunması idi.

Yine özellikle CHP en çok neden eleştiriliyordu? Halktan kopuk olmakla tenkit edilmiyor muydu? Ebedi liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra, CHP kadroları ülkeyi “tek parti” sultası içinde, demokrasi mekanizmasını işletmeden yönetti.

İşte o dönemlerden başlamak üzere toplumda saflaşmalar zuhur etti. CHP’nin iktidar dönemi “tek parti” ve “tek adam” dönemi olarak, yeri geldiğinde eleştirilmedi mi? Sorgulanmıyor mu?

Özellikle, Cumhuriyet rejiminin “yeminli düşmanları”, Atatürk Dönemini ve sonraki İsmet İnönü dönemlerini “jakobenizm” ile eşdeğer görmediler mi? Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer kurmayları, yeri geldiğinde sürekli olarak “tepeden inme”cilikle itham edilmediler mi?

Kısacası…

Artık tüm şu geçmişten beridir siyasal bagajımızda biriktirdiğimiz takıntılarımızdan ve sosyo-psikolojik atalet hâlimizden sıyrılalım.

Neden?

Neden olacak… Eğer, bugün büyük Türkiye ideali için herkes seferber olacaksa, ancak toplumsal huzur ve barışla mümkün olabilir bu ideal.

Tamamen beklentim…

Siyasetçilerden…

Belki, artık bıkkınlık vermiş olabilir yazdıklarım…

Ama olsun, yılmadan, usanmadan ve sıkılmadan yazmaya devam edeceğiz. Etmek durumundayız.

Sağcısından solcusuna kadar, bu aziz vatan ve topraklar hepimizin yurdu değil mi? Öyleyse bizi birbirimizin yakınına sokulamayacak kadar frenleyen ne? Tabii ki “ideolojik bağnazlık”!

Hatırlar mısınız? Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 3 Kasım 2002 tarihinden itibaren siyasal başarılara koşarken, kazandığı zafer sonucunda “balkon konuşmaları” vesilesiyle tüm toplumu, herkesi kucaklama teminatında bulunmuyor muydu?

E ne oldu bu kadar birbirimizden uzak düşer olduk? Hani yeri geldiğinde, “dış mihraklar”, “karanlık odaklar”, “şer ekseni” felan diyoruz ya… İşte bu merkezlerin bizi birbirimize “düşürmek” için ellerinden geleni artlarına koymadan yaptıklarını dillendiriyoruz ya…

Ee onların çok fazla bir şey yapmalarına gerek var mı? Kafalarımızda yarattık biz “mahallerimizi”! Kendi gettolarımızın sınırının dışına çıkmaya tahammülümüz yok. Saflaşma ve kutuplaşma dediğimiz şuan için bir milletin iç işlerindeki en büyük çıkmaz sokak olan bu kördüğüm, daha ne kadar süre devam ettirilebilir?

Önce…

Bir niyetimiz olmalı. Kurtuluş Savaşımızın ve Türk Devrimi’nin kaderini çizen ve belirleyen liderlerimiz de, o zor şartlar altında tüm anlaşmazlıklara ve farklılıklara rağmen bir kenara çekilip, vatanı olan akışına mı bıraksalardı? Öyle mi yaptılar?

Daha önce ileri sürülen kavramlara baktığımızda… İşte “Toplumsal Mutabakat” oluşturmak… “Memleket Masası”…

Bunlar hep iyi niyet belirtisinin izdüşümüdür. Demokrasi kavramının veya bir rejimin “demokratik” olup olmadığının sınanması ancak, devleti ve memleketi ilgilendiren hususlarda kamuoyunun ve dahası halkın tümünün görüşlerinin “önemsendiğinin” açığa vurumudur.

Böyle bir niyet ve irade olmayınca…

Sanal bir düşünce yapısı içinde suni şeylerle vaktimizi zayi eder dururuz.

Olan kime olur?

Sizce?

Devamı
Din ve Dinî Alan Üzerine

Sıkıcı bir konu olabilir yazacaklarım ama ne yapabiliriz?

Türkiye’de hâlâ bazı hususları çözümleyemedik!

Mesela…

Din olgusu gibi…

Vatandaşların mukaddes değerler tarafından saflaştırılması ve birbirine düşman kılınması gibi…

Türkiye’de belli bir kesim, yıllardan beridir bu ülkenin kurucusuyla bir türlü barışamamıştır.

Yine bir başka kesim de, ülkemizde nedense Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam hatip Okullarını dillerine pelesenk etmiştir.

Her şeyden önce, tamam memlekette “düşünce özgürlüğü” var olmasına var da… Bu hak doğru düzgün kullanılıyor mu?

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kanunla kurulmuş, aynı zamanda anayasaca tanımlanmış-teşkilat kanunu olan bir “anayasal kurumdur”.

Yine herkesin malum olduğu üzere, Türkiye’de Müslüman vatandaşlarımızın doğal tabiiyetleri Sünni Müslümanlıktır. Bundan ötürü de DİB’nı, “taraflı bir kurum” gibi göstermek mantıkî değildir.

Anayasaca tarif edilmiş bir kurum, tüm vatandaşların dinî hizmetlerinden sorumludur. Aynı zamanda, bu kurum, tüm vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içinde, ibadetlerini hiçbir engellemeyle karşılaşmadan ifa etmelerinin koordinasyonuyla da yükümlü bir kurumdur.

Türkiye’de zaten yıllardır çözümlenemeyen hususların başında, bu mezhepsel ve etnik kavramların; hem siyasetçiler hem de emperyalistler tarafından manipüle edilmeleri gelmiştir.

Zaten şöyle geçmişe doğru yolculuğa çıktığımızda da, insanlık tarihinin süreçsel gelişiminde ve dönüşümlerinde “din savaşlarının” çok fazla tesirini görürüz.

*  *  *

Feodalite döneminde insanların toprak üzerinden sömürülmelerinin başat faktörü yine din idi.

Bu tarihsel gelişmeler hem İslam Dünyasında hem de Batı Dünyasında, insanların sömürülmeleri veçhesinde seyir izlemiştir.

Ülkemize gelirsek de…

Belirttiğim üzere, özellikle dönem dönem bakmak gerekir ki… 70’li yıllar ile 80’li yıllar sonrası, Türkiye’de etnik savaşların ve “dincilik” faaliyetlerinin ivme kazandığı dönemler idi.

Türkiye’de çarpıklık da biraz belki uygulanan siyasal sistemden ileri geliyorsa da… Demem o ki, mevcut idare biçiminin tüm toplumsal bileşenlerin yönetime katılmaları ve temsilde adaletin tesis edilmesi bağlamında yeterli gelememesi ve tıkanmalara vesile olması…

Esasında, parlamenter demokratik rejim, toplumun farklı katmanlarında anlam bulan ve yine yaşamsal süreç içinde hem hayattan edinilen hem de resmi eğitim süreçlerinde kazanılan düşünceler ve fikirlerle harmanlanan ideolojilere fırsat tanıması açısından “ehven-i şer” mertebesinde bir sistem idi.

Bu bağlamda, popülist siyasetçilerin, pragmatik siyaset yöntemlerini geniş halk kitlelerinin oyunun alınmasında tek geçer akçe görmeleri, aynı doğrultuda, “siyasal istikrar”, “yönetimde devamlılık” gibi siyasetin ağdalı kelimeleriyle seçmen tabanını gözbağıyla büyülemeleri, en son tahlilde mukaddes dinî olgu ve değerlerinin “olması gereken” makamda bırakılmaları gerekirken, siyaset meydanlarında kullanılmaları, toplumumuzun aşırı derecede yozlaşmasına da vesile olmuştur.

İşte bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumumuz üzerindeki işlevini meşru sınırlar dışına çıkmadan değerlendirmek gerekir. Tabii ben teolog değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi dinî bir mercii hususunda kati şeyler sarf etmem, beni bağlayacağı gibi, düşünsel ve lafzî zaafiyete de düşürebilir.

Son olarak şöyle toparlamak gerekirse, Müslüman insanların duygularının sömürülmemeleri için ve dahası tüm inanan-inanmayan insanların özgürlükleri noktasında, siyasetçilerin, devletimizin “laik” ve “sosyal hukuk devleti” ilkelerinden hareketle politika üretmelerini elzem kılacaktır.

Devamı
Atatürk Üzerine Konuşmalar

Bazı değerler vardır, o kültürün yoğrulduğu ülkeye mâlolmuştur. Mukaddes değerler ve kavramlar, bir toplumu bölmek ve parçalamak amacıyla kullanılamaz.

Hani şöyle bir şey desek abartılı kaçmaz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğundan beridir ve Osmanlı Devleti/İmparatorluğu mirası üzerinden yeni kurulan devletin yönetim şeklinin “Cumhuriyet” olması hasebiyle, yıllardır bu topraklarda bir ATATÜRK düşmanlığı sürdürülmüştür.

Belki gözden kaçıyordur ama ülkesinin değerini bilen ve tarih şuuru yüksek olan kesimlerde, ülkesinin ve devletinin kurucusuna yönelik ahlâki ve vicdanî olmayan tazyikler üzüntüye ve hayalkırıklığına neden olmaktadır.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, neden bazı kesimlerce hedefe konur, bu devletin kurucusu üzerinden neden şahsi hesaplar peşinde koşulur, anlaşılır gibi değil.

Her şeyden önce şunda mutabık kalmak durumundayız:

Evet, kabul ediyorum… Atatürk, eleştirilemez veya sorgulanamaz bir varlık değildir. Her şeyden önce, ülkemizin kurucusu ve ebedi banisi ATATÜRK de bizler gibi fani bir “insan” idi.

Şimdi bu satır arasından sonra gelmek istediğim konu, hâlen bazı odakların, ülkemizde onca problem varken, Atatürk, din, dinsizlik, laiklik, vatan, millet, toprak vb. temalar üzerinden polemikler üretmesini, yine içime sindiremiyorum.

Şunu herkesin kabul etmesi lâzım gelir: Bir kişinin dinsizliği veya dindarlığı, o kişinin “özel yaşam alanı” içinde sınırlı olmak kaydıyla, anayasaca ve yasalarca koruma altındadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “başat kurucusu ve fikrî önderi” Atatürk’ümüz hakkında yaratılan mesnetsiz ve dayanaksız iftira ile sataşmalara, “ödün vermemek” gerekir.

*  *  *

ATATÜRK üzerinden tartışmalar yaratmak, toplumun sevip saydığı bir “değerini” karalamak, ancak ahmak olmakla eşdeğerdir.

Hem Mustafa Kemal ATATÜRK üzerinden hem de mukaddesimiz dinimiz üzerinden “algı yönetimine” müsaade vermememiz gerekir. Bu ülkede yapılan en büyük ahde vefasızlık, emperyalist devletlerin ülkemizi, topraklarımızı “paylaşılacak pasta” olarak gördüğü bir aşamada, yoksulluk ve biçaresizlik içindeki Anadolu insanını belki yüzyıllar sürecek bir esaret bataklığından söküp alan kişilerin, tarihsel gerçeklikten arındırılarak yorumlanmasıdır.

Bu ülkede İslam dini hepimizin “yumuşak karnıdır”. Kutsal dinimiz İslam ve Müslümanlık kimliği, bu coğrafyada, bu kadim topraklarda bizi biz yapan kültürel değerlerin yapı taşıdır. Artık belki kafalara çakmak olarak idrak edilecek ama tekrar etmekte fayda var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hudutları içinde yaşam süren yurttaşlarımızın kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Bu coğrafyada bizleri diğer sınırdaş ülkelerle/devletlerle birbirimize bağlayan değerler manzumesi, işte bu kadim geçmişe sahip dinî birikimlerimizden ileri gelmektedir.

Atatürk’ümüzün yeni kurduğu devlette, dönemin gelişmelerine bağlı olarak, “laiklik” ve “çağının çağdaşı” olma mefkûresiyle hareket etmesi, 29 Ekim 1923 tarihinin üzerinden 99 yıl geçmesine rağmen hem kendisinin hem de dönemine göre tesis ettiği cumhuriyet rejiminin tenkit edilmesini nasıl yorumlamak/okumak gerekir?

Çoğu yerde ikrar edilir durulur: Yüce dinimizin ilk emri “okudur”. Bu bağlamda bu dinin mensuplarının, konumlandığı coğrafya itibariyle çok şanslı olmalarından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kimliği altında yaşam sürmelerinin başat sebebi ATA’larını şükranla yâd etmek varken, dış mihrakların da kışkırtmalarıyla düşman kesilmeleri, tek kelimeyle “cahillikle ve cehaletle” izah edilebilir.

Bu ülkenin kurucusu ve ebedi lideri ATATÜRK’ü, gündelik siyasi atışmaların odak noktasına taşımak, evvelce zaman içinde tarihteki yerini almış ve dünya milletlerince de hakkı verilmiş bir şahsiyete ne olumsuz ne de hamasi bir paye katabilir.

DÜNYA döndükçe ve Türk Devleti varoldukça, bu milletin evladları, bu topraklara canlarını, kanlarını ve terlerini feda eden kurucu atalarını minnetle ve şükranla anmaya devam edecektir.      

Devamı
Havalanmadan Uçmak, Olmuyor(!)

Sabah gazetesi yazarı Sayın Hasan Basri Yalçın’ın 05 Ekim 2021 tarihli makalesinin aşağıda okuyacağınız satırlarına dikkat kesildim:

- 1960 yılından 2000 yılına kadar 40 yılda, toplam 31 hükümet kurulmuş.

- Bu kurulan hükümetlerin ortalama görevde kalma süreleri, bir buçuk yılı bile bulamamış.

Böyle kısa ömürlü hükümet dönemlerinde, Türkiye’nin hem iç siyasette hem de dış politikada sorunlarının çözümlenmesi, mümkün mü?

Artık biliyorum dillere pelesenk oldu ama, ifade etmek zorundayım:

1- Askerî vesayet.

2- Yargı vesayeti.

Şöyle geçmişe baktığımızda, hem askerî vesayetin hem de jüristokrasinin (yargı vesayetinin), Türkiye’mizin üzerinde “karabasan” gibi bir etkiye neden olduğunu görürüz.

Bugün son dönemlerde, siyaset kurumunun hem muhalefet cenahında da hem de iktidar cenahında da, halihazırdaki siyasal sisteme yönelik revizyon teşebbüsleri belirmekte.

Siyasal sistemin ve düzenin herhangi bir aksaklığa neden olmadan işleyebilmesi, ancak mevcut sistemin hem yasalarca hem de yazılı olmayan teamüllerce dört dörtlük bir biçimde desteklenmesine bağlıdır.

Sonuçta…

Gelip durduğumuz nokta…

Siyaset kurumu içinde;

“İstikrar” ve…

“Sürdürebilirlik” oluyor.

Ana gövdesini Cumhuriyet Halk Partisiyle İyi Parti’nin teşkil ettiği Millet İttifakı…

- Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim, talep ediyor.

Tamam da…

Şunu sormak lâzım:

Siyaset felsefeleri ve teorileri (kuram) içinde acaba “Güçlendirilmiş Parlamenter Rejimin” bir tanımı veya anlatımı var mı?

Kanımca…

Muhalefet bileşenleri de tam olarak neyi istediklerini bilmiyorlar. Gerçeği söylersek, benim de gönlüm, parlamenter rejimden yana. En azından bu sistemde, parlamento denen kurum, kurulan/kurulacak kabine üzerinde denge ve denetleme işlevini yerine getirebiliyor/getirebiliyordu.

Şimdi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, bir bakışta yukarıdaki belirttiğimiz “denge ve denetleme” mekanizmalarına cevaz vermiyor.

Evet, doğru, AK Parti iktidarına kadar Türkiye’de anayasaya ve siyasal partiler ile seçim yasasına uygun olarak, hükümetler tesis edilirdi. Ama, yazımın başında ifade ettiğim üzere, askerî vesayet ve yargı vesayeti, meşru hükümetleri herhangi bir yasal dayanak olmadan “sürekli gözlem ve gözetim altında” tutardı.

Çok fazla yazmak istemiyorum.

Geçmişte yaşanan illegal demokrasi hareketleri için, “Google” amcada “anahtar kelimeleri” yazarak gezinmeniz kâfidir.

Sanayici iş insanlarının üst örgütlerinin nasıl hükümetler tertip ettirip nasıl hükümetler devirttiği, yakın zaman hafızasında yerini korumaktadır.

Son tahlilde…

CUMHURBAŞKANLI HÜKÜMET SİSTEMİ, evet, siyasal istikrara ve sürdürülebilir bir idare modeline izin vermekte…

Ama bu sistemde de, ne kadar görmezden gelelim, eksikliğini hissettiğimiz yönetim sanatları, birlikte yönetişim ve eşgüdüm içinde yönetmenin arkalanmasıdır.

Evet, kanımca, cari siyasal hükümet modeli, Türkiye’yi uçuracak kadar “tarihsel deneyime” de sahip değil.

Ama, ne olursa olsun, tartışmaya ve müzakere etmeye devam edeceğiz.

Devamı
Hani Bizim Geleceğimiz-Nerede?

Doritos, Toplum Gönüllüleri Vakfı ve kitlesel fonlama platformu Fongogo işbirliğiyle hayata geçirilen- bicesaret kampanyası çerçevesinde ilginç sonuçlar çıkmış.

2019 yılında başlayan ve hâlen devam eden projeye büyük ilgi gösteren gençler, bu zamana kadar kitlesel fonlama platformu Fongogo’ya 600’ün üzerinde proje göndermişler.

Bu bağlamda, 112 proje kitlesel fonlamaya açılırken, projeler Doritos’un destekleriyle 32 milyon kişiye ulaşmış. Yapılan başvuruların gamer, dijital tasarımcı, koreograf, Youtuber, dijital içerik üreticisi ve baristalık mesleklerine yönelik olduğunu belirten PepsiCo Türkiye Yiyecek Kategorisi Pazarlama Direktörü Osman Dilber:

“Türkiye’de her 4 gençten 1’i işsiz. OECD’nin araştırmasına göre pandemide gençlerin en çok ekonomik sorun yaşadığı ülkeler;  Şili, Meksika, Slovenya ve Türkiye olarak sıralanmış. Bugün, gençler paraları olmadığı için hayallerindeki meslekleri yapamıyorlar. ‘Bicesaret’ kampanyasıyla gençlerin mutlu olmasını, hayallerinin peşinden koşmasını istiyoruz.” demiş.

Can sıkıcı konular. Biliyorum ama ne yapabilirim. Ne dış politika ne de ıvır-zıvır şeyler yazarak, zamanı ve kalemimi boşa çalmak istiyorum.

Tekraren olsa da yazacağım.

Türkiye’nin bir numaralı sorunu, can yakıcılığı veçhesinden bakıldığında- terörü değerlendirme dışında tutarsak- işsizliktir. İşsizlik olgusu, sağında ve solunda yine birçok açmazı ve sorunu da beraberinde barındırmakta.

Geçim derdinden tutunda, harcayacak paranızın olmaması, zaruri gereksinimlerin karşılanamaması/ertelenmesi. Aile içi huzursuzlukların artması ve devamında bunun topluma da yansıması.

****

Benim burada dikkatimi çeken husus, gençlerin hedef bağlamında ne kadar da sığ kaldıklarıdır. Evet, bir yandan işsizlik ve gelir akımının olmaması, öte yandan aile içi huzursuzluklar ve nihayetinde psikolojik vakaların zuhur etmesi.

Bende gençleri klasik kalıplar üzerinden değerlendirme alışkanlığı var. Özellikle, geçmişin, 68 veya 78 kuşağının idealist bakış açılarını okuduğumdan, insanların meslek tercihlerine ve yaşama yükledikleri anlamlara sanırım bu çerçeveden bakıyorum.

Bakıyorum, gençlerin can attıkları meslek tanımına, Youtuber ya da ne bileyim gamer… Bunlar ne Allahaşkına! Evet, dinozorlaşıyorum ama insanların yaşamdan beklentilerinin dönüşüme uğramasını da bir yere koyamıyorum.

Bu nasıl bir hayalmiş? Bunlar nasıl hedefler? Eğitim ve öğretim kabul ki, toplumların gelişmesinde ve kalkınmasında, yine daha çağdaş bir toplum sınıfına atlamasında manivela işlevi görür. Gerçekten de meslek seçimi, mesleğin birey ile olan uyumu, yine uzun bir süre ifa edilecek mesleğin, bu mesleği yapacak kişide tatmin ve mutluğa neden olması gibi etmenler, toplumsal yaşantının ahenk içinde sürdürülmesi bağlamında hayati derecede önemlidir.

Söz konusu gençler olunca, aslında çok fazla eleştirel olmak istemiyorum. Malum, Türkiye “gelişmekte” olan bir ülke. Şöyle bakıyorum da, gençler, hayallerinin peşinden gitmek ve nihayetinde mutlu olmak; hiç kabul etmesem de materyalist düzenin dayatmalarına götürüyor bizleri.

1980 ihtilali, Türkiye’de “atipik veya apolitik” bir insan prototipi yeşertti. Bireylerin düşünmemesi, sorgulamaması, kamusal alandan olabildiğince uzak tutulması, memleket sıkıntılarında bir duruşunun olmaması; gelişmeleri sadece seyreden, olanbitenin devlet büyüklerince bir hâl yoluna sokulacağına inandırılmış tepkisiz bir toplum “oluşturuldu”.

Bu bağlamda, toplum içindeki entelektüel düzeyin düşüklüğünü de, gençlerin kitap okumaya yeterince yüz vermemesini de, sivil toplum hareketlerinin insanlarca beklenen boyutlarda desteklenmemesini de ve daha birçok sosyolojik eksiklikleri bu çerçeveden okumak gerekir, diye düşünmekteyim.

****

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “Sosyal Güvenlik Raporuna” göre, emeklisinin çok fakir olduğu ülkelerden birinin Türkiye olarak temayüz ettiği vurgulanmış.

Raporda, tüm dünyada 4,1 milyar kişinin de sosyal güvence koruması dışında olduğu da belirtilmiş.

Eğitimden girmiştik konuya… Gazetede okudum: Salgın hastalık, ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve gelecek kaygısı çocuklarımızı son tahlilde ilaç alımına vardıracak raddede etkilemiş.

Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca, bireylerin içinde bulundukları ruhsal durumun röntgenini çekmiş:

2020 yılından 15 Mart 2021 tarihine kadar, 18 yaş altı 138.193 çocuğa antidepresan reçete edilmiş. Son 3 yılda 61 milyon kişi sinir sistemleri ilacı, 12,3 milyon kişi de antidepresan ilaç kullanmış. (En son güncel rakamlar ne bilmiyorum.)

Gerçekten de bizim ülke olarak çözümlememiz gereken birçok başlık var. Gençlere hem yüklenmek istiyorum hem de fazlaca yorum yapamıyorum. Hayat pahalılığı bir taraftan… Yaşamın idamesi için elzem olan paranın varlığı ve bunun tedariki…

Demek istiyorum ki…

Gazete yöneticileri, tv-kanal yöneticileri, bu ülkeden kopuk başlık atarak, toplumumuzu bilgilendiremez ve haberdar edemez.

Olsun…

Ben her şeye rağmen, işsizliği, gençlerin “kayıp bir nesil olmaması” gerektiğini, hayallerimizin avuçlarımız içinden çekilip alındığını, ekonomiyi-özellikle artık değer yaratan ekonomik faaliyetleri, yükte hafif pahada ağır üretim konseptini, yazmaya, dilimin döndüğü kadarıyla ifade etmeye devam edeceğim.

Meselemiz, ne bir X partisinin varlığı ne de bir Y partisinin seçimi kazanıp-kazanamayacağı muammasıdır.

DAVAMIZ…

Daha iyi bir ülkede ömür sürmektir.

  

Devamı
Yalnızlaşma-İzolasyon

COVİD-19 salgını sürecinde evlere, yani dört duvar arasına kapandık.

Yoksa...

Kapatıldık mı demek gerekiyor?

Salgın süreci uzadıkça ve türevleri insanlığı artık bıkkınlık boyutunda etkisi altına aldıkça...

İyileştirici veya koruyucu önlem ve tedbirlere olan bakış açısı da insanları taraflara bölmüş durumda!

Salgının atlatılmasında “etken faktör” olabilecek aşılanma ve “aşı karşıtlığı” üzerinden olan-biteni yorumlamaya çabalıyoruz.

Aşılanma ve aşı karşıtlığı sarkacı üzerinden artık “toplumsal mitler” oluşturuldu...

Toplumun güvenine nail olabilmiş doktorlar ve sağlık bilimi uzmanları, aşının salgının bertaraf edilmesindeki önemini ve işlevini “bilimsel veri ve temeller” ışığında kamuoyuna anlatma derdindeler.

BİLİME ve AKLA güvenmek durumundayız.

Ama öte yandan, yaşlı dünyamızın yıllar boyunca deneyimlediği ekonomik ve siyasal ve hatta ticari kazanımlar ile daha fazlasını hedeflemesi, insanların hepsinin yekpare karakterde yaratılmamış olması, insanların yapıp-ettiklerinde “toplum yararından” ziyade kişisel mutluluklarını gözetmeleri, zaman zaman “insanlık adına” beklentileri sekteye uğratabilmekte.

ŞU BİR GERÇEK:

İnsanlık ve uygarlık; ne kadar eskiye kıyasla daha üst bir düzeyde yaşam formları inşa etmişse de, insanların ve toplumların mutluluğunu hedefleyen veya insanları “anlam ve varlık” boşluğundan kurtaracak ulvi bir ideale erişilemedi.

Demek istiyorum ki...

İNSANLAR...

Yalnızlaşıyor.

Yaşanan salgından ötürü bazı durumlarda, insanların yazgılarıyla baş başa bırakılmaları...

Şunu kabul edelim, insan türü, içinde varolduğumuz doğada sahip olduğu yetkinlikler bağlamında “biriciktir”.

*  *  *

COVİD-19 virüsünün ve salgın etkileşiminin, yaşamlarımız üzerinde orta vadede veya uzun vadede etkisi olacak...

Bence, bunda kuşku yok.

Virüs sağlık sorunu oluştururken, toplumların devletlerle ve kamu hizmeti aldıkları kanallarla da güven sorunu baş gösterecek.

İNSANLIK TARİHİ, şöyle baktığımızda bizler için pek çok derslerle dolu. İnsanlık/insanlar, hayatta kalma serüvenine ilkçağ dönemlerinde toplayıcılık ve avcılık ile yön vermiş, koşulların elverdiği ilkel teknolojik araç-gereçlerin üretimiyle sürekli olarak hem kendi yaşam formlarını hem de çevrelerini “değişime ve dönüşüme” tâbi tutmuşlardır.

Buradan hareketle söylenmek istenen, insanların sürekli ve dinamik bir biçimde “devinim hâli” içinde olduklarıdır. Tarım toplumunun feodal ilişki yapısından endüstri toplumlarının ilişki biçimine geçişler, sürekli bir çaba ve emek sonucunda zuhur etmiştir.

İnsanlar, yaşam serüvenlerinin ilk kilometre taşlarından itibaren, kendilerini anlamlandırma çabası içinde olmuş, yaşam denen esrarengiz yolculuğun gizini çözmek adına, kâh bireysel çalışmalar kâh kolektif çalışmalar yapmışlardır.

İnsanları ilk dönemlerde bir arada tutan, yine birbirlerine rapteden bağlar neydi? Şu bir gerçek, içinde bulunduğumuz zaman tüneli, hiçbir vakit bugünkü kadar “bencil ve bireyci” bir dünyaya vesile olmamıştı. Evet, yirmibirinci yüzyıl her şeyin zirve yaptığı bir zaman eşiğine tekabül etti.

Modernleşme ve kentleşme, geleneksel yaşam rutinlerinin geride bırakılması ve bambaşka bir yaşam evrenine geçiş, pekâlâ insanlara ve onların içinden çıktığı ya da varettiği toplumlara çok farklı bir ufuk sunuyordu.

İlkçağ insanlarını bir arada tutan değerler neydi? İnsanlar, en nihayetinde kısıtlı bir çevrede bir arada yaşam sürüyorlardı. Tabii o zamanlarda da insanlar rahatsızlanıyorlardı... Tabii o zamanlarda da insanlar sıkıntılar ve zorluklar tecrübe etmek durumunda kalıyorlardı.

Bazen, yaşamın evrim süreçlerinde eşik noktaları vardır. Tarım toplumları, bilindiği gibi ilkel el aletleriyle gereksinim duydukları kadar üretim gerçekleştirirler ve gereğinden fazlasını yok etmez veya tüketmezlerdi.

Öyleyse...

Bugünkü bencil ve kibir yükü insan profiline nasıl gelindi?

*  *  *

Geleneksel yaşam değerleriyle modern yaşam değerlerinin insanların hayrına ya da mahvına neden olabilecek yol ayrımı, nerede başlamıştır?

Sanayi toplumlarını, geleneksel toplumlardan farklılaştıran tarafları, hem üretim aracının hem de çalışma biçimlerinin ayrışmasıydı. El tezgâhlarında insan emeğiyle kısıtlı bir pazara gerçekleştirilen üretim, dönemin ideolojik ve düşünce yapısındaki uyanışlarla beraber devasa fabrikalarda “kitle üretimine” yönelik bir dönüşüm yaşamıştır.

Aşırı işbölümünün ve uzmanlaşmanın tavan yaptığı endüstriyel üretim sürecinde, insanlar şu an yaşanacak olan ferdi ve toplumsal marazaların da hem sebebi hem de mağduru olacaklardı.

Pekiî bu kadar satırlardır ne anlatmak istiyorum? Zaman, mekân ve koşullar değiştikçe, insanların yaşamı algılama ve konfor anlayışları da değişmekte. Tarım toplumu diyebileceğimiz geleneksel yaşam yapısında, insanların birbirleri üzerinden çıkarımlar elde etme arayışları yoktu. Çünkü, onları yaşama karşı motive eden faktör, zaten birbirlerinin yanında olmaları ve dahası tehlike ve hastalık zamanlarında birbirlerine omuz vermeleri idi.

Dayanışma vardı. Yardımlaşma vardı. Geleneğimizde ve kültürümüzde yer eden imece usulü işlerin halledilmesi zihniyeti hâkimdi.

Şimdi, şöyle geçmişe sanki bir dağın zirvesinden bakıyormuş gibi olduğumuzda...

Gördüğümüz resim/manzara ne?

Yalnızlaştığımız gibi anbean birbirimizden de uzaklaşıyoruz. Kapitalist ekonomik sistem önceleri denge üzerinden gidiyordu. Soğuk Savaş döneminde kapitalizm liderliğini ve yenilmezliğini ilan etmemişti. Ne zaman ki 1989 yılında “Berlin Duvarı” yıkıldı ve akabinde 1991 yılında SSCB dağıldı ve demir perde ülkeleri “küreselleşme” vasıtasıyla yeryüzüne eklemlendi.

Kapitalizmin yenilmezliği ve tekliği üzerine şiirsel methiyeler düzülmeye başlandı.

İşte o vakit zaten tehlike çanları da çalmaya başladı. Şunu kabul edelim ki, liberalizm ve kapitalist ekonomik sistem, insanı sadece tüketen bir varlık olarak, o da “müşteri” olduğunda dikkate almaktadır. Vahşi kapitalist ekonomik modelde, aynen kadının adının olmadığı gibi, emekçilerin de adı yoktur. Zaten bu ahlâki değerlerin yozlaştığı kapitalist sistemde, emekçi insan âdeta mekanikleşmiş, hisleri ve duyguları alınmış bir robot gibidir.

Neyse çok fazla uzattım. Ama, şu yalnızlaşma üzerine bence, daha ayrıntılı tefekkür etmek gerekiyor.

Belki daha sonra...  

 

Devamı
Yine Muhalefet!

Türkiye’de bir “muhalefet” sorunu olduğu “kesin”.

Kabul ediyorum.

Yazma edimiyle uğraştığım için…

Hemen hemen her kesimden yazarları okumaya çabalıyorum.

İktidarın performansından memnun olan yazarlar…

Bu sıralar dillerine CHP’yi doladılar.

Dediğim gibi…

Siyaset kurumu içinde bir muhalefet problemi olduğu kesin.

Ama yaptığım okumalarda, CHP’yi çok ağır bir biçimde itham eden sözler görünce de, afallıyorum.

Zannımca, CHP ülkesine “düşmanlık” yapmıyordur. CHP hain bir parti değildir.

Evet… Zaman zaman CHP kadrolarında bir bezginlikten midir bilinmez, ülkemizin iç işlerini ilgilendiren hususlarda, devletimizi dolayısıyla da hükümetimizi siyaset yaptığımız ve diplomatik ilişkilerde bulunduğumuz ülkelere şikâyet ediyor.

Dediğim gibi bu “marazalı” bir durum.

Ama düşmanlık felan yapmıyor. Değerlendirme yaparken lütfen biraz daha hassas olalım. Evet, ben de CHP’nin yaptığı muhalif siyasetten memnun değilim.

Ama benim takıldığım husus: CHP’nin yıllardır Sayın Erdoğan üzerinden yaptığı algı yanılsamaları.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yanlışı burada: Erdoğan’dan kurtulalım da memleket batsa da olur! Ben bunu düşmanlık olarak görmüyorum.

Siyaset üretememe olarak değerlendirmek daha doğrudur. Bir kişi üzerinden siyaset yaptığını zannetmek partiyi istediği hedefe götüremiyor. Farkındayım. Hep aynı konuları yazıyoruz. Ama bizler daha çok bu konu başlıklarını yazmaya devam edeceğiz.

Devamı
Ekonomik Rasyonalizm ve Gelecek Kaygısı!

2022 senesi için tüm beklentilerimiz daha müreffeh bir ekonomik toplum olmak üzerine…

Vatandaşlar…

Uyandıklarında…

Bir yandan, tv ekranından doları, avroyu ve altını göz ucuyla süzüyor…

Öte yandan…

Devlet ricalinin en tepe noktalarından gelecek müjdeli haberlere…

Kilitlenmiş bir vaziyette “durumu idare ediyorlar”.

Aslında…

Benzer şeyler üzerinde duruyoruz ama nafile…

Değişen bir şey yok. Bizim gibi ekonomisini tam anlamıyla rayına oturtamamış ülkelerde, reel ekonominin “ana belirleyicisi” olmayacak faktörler; mesela dolar, avro vb. kıymet ölçen araçlar, o memleketin insanların çenesini yorduğu gibi gözlerini de bitkin düşürür.

Hâlbuki burada mesele, ne ürettiğimiz olması gerekmez mi? Ne üretiyoruz, kime üretiyoruz, nasıl üretiyoruz?

Hâlen uluslararası arenada herkesin önünde saygıyla eğildiği bir milli markamız yok! Bugün emperyalizme karşı cephede göğüs göğüse çarpışabilirsin… Ya sonrası?

Kültür emperyalizmine karşı elde ne var?

Ekonomik emperyalizme karşı elde ne var?

Senelerdir iyi-kötü ekonomi lokomotifi, ülkemizi belirli bir noktaya kadar çekti.

Ama, artık bilgi toplumlarının çağını idrak ettiğimiz dönemeçte, üretmeden olmuyor.

Hem de üretimin ana girdisi “bilgi” olan bir üretim sürecinden bahsetmek durumundayız.

Gerçekten de bu Covid-19 salgını sonrası ülkeleri, kanımca çok daha farklı ilişkiler düzeni bekleyecek.

* * *

Metropol araştırma şirketi, “Aralık 2021 Türkiye’nin Nabzı” araştırmasında toplumun kurumlara olan güvenini ele almış.

Araştırmanın sonuçlarına göre;

Toplumun/halkın en çok “orduya” güvendiği görülmüş.

Toplumun orduya olan güven değerlendirme derecesi 10 üzerinden 6,7 puan olarak saptanmış.

Orduyu, 6,4 puanla polis teşkilatımız takip etmiş.

Sonrasında, 5,0 puanla Türkiye Büyük Millet Meclisi izlemiş. Burada benim garibe giden, kamuoyu araştırma şirketlerinin, 5,0 puanla diğer resmi kurumların önünde olması idi.

Cumhurbaşkanlığı kurumu halktan 4,9 puan alırken, Diyanet teşkilatı 4,6 puan almış. Liste bu şekilde devam ederken…

Yargı ve mahkemelerin toplumdan aldığı puan 4,1 olmuş. Burada en ilginci ise, medyanın 3,6 ile politikacıların 3,4 ile en son iki sırayı paylaşmalarıydı.

Kaynak: (t24.com.tr)

Yine bir başka araştırma KADİR HAS ÜNİVERSİTESİ öğretim üyesi Prof. Mustafa Aydın’ın koordinasyonunda akademik bir ekip tarafından sonuçlandırıldı.

Araştırma daha çok ekonomi ağırlıklı bir araştırma. Araştırma sonuçlarına göre, “kendimi ve ailemi geçindiremiyorum” diyenlerin oranı, geçen araştırmaya göre %57,2’ye yükselmiş. “Ekonomik olarak daha kötü durumdayım” diyenlerin oranı da, geçen araştırmaya göre %55,4’e yükselmiş.

Kaynak: (t24.com.tr)

Toplumların siyasetçilere olan güveni gerçekten de yönetme kabiliyeti açısından belirleyici bir faktördür. Gerçekten de ilk paylaştığım araştırma sonucundaki politikacılara olan güvenin yerlerde sürünmesi, hâlen neden siyaset kurumunun ve onun aktörlerinin istenilen politikalar üretemediklerinin ve saygınlıklarının gitgide düşmesinin bir izdüşümüdür.

Siyasetsiz ne ekonomi olur ne de diğer toplumsal ilişkiler adamakıllı düzleminde devam ettirilebilir!

Öyleyse…

Neden bizim ülkemizde siyasetçiye güven bu raddede düşük?     

Devamı
Sosyo-politik Atalet Hâlimiz

Türk Devrimi ve Cumhuriyet’in ilanı, son kerteden baktığımızda dönemine göre geç erişilen bir “Aydınlanma Hareketi”dir.

Her türlü çabaya, her türlü ustalık isteyen manevraya rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı tarih sahnesinde tutulamamış, emperyalizm sömürü ve pazar sağlamak cihetiyle Osmanlı Devleti’ni yenilgiye uğratarak yıkımına da neden olmuştur.

Mustafa Kemal ATATÜRK ile yakın arkadaşlarının yaptıkları ise, bundan sonra ne olacak “belirsizliğinin” açıklığa çıkarılmasıydı.

Evet, Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü ama her şey daha bitmemişti.

I. Cihan Harbinin neticesinde imparatorluklar yıkılırken, ulus devletler kuruluyordu. Osmanlı’nın yıkılmasından sonraya Anadolu coğrafyası elde kalan tek dayanak noktası idi.

İşte ATATÜRK, Kurtuluş Savaşından sonra ve Türk Devriminden sonra, her zaman için kafasında tasarladığı yeni devletin idare biçimi çerçevesinde, ta öğrencilik yıllarından beridir akıl yorduğu cumhuriyet rejimini tayin ediyordu.

Cumhuriyet rejimi, Osmanlı Devleti’nin döneminin çok geride kalmasına neden olan treni kaçırmamak adına-Endüstri Devrimi- sanayileşme hamlelerinin atılamaması gibi bir toplumun kalkınmasında başat faktör olan kaldıraçları yeni devlette uygulayabilmek adına, evet, belki keskin ve sert dönüşümler yapmıştı.

Şimdi bunları burada tartışacak değiliz.

Bu açıdan tarihsel dönemleri yerli yerinde okumadan, anlamadan, irdelemeden, kıyas yapmadan, resmi tezler üzerinden yalan-yanlış toplumu biçimlendirmek, hem tarihi yapanlara hem de halka karşı yapılabilecek bir değer bilmemektir.

Öyleyse, bu noktadan sonra ne yapmak gerekiyor?

Takip ettiğiniz gibi, ülkemizde artık orta vadeli ve uzun vadeli planlar ve hedefler tayin edilmekte.

**  **  **

Bazen rast geliyorum…

“Yeni Türkiye” ve “İleri Demokrasi” gibi iddialı cümlelerle dalga geçen yazımlara…

Neden, hayal kurmaktan korkuyoruz ya da kendimizi azımsamaktan vazgeçemiyoruz.

Aslında, bu da resmi ideolojinin ve resmi tarihin bizlere armağanı olsa gerek. Bu noktada Türkiye olarak bölgemizde “oyun kurucu” bir devlet olmak babında, üreten ve ürettiğini dışsatım yoluyla refah devleti olma yolunda kararlı adımlar atan bir sosyal devlet olmak noktasında…

Ve dahası…

Demokratikleşme diye bir sorunun olmadığı bir toplum olarak; hem dış dünyaya hem de içimizde güven ve huzur telkin eden bir devlet olmak…

Bugün, gelişmiş dediğimiz örnek verdiğimiz devletler, toplumlar, apansız birden mi bulundukları düzeye geldiler?

Hayır…

İşte en popüler örnek…

AlmanyaHollanda… Almanya’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonraki durumu, artık başarı hikâyesi olarak dillendirilmekte.

Hayır, bu tip başarılar sadece Batıya has şeyler olamaz. Çünkü…

Bizler Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak; yani yönetenler ve yönetilenler “fikir birliği” ve “eylem birliği” yapmıyoruz.

Varsa yoksa, hem beşeri kaynaklarımızı hem de fiziki kaynaklarımızı yok yere heba ediyoruz.

Pek öğrenmeye ve ders almaya da niyetimiz yok. Akıl tutulması hastalığına çok fazla yakalandığımız için ve yine duygusal bir toplum olmamızdan ötürü karşımızda konumlanan kişi ya da olaylar indinde, derhal suçlayıcı ve töhmet altında bırakan tavır takımından vazgeçmememiz…

İşte tüm mesele bu: Ötekileştirme, yabancılaştırma ve düşmanlaştırma… E böyle olunca tabi hayal kurmak yerine, yerinde saymayı yeğlemek sanırım daha konforlu oluyor.

 

Devamı
İnsan ve Ötesi...

İNSAN şu dünyada ne ister? Kestirmeden söylersek… Mutlu olmak ve görece şu kısacak ömürlerimizde yaşamlarımızı anlamlı kılmak ister.

Kadim kültürlerden beridir seslendirilen realite şudur:

“İnsanoğlu, kâinattaki en şerefli canlıdır.”

Pekâlâ, Yaratıcının tüm canlılara bir değer atfettiği söylenebilir. Otundan börtü böceğine kadar, çiçeğinden ağacına, ormanından dağlarına kadar, göllerden nehirlere, denizlere ve dahası okyanuslara kadar…

Çevremizi bir ihtişam sarıp sarmalamıştır.

Ama yaşamın özüne indiğimizde…

Önce “İnsan” denen canlının…

Tüm tarihsel gelişme, değişme ve dönüşümlerde “merkezde” olduğunu idrak ederiz.

En son tahlilde… Arı balını insanın tüketimine sunar… İnek sütünü yine insanoğlunun beslenmesi adına sunar.

Bu kadar ihtişamlı bir inkişaf içinde, bu varoluştan azamî düzeyde faydalanan insanoğlu, acaba “yaratılış” gayesinin farkında mıdır?

İnsan, zaten diğer canlılardan “ussal” bir varlık olması hasebiyle ayrılır. Düşünür. Gözlemler. Tartar. Analiz eder. Derleyip toparladıktan sonra…

Fikir dünyasına erişir.

İlkçağlarda tek başına yaşayan insanlar, ulvi değerler adına değil, “yaşamda kalmak” için evet hayvanî güdülerle hareket ederlerdi.

İnsan ve yaşamda kalmak…

Tarihin 21.yy penceresinden geçmişe baktığımızda…

Ne kadar da garip gelmekte, yaşamda kalma çabası!

Zaten bu anlam dünyasının cilvesi de bu ya… Zaman denen olgunun, insanın dimağında yarattığı algı…

****

Yine çok kez tekrarlanan bir ifade vardır: “Ot geldin saman gitme!”, diye…

Burada yine hatırlatmakta fayda var: Yaratıcının kâinattaki tüm varlıklara bir anlam ve değer yüklediği, kabul edilmesi gereken bir gerçekliktir.

Yaşamın anlam dünyasına girdiğimizde, “insan denen biricik ve tek varlığın” önemini kutsal kaynaklardan ve yine dinî önderlerin yaşamdan damıttıklarından ve yine söylevlerinden gözlemleriz.

İnsanın yaşam içindeki gelişimi, tarihî dönüşümlere imza atması ve dahası doğayla mücadele edebilecek düzeyde bir bilgiye sahip olması ve teknolojik ilerlemelerde çığır açması…

En son söylemde, insanın doğasını ve yine etkileşimde bulunduğu çevreye/tabiat(doğa) katkı ve tahribatını değer ekseninde farklı kılmaktadır.

İnsan dediğimiz varlık, ne kadar yirmibirinci yüzyılda tartışılıyorsa da, insanoğlu dünyada varolduğundan beridir hep çaba ve uğraş içinde olmuştur. Tükettiği ve yok ettiği kadarıyla üreten ve katma değer sağlayan bir türden, insandan bahsetmek olanaklıdır.

Zaten olay daha çok insanın zihinsel olarak kendini geliştirmesiyle vuku bulmuştur. Dönemler itibariyle bilimsel gelişmeler; bu bilimsel gelişmelere ön ayak olan düşünürler, aydınlar, mucitler; hep tarihin eşik atlamasına vesile olmuştur.

Düşünce tarihi ve düşünsel gelişmeler, insanın ileriye nasıl gittiğini göstermesi açısından önemlidir. İlkçağdan içinde olduğumuz zamana denk insanlık hep birikimli olarak ilerlemiş, bir önceki dönemin bilimsel ve fikrî zemini, sonraki çağların düşünce altyapısına dayanak olarak, insanların tekâmülünü sağlamlaştırmıştır.

İşte insanın doğadaki biricik yerine, hem fizikî hem de beşeriyet bağlamında sağladığı katkılar açısından bakmak lâzım gelir. İnsanoğlu, düşünce deryasında çırpınırken, tefekkürün zirvesine ulaşırken de fark etmeden hem kendi doğasına hem de bulunduğu doğal ortamına/tabiata ihanet etmiştir.

Hiç kuşkusuz, insanlığın serüveni, hem kendisini anlama yolunda hem de doğayla olan çetin savaşımı mihverinde devam edecektir, ki evren varolmaya devam ettiği müddetçe.

Buradaki muamma: İnsanın daha ne kadar daha doğasının saflığından çıkarak şeytanî bir nefsin esiri olacağıdır!

 

Devamı
Enseyi Karartmayalım!

YAŞAM denen ucu bucağı tahayyül edilemeyen umman...

İnsanı bazen tecrübe ettikleri karşısında açmaza, bilinmezlere sürüklüyor.

Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim.

Dış politikadan pek haz etmiyorum.

Doğal olarak haz etmediğim için, belki de anlamadığım için mi demem gerekir...

Bu doğrultuda yazmayı da sevmiyorum.

Ama ne ki güncel gelişmeler ve değişimler...

İnsana bazı şeyleri “dayatıyor”.

Dışarıdaki gelişmelerden ötürü, bir türlü içimizdeki problemlere odaklanıp bunları çözümleyemiyoruz.

Buradan şu çıkmasın: Dış politika önemsizdir. Tabii ki nasıl ki vatanımızdaki gelişmelerden ve dönüşümlerden haberdar olmaya çabalıyor ve yine gündemi yakından takip etmeye çalışıyorsak...

Kaç günlerdir yatıp kalkıyoruz...

Afganistan’daki dönüşüm üzerine yazılanları okumaya ve öte yandan bu gelişmeleri “anlamaya” çabalıyoruz.

Bir bakıyorsunuz...

Almanya ayrı telden çalıyor. Amerika Birleşik Devletleri zaten yeryüzünün “yaramaz çocuğu”!

Ne yapsa ne etse... Hesap vermeyen, hesap sorulamayan bir poz sergilemekte.

İlerleyen süreçlerde, NATO’yu da BM de tartışmanın gereğini göreceğiz. Artık mızrak çuvala sığmıyor.

Öyle bir uluslararası örgütlenme düşünün: NATO, ABD’nin yeryüzünü biçimlendirmede askerî ayağını teşkil etmekte; BM siyasi ayağını ve son olarak da IMF finansal ayağını oluşturmakta.

Bizler bu “adaletsizlikleri” görüp içlenirken, iç işlerimizde bir arpa boyu mesafe katedemiyoruz.

Acaba ne zaman bizler de kısa ömürlerimizde Batılılar gibi “asude bir yaşam ve ömür” süreceğiz?

Devamı
Yeniden İnsan İnsana...

Bazen, şöyle bakıyorum da çok gereksiz yere hem zamanımızı hem de enerjimizi heba ediyoruz diye, düşünüyorum.

Bizim kendi kültürümüzden mi kaynaklanıyor yoksa konumlandığımız Ortadoğu coğrafyasının “Ortadoğululuk” kültüründen mi?..

Nedense çocuksu tepkiler veriyoruz.

Gelişmelere kitabın ortasından dalıyoruz.

Tabii ki memleketimizde cereyan eden hadiseler radarımıza takılacak, olan-bitenin mahiyetini anlamak için çaba sarf edeceğiz.

Şöyle bakıyorum da, artık iyice kani olmaya başladım. İktidar cenahında iyiden iyiye bir sinir harbi zuhur etmeye başladı.

Siyaset kurumu içindeki her nevi gelişmeye agresif bir biçimde tepki veriyorlar. En basit eleştiriye, tavsiyeye, yergiye tahammülleri kalmadı, görmek bile istemiyorlar.

Şimdi bakıyorum da...

Cari dönemde gerçekten de muhalefet yapmak, kamuoyuna yansıyan sorunları bir şekilde halkın nazarına sunmak, zorlaşmaya başladı. Özellikle, cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, anladığım kadarıyla “sözde bir muhalefet yapısının” teşkilinden yana.

Ama böyle bir muhalefet, demokrasinin gelişimine katkı sağlar mı? Zaten bizim ülkemizde en büyük eksiklik, “etkili iletişim kuramamak”. Zaman zaman, ben, muhalefeti gereksiz çıkışlarından ötürü, vasat altı siyaset izlediklerinden dolayı çok kere eleştirdim.

Son tahlilde, muhalefet bloğu Türkiye’de yaşanan gelişmeler için ne demeli, bilemiyorum.

Konuşmadan, tartışmadan, istişare etmeden, kamuoyunun tamamını ilgilendiren hususlarda nasıl bir istikamet belirlenecek?

Bakın nasıl ki yer yer muhalefet partilerinin incir çekirdeğini doldurmayan demeçleri, toplumun tansiyonunu kabartmaya yetiyorsa...

Hükümetin-Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Kabinesinin- yaşananları, insanların deneyimlediklerini “yok sayması” da aynı derecede halkın nabzını yükseltiyor.

*  *  *

Sabah gazetesi kıdemli yazarı Sayın Yavuz Donat, geçmiş bir tarihte yazdığı köşe yazısında AK Parti saflarında önemli hizmetlerde bulunmuş ve yine önemli görevleri icra etmiş Sayın Cemil Çiçek ile söyleşi gerçekleştirmiş.

Sayın Cemil Çiçek’in şu tespitleri kayda değer:

- Bir ülkenin gelişmişliği sadece kişi başına düşen milli gelirle ve bir kişiye kaç araba düştüğü ile ölçülmez.

- Müzakere, tartışma, diyalog kültürü, üslûp de bir gelişmişlik göstergesidir.

 

İşte “bilge insan”, “akil insan” olmak, böyle bir şey.

Nerede sağduyu?

Nerede aklıselim?

Nerede müzakere?

Nerede “ortak akıl oluşturma” inisiyatifi?

İşte bunlar olmayınca, sığ bir çevrede vasat altında bir düşünce ikliminde boğulup kalırız. Ben de çoğu kez yazılarımda, konuşmaktan, yapıcı-eleştirel ama yıkıcı olmayan eleştirilerden dem vurdum.

Olan değil ama “olması gereken” budur: Yeniden “insan insana” diyalog kurabilmek.

Aslında, bizim siyaset deneyimimiz ne olursa olsun derin geçmişe sahip. Ama bir türlü bir araya gelip sorunlarımızı halledebilmek için, tüm enerjimizi ve düşünce havzamızı tek bir hedefe kanalize edemiyoruz.

Bundan sonra yapılabilecekler arasında şunu gösterebiliriz.

Eğer ki, üst düzeyde demokratik bir toplum düşlüyorsak, bunun “eşgüdüm” ve yine “işbölümü” ile “uzmanlaşma”-yani işi ehline vermeyle hemen hemen doğru orantılı olacağını göreceğiz.

Aslında...

Sahip olduğumuz sorunların üzerinden kalkmak çok zor olmasa gerek. Sadece yapmamız gereken, sımsıkı şekilde duran yumruklarımızı gevşetmek ve gergin yüz hâlimizi daha tebessüm dolu bir vaziyete getirmek...

Yanisi...

İLETİŞİM için “ben hazırım” sinyalini vermek.

Çok mu zor?  

 

Devamı
Önce İnsan Demeden Olmaz!

Sabah gazetesi başyazarı Sayın Mehmet Barlas, geçen bir köşe yazısında “kıymet bilmekten” bahsetmişti.

Tabii ki söz yine dönüp dolaşıp Sayın Erdoğan’a gelmiş idi.

Artık Türkiye’de Sayın Barlas’ın Sayın Erdoğan’a olan sevgisi biliniyor.

Yazıda, yine geçmişte Türkiye’mize hizmette bulunmuş Turgut Özal’dan da bahsetmişti, Sayın Barlas.

Tabii şu bir gerçek, ülkemize has bir durum mudur, bilmiyorum ama gerçekten de yaşarken “kıymetini” bilemediğimiz değerlerimizin ardından nedense hep “vahlanıyoruz”.

Bu bağlamda, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk Siyaseti içindeki önemini yadsıyamayız.

Lâkin, son dönemlerde Türkiye’nin iç siyasette kâh sistemsel gelişmelerden kâh yine sosyolojik tepkilerden ötürü görünümü hiçte iyi değil.

Bakın, ben her zaman, “taşı gediğine koymayı” tercih etmişimdir. Doğruya doğruyu söyleyeceğiz. Ülke adına başarılmış olumlu işleri, yine aziz milletimiz ve vatanımız için hayata geçirilen proje ve hizmetleri el üstünde tutacağız.

Hani “demokrasi”, “demokrasi” diye avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz ya, demokrasi bir bakıma, “vicdan” ve “erdem” hasletlerinin doğru düzgün içselleştirildiği bir idare biçimidir.

Yine, demokrasi ve çağdaş devlet olmanın gereği dünyayla bağımızı koparmadan, yine milli ve yerli bir devlet olarak vatandaşlarının en yüksek menfaatlerini gözeterek politika yürütülmelidir.

Son günlerde, uluslararası düzeyde devletlerin, “dünya liglerindeki” görünümlerini belirleyen ya endeksler ya da istatistikler açıklanmakta.

Ben kendimce bu veri demetlerini önemsiyorum. Neden? Neden olacak, sonuç olarak biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, çölde bir başımıza yaşamıyoruz.

Farklı bölgelerdeki farklı ülkelerle, hem siyasi hem de ekonomik ilişkiler içindeyiz.

Hani şu artık popülerleşen “istikrar”, “sürdürülebilir kalkınma/büyüme” lafları var ya, bunlarla çok fazla ilintili.

*  *  *

SÖZCÜ gazetesinde bu bağlamda iki veri demeti vardı.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki John Hopkins Üniversitesi’nden ekonomist Prof. Steve H. Hanke’nin hazırladığı “Dünya Sefalet Endeksi”, Türkiye için kötü bir tablo ortaya koymuş.

Türkiye, 156 ülke içinde 21’inci olmuş. İşsizlik, enflasyon, faiz oranı ve milli gelirdeki azalma gibi kriterlere göre belirlenen listede, bir ülke ne kadar üst sıradaysa, durum o kadar “vahim” anlamına geliyormuş.

1- Venezuela                          21- Türkiye                   154- Katar

2- Zimbabve                          22- Namibya

3- Sudan                               23- Gabon

4- Lübnan                              24- Kongo

5- Surinam                            26- Irak

6- Libya                                53- Yunanistan

7- Arjantin                            94- Rusya

8- İran                                 109- ABD

9- Angola                              145- Almanya

10- Madagaskar                    152- Çin

 

Yine, Türkiye, 2021 yılı “Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde 139 ülke arasında 117’nci sırada yer almış.

İşte demokrasi dediğimiz yönetim sanatı böyle bir şey. Demokrasinin kurum ve kurallarıyla işbaşına gelen iktidarlar, demokrasinin en temel, asgari müştereklerinde halklarına olması gerekeni sunamazlarsa, toplumda baş gösterecek homurdanmalara da hazırlıklı olmak durumundadırlar.

Sonuçta, bir devleti/ülkeyi kalkındıracak ve refah seviyesini arttıracak asgari gerekler, hiç şüpheniz olmasın ki “hukuk devleti” ve “demokratik yönetişim” ilke ve değerleridir.

Bu bağlamda, meydanlarda Almanya’dan veya Fransa’dan çok iyi olduğumuzu söylemenin ne kadar “inandırıcı” olduğunu da, okuyucularımızın engin ferasetlerine bırakıyorum.

Şu bir gerçek...

Türkiye’de iktisadî ve yönetimsel sorunlar artarak devam etmekte.

Bu ülkeye hizmet eden politikacılarımız gerçekten de çok kıymetlidirler de, bu politikacılara teveccüh eden yurttaşlar ne kadar kıymetlidir?

Devamı
Aydınlık ve Karanlık

TALİBANIN karanlığı...

Sadece...

Halkına değil...

İNSANLIĞA da “endişe” saçıyor.

Modern yaşamın gereklerini dışlayan...

Modern eğitim yerine...

Medrese eğitimini ikame eden...

Ortaçağ zihniyeti Taliban.

Bu Taliban’dan ne umuyorlar, anlamadım gitti.

TALİBAN, sadece halkının korkulu rüyası değil. Aynı zamanda, aklı sıra mensubu olduğu İslam dininin itibarını da, İslamiyet’in evrensel bazda vaaz ettiklerini de “saptırıyor”.

İSLAMİYET, ne Taliban ne de İŞİD ile anlaşılabilir.

Medrese eğitiminin öncüllenmesi, kadınların sosyal ve siyasal yaşamdan dışlanmaları... Ve birçok İslam dini ile bağıntı göstermeyecek hareketlerin parlatılmaları...

Ne Müslümanlıkla ne de İslamiyet ile bağdaşır.

Hadi Batının işgüzar toplumlarını anlayabiliriz; İslam’a nasıl baktıkları belli. Ama, İslam coğrafyasında varolan insanların, yaşanan bölgesel gelişmeleri yorumlamaları, aynen Taliban örgütünün Ortaçağda kalması gibi arkaik kalmakta.

Zaten...

Ne zaman, İslamiyet, akıl ve bilimle bağlamını kopardı...

Ya da ne zaman İslamiyet’in modern bilimlerle bağını kasıtlı ve bilinçli bir biçimde kopardılar:

Medreseleri, cemaatleri, tarikatları; mollaları, şeyhleri, din adamı kılıklı şarlatanları toplumun önünde “dayatır” oldular...

İslam dininin ve toplumlarının akıbetini de karanlığa sapladılar.

Hâlbuki...

İslam dininin kaynağı bellidir: Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerimdir.

Ve peygamber efendimiz (s.a.v) Hz. Muhammed’in mihmandarlığıdır.

Kutsal değerlerimizi dejenere edenlere inat...

Yolumuz HAKK’TIR.

Devamı
Açık Toplum ve Fazilet

Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu rejimin değerini, etrafımızdaki ülkelerin içler acısı durumlarına bakarak anlayabiliyoruz.

Laiklik olsun…

İnsan hakları olsun…

Demokrasi olsun…

Din ve vicdan özgürlüğü olsun…

Hukukun üstünlüğü olsun…

Şeffaflık olsun…

Hesap verebilmek olsun…

Daha ne olsun?

Afganistan’daki gelişmeleri gördükçe…

İnsanının içinin rahatlaması boşuna değil!

Demek istediğim, demokrasi ve rejimimiz bizlerin gönül rahatlığıyla yaşamlarımızı idame ettirmemizin garantörü.

Bugün, çok fazla tartıştığımız “demokrasi” ve “laiklik” olguları, işte açık toplum olabilmemizin mihenk taşlarıdır.

Sağlam bir demokratik işleyiş ile rejimin sahip olduğu kolonların dayanıklılığı, hem rejimimizin açık toplum olma hem de denetlenebilir olma vasfına sahip olmasına vesile oluyor.

Afganistan örneği de…

Irak ve Suriye örneği de…

Sahip olduğumuz demokratik laik rejimimizin değerini içselleştirebilmemiz adına çok fazla derslerle dolu.

Ama, hiçbir zaman unutmamamız gereken husus, laik demokratik Cumhuriyet Türkiye’sinin inşaînı gerçekleştiren ATATÜRK’ÜMÜZDÜR.

Bugün, hâlen neden Atatürk’e düşmanlık edildiğini anlayamayanlar varsa, Ortadoğu derslerine iyi bakmaları gerekecektir.  

Devamı
Akıl Tutulması

Gerçekten de Türkiye’de, bazı şeyleri anlamlandırmakta zorlanıyorum…

Taş üzerine taş koymak…

Büyük bir erdemdir.

Bugün, Türkiye’de 20 yıldır tek parti iktidarı var.

Kendince “hizmetler” ifa etmekte.

Nedense, memleketimizde “taşı gediğine koyma” hasletini bir türlü başaramıyoruz!

Konum:

Ülkemizde senelerdir üretilmiş, bina edilmiş hizmetler ve taşınmaz mallar.

Çoktandır “müzmin muhalefet” cenahı, Türkiye’de yerine getirilmiş taşınmaz yatırımları dillerine dolamaktalar.

Türkiye’nin dört bir yanının otoyollarla donatılması, eskimiş yolların çift şeritli yollarla yenilenmesi, nedense muhalefet yazan çizen saflarında da bir rahatsızlığa neden olmakta.

Neden?

 

Yine…

Özellikle, savunma sanayiinde ivme sergilenmesi, tankından tutunda zırhlı araç üretimine kadar değişik kategorilerde yerli ve milli üretim gerçekleştirilmesi, tek cümleyle “rahatsızlığa” neden oluyor.

Neden?

Hani, biz “kendi kendine yeten” bir ülkeydik. Muhalefet yapanların sanırım kendi kendine yeten ülkeden anladıkları… Tarım…

E o zaman… Yol yapılmasın… Savunma sanayiinde atılım gerçekleştirilmesin… Milyonlarca ya da milyarlarca doları, dışarıya biz yiyemedik siz yiyin diye, transfer edelim!

Bilmiyorum, ne olacak bu “akıl tutulması” hallerimiz?

Gelecek güzel gelecek mi?

İdrak hallerimizde acaba bir değişim yaşar mıyız?

Devamı
Ortadoğu ve Ortadoğululuk

ORTADOĞU’DA konumlanmış olmamız...

Hem avantajlar doğuruyor.

Hem de risk algısını yükseltiyor.

Ortadoğu coğrafyası, büyük çoğunluğu Müslüman insanlardan oluşmuş toplumların oluşturduğu devletlerden kaim durumda.

Her zaman söylüyoruz ve ezber baskı oluyor.

Türkiye Cumhuriyeti olarak bizler, OD coğrafyasında gerçekten de çok şanslıyız.

Bugün, bilinçsizce ve şuursuzca Afganistan ve Taliban yorumları ve değerlendirmeleri yapanlar...

Ülkemizin “biricikliğinin” ve “tekliğinin” nereden kaynaklandığını unutuveriyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri yıllardır karıştırdığı bölgeden ve Afganistan’dan peyderpey çekilirken...

Arkasında enkaz bıraktı/bırakıyor.

Gerçekten de Türkiye’den bölgeye bakarken, ülkemizdeki “Batıcıların” gelişmeleri yorumlama refleksleri beni şaşırtıyor.

Afganistan’da iktidar el değiştirmişmiş, Taliban emperyalizme karşı “kazanmışmış”.

Bazen gerçekten de “akıl tutulması” yaşadığımızı düşünüyorum.

TALİBAN da...

EL-KAİDE de...

Bu yapıların/oluşumların...

Ne menem örgüt oldukları ortada.

Türkiye’de yaşadığımız sorunlar bitti de...

Şimdi bölgeyi kurtarmaya geldi sıra.

Gerçekten de bazen anlamlandıramıyorum, gelişmelerin ülkemizdeki yorumlanış biçimlerini.

Tamam...

Türkiye, ormanda medeniyetten uzakta bir yerde yaşamıyor.

Kabul ediyorum.

 

* * * *

Bakın, demek istediğim...

Günümüzü, zamanımızı ve enerjimizi optimal kullanmadığımız.

Genelgeçer sorunlar ve gelişmeler, ilk ânda kamuoyunun “algısını şekillendiriyor” ve sonrasında ise “akıntıya teslim” olup gidiyoruz.

Bin kere de olsa tekrar edeceğiz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Ortadoğu sarmalında âdeta parlayan bir güneş gibi. Türkiye’mizin bölge ülkeleri içerisindeki “biricikliğini ve tekliğini” ifade etmeye, gerek var mı?

İşte... Bazen yerden göğe çıkardığımız bazen de yerin dibine soktuğumuz “laiklik” ve “ulus-üniter” devlet olmanın gereğini, mazlum ve kandırılmış ülkelerin hikâyelerini gördükçe ve okudukça daha iyi müşahede edebiliyoruz.

Uzaklara gitmeye gerek yok. Afganistan’da yasal hükümet ve ordusu, çapulcu yığını Taliban’a mukavemet göstermeden, başkentleri Kabil’i, dolayısıyla da ülkenin tapusunu teslim ettiler.

Bugün, Afganistan’da insanlığın hayrına olmayacak bir örgüt, idareyi devraldı. İnsanlık düşmanı, kadın ve çocuk düşmanı, modern yaşamın düşmanı, eğitim düşmanı; Taliban.

Demek istediğim, genelgeçer değerler ve gelişmeler üzerinden ne siyaset üretelim ne de yorum yapalım. 20 yıl önce bu coğrafyada ne tür emperyalist tezgâhlar döndürülüyorsa, yine aynı oyunlar döndürülecek. Tamam, etrafımızdaki gelişmelere kör olmayalım.

Yalnız...

ORTADOĞUNUN kaderini bizim değiştirmemiz mümkün mü? Ulus olamamış, “uluslaşma sürecini” bihakkıyla tamamlayamamış toplumların sıkıntısı da, biraz kendi cehaletlerinden kaynaklanmıyor mu? Ne olursa olsun, yani ister bu toplumlar kasten cehalete sürüklenmiş olsunlar isterlerse de cehalete âşık olsunlar...

Ne fark eder? Emperyalizm, bu topraklara kin ve nifak tohumlarını ekmiş. Buranın cahil ve eğitimden uzak tutulmuş halklarını, mezhep ve etnik köken boyutunda birbirine düşman kılmış.

Son tahlilde...

Bu ülkelerin tek çıkar yolu:

Uygarlığın aydınlık yoluna tekrardan dönmek.

Bu ülkeler; Afganistan ve İran, son durumlarına “şıpından” gelmediler. Zamanla ve merhale merhale toplum “dönüştürüldü”.

 

* * * *

Yaşanan tüm gelişmelere, uygarlığın/medeniyetin son geldiği eşik etrafınca bakmak durumundayız.

Neden, ulus devletlerin aklı başında düşünürleri, vatanseverleri, kanaat önderleri, sürekli olarak toplumlarının fertlerine “ayık olmaları” gerektiğini ya da “agâh olmaları gerektiğini” öğütleyip duruyorlar?

Yadsıyamayacağımız gerçek:

Yeryüzümüz bir “değişimden” geçiriliyor. Aklınızı bulandırma derdinde değilim. İnsanlığın bir kısmı refah ve bolluk içinde yaşamlarını idame ederken, bir başka kısmı ise sefalet içinde “eşitliğe” veya yoksulluğu paylaşmaya mecbur bırakılıyor.

Covid-19 salgını da gelip geçecek. Toplumlar bir hipnoza tâbi tutuluyor. Benim artık bu virüs vakaları hususunda oluşturduğum kanı, bunun doğal olamadığı yönünde. Zaten daha önceleri bunu dillendirdim.

Nüfus politikalarından tutun da yoksulluğun ve işsizliğin atbaşı gideceği bir çıkmaz sarmalına ülkeler raptedilecek. Hatırlarsanız, salgının ilk dönemlerinde ABD’de, yaşlı nüfus virüsten ötürü büyük bir ihmalkârlık ile baş başa bırakılmıştı.

Bu virüs sürecinde, her şeyin çok farklı bir biçimde değiştirildiğine şahit olduk. Yozlaşma; zaten insanlığın en büyük marazı idi, virüs salgınıyla beraber devletlerin işgüzarlıklarından ötürü, değersizleştirme ve bağlarımızın iyice kopması, yaşananın daha da katmerleşmesine neden oldu.

Gelmek istediğim husus...

Agâh olacağız ama genelgeçer gelişmelerin oltasına takılarak, akıntıya da teslim olmayacağız. Türkiye’miz büyük bir ülke. Bu her alanda böyle. Bunu hamaset adına dillendirmiyorum.

Şunu unutmayalım. Bugün coğrafyamız ilk defa kaynamıyor. Ülkemizin tek sorunu da Afganistan değil. Bölgedeki istikrarsızlıkların ve kaosların neden olduğu göç sorunu ve düzensiz bir biçimde yabancı uyruklu insanların sınırlar arası hareketliliği, sadece siyasal bir sorun değil. İleri de kaldırılması ve yüklenilmesi ağır faturaları olacak bu gelişmelerin.

Daralan ekonomik piyasalar... Yoksulluk... Yoksulluğun tetiklediği sefalet manzaraları... Ülkedeki bağların zayıflaması.

Demek istiyorum ki, ipin üzerine bakarken, orta vadede cereyan edebilecek gelişmelere “hazırlıklı mıyız?”

GELECEK...

Hiç de uzak bir zaman dilimi değil.        

Devamı
İşsizliğe Bir Bakış...

TUİK...

Cari dönem işsizlik istatistiklerini açıkladı.

Bu bağlamda...

15 yaş ve üzeri nüfus hareketliliği de şöyle:

Genel nüfus: 63,7 milyon.

İşgücü: 32 milyon.

İstihdam: 28,6 milyon.

İşsizler: 3,399 bin.

İşsizlik oranı: %10,6.

İşgücüne katılma oranı: %50,2.

İstihdam oranı: %44,9.

Görece işsizlik de düşüş yaşanmış.

Türkiye’nin yıllardır bir numaralı sorunu ekonomik etkinliğin doğru düzgün “katma değer” yaratmamasıdır. Makroekonomik açıdan bakıldığında, ekonominin insan kaynağı tarafında yine en büyük sorunu da “işsizliktir”.

Son günlerde, bir yandan orman yangınlarıyla ve yangınların toplumumuzda yarattığı etki-tepki ile uğraşırken... Üzerine bir de yine sel felaketlerini tecrübe etmek durumunda kaldık.

Ne olursa olsun... Anlık yaşanan problemler, geçmişten gelen ve orta vadede de canımızı yakmaya devam edecek sorunları unutturmamalıdır.

İş bulmak ve bir işe yerleşmek artık gerçekten de çok “can yakıcı” bir sorun hâline döndü. Bu bağlamda, ekmek “aslanın kuyruğuna” kadar indi. İş ve ekmek sahibi olmak, sanki üniversitede en zor bölümü veya yüksek lisansı tamamlamaktan daha fazla zorluk barındırmakta. Karabasan hâline dönüştü istihdam süreci.

İşsizlik, bir ekonomik sorun ve bir denklem.

Bu sorunun...

Türkiye’de kendi iç nedenleri olduğu gibi...

Dış etmenleri de var.

* * * *

İç nedenlere baktığımızda malum olduğumuz sonuçlarla karşılaşıyoruz:

Eğitim sistemi ve...

Eğitim modelimizin iş yaşamına “nitelikli insan kaynağı” verememesidir.

Şu bir gerçek...

Türkiye’de eğitim sistemimiz senelerce düşünmeyen, sorgulamayan, parça ve bütün arasında analiz yetisi geliştiremeyen bir öğrenci profili yetiştirdi.

Ezberci bir eğitim sisteminden zaten başka ne beklenebilir ki? En son haber YKS’de baraj puanının düşürülmesi yönünde oldu. Tabii eğitimciler, bu hususu da tartışmaya başladı.

Şu gerçeği bir yazalım elimizde bulunsun:

Türkiye’de işgücü piyasaları bakımından en büyük açmaz ve sıkıntı, “ara eleman” bulunamamasından ya da ara eleman istihdamının yeterince gerçekleştirilememesinden ileri gelmektedir.

Yetişme evresindeki tüm gençlerin “ideali” ve “beklentisi”, daha çok “beyaz yaka” dediğimiz “masa başı” işlerden oluşmakta.

Kimse; eğitim alan hiçbir kimse de kol ve kas gücüne dayanan işlere talip olmak istemiyor. Herkesin beklentisi ve hayalleri olduğundan çok fazla yüksek.

Ekonominin ürettiği pasta da ortada. Her yıl yüzbinlerce genç tahsil hayatına adım atıyor. Yine milyonlara varan insan kaynağı fakültelerden mezun oluyor veya memur istihdamı yapacak sınavlara giriyorlar.

Emek arzı “sınırlıyken” ve buna istinaden emek talebinin piyasa beklentilerinden fazlaca olması...

İŞSİZLİĞİ tetikliyor.

Öte yandan, ülkemizde son günlerde tartışmalara ve kışkırtmalara neden olan Suriyeli ve Afgan misafirlerin hem sosyal hayatta hem de ekonomik hayatta “etkinlikleri” işleri daha kompleks duruma sokuyor.

Gelip tıkandığımız nokta... Göçmenlerin “ucuz işgücü” olarak görülmesi. Piyasada rekabeti negatif yönde etkilemeleri. Bugün, Türk gençlerin talip olmayacağı birçok işte ve işkolunda, göçmenlerin olması gerekenden daha düşük ücretlerle istihdam edilmeleri, zaten düşük olan pasta payının daha küçülmesine neden olmakta.

İŞSİZLİĞİN boyutu, işte böyle epeyce karışık durumda.

Devamı
Çözüm mü Çözümsüzlük mü?

GÖÇ sorunu sanırım ilerleyen süreçlerde...

“Ulus Devletlerin” en büyük sorunu olduğu gibi...

Açmazı da olacak.

Göçmen...

Mülteci...

Sığınmacı...

Misafir...

Hangi devletarası hukuki statüde ise...

Ona göre o ülkede bu kişilere muamelede bulunulur.

Kendi açımızdan bakarsak...

Bizim senelerdir bir “misafir” sorunumuz var.

 

Suriye’deki iç savaştan kaçan; canlarını zor kurtaran Suriyelilerin ülkemizde misafir edilmeleri zaten kimi zamanlarda tartışmalara neden oldu/olmuştu.

Gerçekçi açıdan bakıldığında...

Siyasi, ekonomik ve doğal afet nedenleriyle Türkiye’ye gelen bölge ülkelerinden insanların, kendi başlarına yani “kaderlerine” terk edilmeleri de başlı başına bir sorun... Vicdanî bir hadise. Kırılma riski çok yüksek bir fay hattı...

Göçler yoluyla ülkemize yasal ya da yasa dışı yöntemlerle gelen Suriyeli, Afgan ve diğer uyruklardan insanların, memleketimizde barındırılmaları ve yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması/karşılanmaması, yine başlı başına bir kırılma noktası olabilecek potansiyele haiz.

 

Öte yandan son günlerde, sosyal ağlardan “göçmen düşmanlığının” veya “ırkçılığın” manipüle edilerek, spekülatif yayın/yayımlarla köpürtülmesi de ayrıca bir başka sosyal kıpırdanmaya vesile olabilecek bir risk algısı.

Ne yapmalı?

Bunu da biz bilecek değiliz. Mesela, bizim bir meclisimiz var hani atıl olarak bekleyen... Tüm siyasal aktörler bir araya gelerek, bir çözüm noktası oluştursalar, fena mı olur?

Devamı
Yozlaşan Değerler

Etkili iletişimin önemini yadsıyabilir miyiz?

Şöyle çok kafayı yormaz isek…

İNSANLIK açısından da…

UYGARLIK açısından da…

Sanırım…

En önemli buluş/keşif…

YAZININ icadıdır.

Yazmak, sadece duygu ve düşüncelerin baskılı bir biçimde geleceğe bırakılması değildir.

Yazmak ve düşünce ve görüşlerini ifade etmek, her şeyden önce kişiye pekâlâ manevi doyum sağlar.

Ama… Yıllar boyunca teknolojinin ve bilimsel gelişmenin eşiğinde, yazım ve yazmaya dair her şeyin “dönüşüme” uğraması…

İnsanların, yazıya ve yazma eylemine bakışını da değiştirmiştir.

İşte bundan 30 yıl önce…

İnterneti “hayal bile edebiliyor” muyduk?

İnternetten gazete okumayı düşünebilir miydik?

Bugün “daktilonun” yerinde yeller esmekte.

Düşünsenize…

Gazeteciliğe ilk adımını atacak/atmış toy delikanlıların, yazma serüvenini ve haber telaşlarını…

Yine çok uzaklara gitmeye de gerek yok.

Köşeyazarlarını okurken öğreniyoruz:

Muhabirlik dönemlerinde haberleri nasıl telefon marifetiyle haber merkezlerine geçtiklerini…

Sonra sonra belki fax denen cihaz habercilerin imdadına yetişti.

Evet…

Daktilo… Şimdiki bilgisayarın öncüsüydü.

Tamam da…

Bu kadar gelişme ve değişim yaşarken…

İnsanların duygu ve düşüncelerinin değişime uğramaması, insanı kedere sürüklüyor.

Şimdi artık haberleri de köşeyazılarını da çok fazla zahmete girmeden, “bir tıkla” yerine ulaştırabiliyorsunuz.

Eskiden yazılanlara ve anlatılanlara göre…

Tatlı bir rekabet ve yarış varmış.

Artık iletişimin ve etkileşimin tavan yaptığı bir çağdayız.

Eskiye göre…

Yazar olmak da zor değil.

Orta ayar bir bilgisayarın ve internetin olduktan sonra…

Biraz da “yazma melekesi” var ise…

İnsanlar, artık “kendi çaplarında” yazar olabiliyor.

Ama son günlerde yazılarımda da değindiğim gibi… Tüm bu insanlığın gelişimine rağmen, teknolojik ürünlerin havsalamızı zorlamasına rağmen…

Uygarca bir iletişim ve etkiletişimde bulunamıyoruz.

Son günlerde, gazete köşeyazarlarının birbirleriyle olan polemiklerine rast geliyorum. Ne gerek var, sizlere emanet edilen köşelerden kendi hırslarınızı tatmin etmeye!

Hani hep deriz ya…

Klavye delikanlılığı diye! Gerçekten de bazen toplumun ve kamuoyunun algısını biçimlendiren köşeyazarlarının, böyle pek hoşnut karşılanmayacak durumlara düşmeleri, beni fazlasıyla üzmekte.

Ne gerek var birbiriniz üzerinden “prim” yapmaya!

Aynı şeyler… Sosyal medya denen kontrolü mümkün olmayan azman tarafında da geçerli. Etkili iletişim ve haberleşmeyle sosyal ağların nasıl da yeri geldiğinde sosyal hareketlilik nazarında “manivela” işlevi gördüğünü, geçmişte deneyimlemedik mi?

Sanırım…

Ben, yine “hayal âlemlerinde” dolaşıyorum…

Devamı
Gözlemler

Bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum.

Tamam, insanlar aynı şeyleri düşünmek zorunda değil. Tıpkı siyasi partilerin sahip oldukları plan ve program gibi.

Siyasi partiler de normal insanlar da sahip oldukları ve inandıkları değerlere ve ideolojiye göre…

Bir hayat felsefesi oluştururlar. Siyasi partiler inandıkları siyasal düşünceye istinaden, iktidara geldiklerinde yaşama geçirecekleri projelerin hayallerini kurarlar.

Sade insanlar da kafa yordukları siyasal görüşün iktidara geldiğinde, beklentilerini karşılamasını umarlar.

Bu husus daha da uzatılabilir.

Derdim…

Şu “kutuplaşma” hastalığı. Tabii ki insanların “yekpare” olmasını beklemiyorum. Nasıl ki renkler ve zevkler tartışılmazsa…

İnsanların yaşama dönük beklentileri ve hayalleri de yekpare olamaz. Ama öte yandan, insanların insanları artık bıkkınlığa sevk edecek kadar birbirlerinden uzaklaşması da…

Düşündürücü.

Tamam… Kimse bir diğeri gibi düşünmesin. Birinin A dediğine diğeri B desin ama, “makul çerçevede” kalmak kaydıyla.

Gerçekten de bu “kutuplaşma ve saflaşma” toplumumuzu içinden kemiren bir kurt gibi…

Sessizce ve derinden yiyip bitiriyor.

Olması gereken boyutlarda kutuplaşma olsa zaten sorun yok.

Kutuplaşmayı, daha çok siyasi otoriteyi tahkim etmek cihetiyle kullanınca, işler çığırından çıkıyor.

*  *  *

Bir başka husus da…

Mukaddes değerlerin hâlen siyasette malzeme olarak kullanılması. Şöyle bakıyorum da, sanki sosyal medya artık gittikçe çığırından çıkmaya başladı. Sosyal medyadan açılan konu başlıkları birden kamuoyunun dikkatini bu başlığa kilitliyor.

İnanç meselesi kişilerin kendi özel yaşamlarının sınırları dâhilindedir. Evet, orman yangınları var. Yangınların bir kısmı aslında hemen hemen büyük çoğunluğu, kontrol altına alındı. Bu bağlamda, yangınların çok fazla etkili olduğu süreçte, vatandaşların yağmur duasında bulunmalarına yönelik “etkileşim”, hemencecik yine tartışma hususu yapıldı.

Artık yapmayalım. Vazgeçelim. Mukaddes değerler, her şeyden azadedir. Din olgusu, zaten tartışma götürmeyecek bir alandır. Hemen din ve bilim ya da akıl önermeleri gündemin bir numaralı tartışması oluveriyor. Artık birbirimizle uğraşmayalım. Ne var yani… İnsanlar, böyle vahim ve çaresiz kaldıkları bir vaka karşısında, inançları doğrultusunda YARADANDAN niyazda bulunsalar, ne olur?

Artık şu “fasit daireden” çıkalım. Sorunlarımızı kutsal değerlerimizin içine hapsedince, sorunlar “katmerleşerek” daha da büyüyor. Dinî inanç hiçbir şekilde kamuoyunun önünde “malzeme” yapılamaz. Bir de artık şu sosyal medya denen, bazen gerçekten de insanlığın hayrına mı yoksa mahvına mı neden olduğu muğlak mecrayı “ciddiye” alma alışkanlığından tez elden vazgeçelim.

Neden, bizler, metazori olarak bir şeylerden “şeyler” üretmek adına canhıraş çaba harcıyoruz. Tüm şu kendi hırs ve çıkarlarımız adına harcadığımız enerjimizi ve insan kaynağımızı, ülkemizin ve milletimizin abat olması adına harcasak, fena mı olur?

Artık rahat bırakalım insanları ve insanların yaşamlarının birer parçası olan “kutsal değerlerini”. Bu hususlar kutsal kitap üzerinden de yapılıyor, inançlı olmak veya olmamak üzerinden de yapılıyor. Pekâlâ, dünyevi bir yaşamın gereği olarak, karşılaşılan dünyevi sorunlar bilimin mihmandarlığında çözümlenebilir. Yalnız artık sosyal dokumuzu kin ve nefret üretimine payanda etmeyelim.

*  *  *

TÜRKİYE’DE konuşulacak meseleler bitmiyor ki…

Bu aralar sadece orman yangınlarıyla mücadele etmiyoruz. En son spekülasyon konusu CHP üzerinden koparıldı. Siyaset kulislerinde estirilen polemik rüzgârı şu: MİLLET İTTİFAKININ yeni cumhurbaşkanı adayının eski ekonomi bakanı Mehmet Şimşek olduğuydu.

Gerçi…

Bu polemik hususu Cumhuriyet Halk Partisi tarafından yalanlandı. İşte böyle kısır konularla günlerimizi geçirdiğimiz için, esas sorunlara odaklanamıyoruz. Bu ortaya atılan polemik hususu, gerçek bile olmasa, CHP açısından şıpından negatif anlamda malzeme olarak kullanılıyor. Gerçekten de CHP gibi cumhuriyet rejimimizin temel taşı olan bir partinin, cumhurbaşkanı adayını topluma sunamaması düşündürücü değil mi? CHP, geniş halk kitlelerinden nasıl iktidar için teveccüh bekleyecek? Bu polemik ve sağ ekolden aday gösterme geçmişte de yaşandı. Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu cumhurbaşkanlığı seçiminde, Sayın Erdoğan’a kaybetmişti. Bu durum sadece bununla da kaim değil. Abdullah Gül de bundan önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde gündeme gelmişti.

 

Türkiye’de her nedense “slogan” ve “propaganda” üzerinden algılarla oynanmakta veya insanların düşünce ve görüşleri saptırılmakta. Zaten bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin en büyük zafiyeti, demokratikleşme safhasının da tavsamaya uğramasıdır. Düşük demokratik standartlardan ötürü toplumun algılarıyla oynamak, insanları manipüle etmek daha kolay olmakta. Orta gelir tuzağından tutunda tuhaf isimlerle anılan demokrasi kategorilerinden hibrit demokrasi düzeyinde olmak, hem ülkemizin uluslararası düzlemde hem de toplumsal sorunların hallinde büyük sıkıntılar yaşamasına neden olmakta.

Bu bağlamda, artık duyguların sömürüsünden vazgeçmemiz gerekiyor. Zaten son dönemlerin en popüler değeri, demokrasiyi ve toplumsal iletişimi zedeleyen post-truht’un devletler veya devlet dışı yapılar tarafından mahirce uygulanmasıdır. Neden? Çünkü insanlar bir enformasyon bombardımanına tâbi tutuluyor. Sosyal medya denen hâlen iyilik mi kötülük mü saçan mecra olduğu saptanamamış bir parametreyi de vakaya eklediğimizde, işler iyice grift bir hâle dönüşüyor.

Devamı
İlk Adımı Atmak

Aynı konular etrafında dönmekten bıktık ama ne yapabiliriz?

Bu sıralar sadece sorunlara odaklandık.

Sorunları nasıl “çözeceğimiz” yönünde girişim yok.

Gerçekten de bu sıcak havalarda…

İnsanların “kaygısızlığı” ve “duyarsızlığı”, ülkesi adına kaygılanan kesimlerde üzüntüye vesile olmakta.

Alıp veremediğimiz nedir? Sosyal medyanın gücünü inkâr edemeyiz. Bakın değerli okuyucular… Bugün yaşanan sorunlar, sadece bir kesimin sorunu değil.

Bir taraf, gereğince yaşanan sıkıntılar üzerine kafa yorarken… Bir başka kesimin yaşananları manipüle etmesi, insanların canlarını daha fazla yakmakta.

Bu sorunlar hepimizin sorunu: Bugün sadece yangınlarla mücadele etmiyoruz. Orta vadede bir göç sorunu, göçmen sorunu, mülteci, sığınmacı sorunu…

Sorunlarımız, sadece “sosyal tabanlı” olmayacak. Bu yaşanan orman yangınlarının ve Covid-19 salgının yaratacağı ekonomik tahribat, tüm toplumun mücadele vermesi gerekecek konu başlığı olacak.

Birbirimizi, “sosyal ağlardan” suçlayarak bir yere varmamız mümkün değil. Şimdi bana sorabilirsiniz ne yapmalı diye…

Bir bilsem bunun ne olduğunu. Aklım çok olsaydı, bugün sanırım, karar alıcı mekanizmalarda olurduk. Ama en azından, toplumsal barışı, huzuru ve sükûneti baltalamamak adına, sosyal ağlardan birbirimize kin ve nefret kusmaktan vazgeçebiliriz.

Bu, bir başlangıç olabilir.

Devamı
Ne Zaman?

Provokasyona gelmemek gerekiyor…

Toplumumuz, zaten siyasetçilerin ne söylediklerini bilmemelerinden ötürü, aşırı bir biçimde “kutuplaşmış” durumda.

Ne derseniz deyin…

Kutuplaşma…

Saflaşma…

İdeolojik kamplara ayrılma…

Gerçekten de bizlerin birliğini ve dirliğini yiyip bitiren bir habis hastalık. Artık bazı şeyler “kaygı verici” raddede cereyan ediyor.

Bakın, şunu aklımızdan çıkarmamak gerekiyor. Emperyalizmin oyunları bitmez. Nifak tohumları ekimleri bitmez.

Bu çağda artık konvansiyonel türden savaşlar geride kaldı. Teknolojinin ileri ve üst düzeyde geliştiği bir dönemdeyiz. Belki, artık “kanıksadık” bazı kelimeleri/cümleleri… “Bir tıklık dünya”… “Bir düğmeye basmalık dünya”…

Neden, bizler direkt bizim “varlığımızı” ilgilendiren hususlarda, bir araya gelerek enerjiden sinerji yaratamıyoruz?

Siyasal avantajlara göre, siyasal başarılara göre, siyasetin aritmetiğine göre, sandık ve çoğunluk kazancına göre…

Türkiye ve dünya tasavvuru çiziyoruz. Bu yanlışta ısrar ederken, geleceğimizi ve bu topraklar altındaki kardeşlik duygularımızı parçalıyoruz.

Ne yapmak gerekiyor?

Çok mu zor çözüm yolları?

Bir kerecik olsun, kin ve nefret kusacağımıza, akılla ve deneyimle hareket edelim.

Her zaman söylenen cümledir:

BAŞKA TÜRKİYE YOK!

BİZİ ANCAK BİZ YÜKSELTEBİLİRİZ…

Devamı
Uyanma Vakti!

Gün geçtikçe ülkemizin boğuşmak zorunda olduğu sorunlar da artmakta.

Ama…

Keşke sorun, sadece “sorunlar” olsa.

İki yıldır değişmeyen sorunlarımız:

Covid-19 salgını ve bunun varyantları.

Ülke içindeki huzursuzluklar.

Yönetimde istikrar sorunu.

Esasında sorunlar çok parçalı.

Ama, her nedense sorunlara ve sıkıntılara “ihtiyatla” ve “itidalle” yaklaşmayınca…

İşler çığırından çıkabiliyor.

Kaç günlerdir orman yangınlarından ötürü üzüntülere gark olduk. Yaşadığımız çevrenin ekolojik dengesi tahrip edildi! Şu an için olanbitenin ne olduğunu bilemiyoruz.

Gerçekten de son günlerdeki orman yangınları, bizleri yekvücut yapması gerekirken…

İdeolojik olarak ayrıştırıyor.

Bitki örtümüz, yeşil sahalarımız, canlılar, vatandaşlarımız, bir habis ruh tarafından yok edildi. Bu, ülkemize yönelik bir girişim olabilir. Böyle bir durumda, gerçekten de tek vücut olmak durumundayız.

Orman işçilerinin, itfaiye erlerimizin ve diğer kamu personellerinin gösterdiği üstün dayanışma ve eşgüdüm içindeki gayretlerini bizler, tüm ülke olarak gösteremedik/gösteremiyoruz!

Gerçekten de çok yürek burkan görüntüler.

Bu yaşanan orman yangınları…

Kendiliğinden vuku olmuş olabilir.

Dışarıdan tetiklenmiş de olabilir.

* * * * *

Ne yapmamız gerekiyor böyle durumlarda?

Siyaset?

Hayır, böyle olağanüstü durumlarda, sen ve ben kaygısından ziyade “BİZ” olabilmeliyiz.

Birkaç husus var…

Bu yaşadıklarımız, bir dış mihrak “operasyonu” olabilir.

Kaldı ki çok güçlü bir “senaryo”.

Dikkat ederseniz…

Yangınların uç verdiği yerlere baktığımızda, turizm cenneti dediğimiz yerler ön plana çıkıyor.

Böyle içimizi parçalayan bir hadiseler silsilesi karşısında bile, iflah olmaz tepkiler veriyoruz.

Siyaset kurumu ve onun aktörleri ayrı telden çalmakta. Politikacılar, gerçekten de Türkiye’de bazen konumlarını böyle kriz dönemlerinde unutuveriyorlar. Şu an Türkiye’de acilen bir “kriz yönetimi” ele alınmalı.

Ormanlarımızın yanan kısımlarına su serpilirken… Vatandaşlarımızın içine düşen kor ateşinin de söndürülmesi adına politikacılarımızın ve kamu idarecilerinin, daha aklıselim ve itidal öğütleyen demeçler vermesi gerekmez mi?

İktidarda, A partisi de olabilir B partisi de olabilir. Kriz dönemlerinde, ne X ideolojisinin ne de Y ideolojisinin bir “geçer akçe” olma durumu vardır.

Sorunlar, aklı ve bilimi temel almakla çözümlenebilir. Elbette, bu elem olaylar- orman yangınları- sonlandırılacaktır. Ama, esas mesele, yaşananlardan ders alıp almadığımızdır.

Artık ciddi anlamda…

“Birlik” ve “Beraberlik” sergileme dönemi.

Laf ola beri gele türünden bir geçiştirmeyle sorunlar, bir süreliğine buzdolabına kaldırılır.

Ya sonra…

Bu yangınlardan alacağımız dersler vardır. Önemli olan, tarih tekerrür eder misalinden mütevekkil, böyle vahim hadiselerin yaşanmaması adına, aklımızı başımıza toplamaktır.

Devamı
Küreselleşme ve Aymazlıklar

CUMHURBAŞKANI Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Katar Ekonomik Forumu’nda video konferanstan açıklamalarda bulunmuş…

Açıklamalarından bazı detaylar şöyleydi:

2020 yılı itibariyle dünya ekonomisi %3,5 küçülmüş.

Yine küresel ticaret %10’a yakın daralma yaşamış.

Bu salgın süreci bağlamında, “Doğrudan Yatırımlar” %42 azalırken, 90 milyondan fazla insan “Aşırı Yoksulluk Sınırının” altında yaşam savaşı vermekteymiş.

Küresel borç toplamı 282 trilyon $(dolar)’ı aşarak tarihin en yüksek seviyesini test etmiş.

Küresel sistemin çeperinde yer alan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler salgın karşısında âdeta kaderlerine terk edilmiştir.

Türkiye olarak bu salgın sürecinde 158 ülkeye ve 12 uluslararası kuruluşa tıbbî malzeme yardımında bunulmuş.

Öte yandan Sayın Erdoğan’ın bir dikkat çekici vurgulaması ise…

“Göçmen Düşmanlığı” ve “İslam Düşmanlığı” üzerinden olmuş.

Batı ülkelerinde ırkçı ve İslam düşmanı saldırılar son 5 yıl içinde %250, bu saldırılar esnasında hayatını kaybedenlerin oranı ise %700 artmış.

Evet…

Bu açıklamalar, üzerinde durulması gereken hususlar.

Salgın sadece insanları “sağlık” açısından değil, orta ve uzun vadede gıda ve yoksulluk bağlamında tehdit etmeye devam edecek gibi.

Yine, birçok fakir veya gelişmekte olan ülkelerinin birçoğunun ilk doz aşıya erişemedikleri de göz önüne alındığında…

Küresel barışın, adaletin, huzurun, refahın, istikrarın nasıl tesis edilebileceğini ileri sürebiliriz?

****

İNSANLIK, çeşitli tarihsel kırılmalardan geçerek, bu dönemki durumuna erişmiştir.

Şöyle yakın tarihimize bir baksak ve ne olup bittiğinden ders alıpalmadığımızı değerlendirsek…

Bugün, ne dersek diyelim, dünyamızda salgından ötürü bir muğlak süreç işlemekte. Yeryüzümüzün, muktedir devletler tarafından bilinmeze sürüklenme riski geçmişte de vakiydi, önümüzdeki dönemlerde de vakidir.

Uygarlık dönemeçlerine baktığımızda, gördüğümüz, o dönemin koşullarının tüm yaşama damga vurmuş olmasıdır.

İlkçağ yaşam reflekslerine baktığımızda…

Toplayıcılık…

Avcılık…

Ve sonrasında, yerleşik hayata geçilmesiyle beraber tarım faaliyetleri, insanların yaşam biçimlerini etkilemiştir. Zaten tarım toplumlarının yaşam güdüleyicisi dindi. Gerçi tüm din-tarım toplumlarının/imparatorluklarının belirleyici ideolojileri dinsel ögeler üzerinden olumlanmaktaydı.

Toplayıcılık-avcılık-tarım/yerleşik yaşam süreçleri…

Bu tip hayat biçimlerinin ideolojileri ve kimlik tanımlamaları daha çok din üzerinden cereyan etmekteydi.

Bugün, gelişmiş ülkeler ile hâlen gelişmekte olan/gelişen ülkeler arasındaki makasın günbegün artmasının ardında…

Tarihsel süreçlerin ve insanlık serüveninin, bu toplumlar tarafından tecrübe edilememiş olmasıdır. Bugün, birçok ülke, toplum, din-tarım toplumunun refleksleriyle yaşamı idame etme ve anlamlandırma yoluna gitmektedir.

Endüstri Devriminin, sanayileşmenin getirdiği değerlere baktığımızda, toplumsal yapının oluştuğunu görürüz.

Feodalitenin yerinde artık ulus devletler baş göstermiş, döneminin ideolojisi milliyetçilik- ırkçılık olmuştur.

İNSANLIK SERÜVENİ, bundan sonra nasıl olacak.

****

SON TAHLİLDE…

80’li yıllarla beraber dünya farklı bir yörüngeye doğru yol alıyordu. Berlin Duvarının yıkılmasıyla beraber SSCB’nin dağılması, Soğuk Savaş’ın resmen sonlandırılması…

Artık dünya için tehlike bitmişti. Esasında, Batı kampı bir boşluğa da düşmüştü. Bu dönemden sonra, sosyalizmin de artık değerini yitirmesiyle beraber, liberal ekonomik politikaların liberal siyasal kararlarla desteklenmesi, dünyada “küreselleşme” rüzgârlarının esmesine vesile oluyordu.

Yirmibirinci yüzyıl, yani tabiri caizse milenyum çağı olan 2000’li yıllar artık iletişim-bilişim devriminin yaşandığı dönemdi.

 

Önümüzdeki süreçlerde, bu suni ya da olağan krizler neticesinde, açlık ve yeterli temiz suya erişememe riskleri, önümüzde patlamaya hazır bomba gibi duracak. Gelişmiş devletlerin, refah düzenlerini sürdürebilmeleri açısından, hammadde bakımından zengin ülkelerin sömürülmeleri, bu ülkelerin artık sıcak savaş taktikleriyle değil, daha sofistike yöntemlerle, işte iktidarların devrilmesi, içişlerine müdahale etme vb…

Bu bağlamda, bu ülkelerde yaşanacak iç çalkantılar ve kaos ortamları, bu ülkeleri yaşanamayacak durumlara getirecek. Evet, belki bir sıcak savaş yaşanmayacak ama, Suriye’de Irak’ta zamanında deneyimlediklerimiz neydi? Kendi kendilerini yok etmeleri idi. Savaşın, kendi içlerinde cereyan etmesinin “sağlanması”.

Aslında, Batının çok hassas değerlere sahip ülkeleri(?), bu ülkeleri çıkarları adına karıştırırken de bumeranga neden olmaktalar. Kendi ülkelerinde, çağa uygun olmayan siyasal sistemlerle yönetilmekte olan bu ülkelerin yurttaşları; kurtuluşu, umudu, geleceklerini, tarihin bir cilvesi olarak sömürünün kaynağı olan ülkelere göçte bulmaktalar.

Şöyle büyük resme baktığımızda… Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeleri istikrarsızlığa sürükleyen emperyalist devletler, mazlum coğrafyaların mazlum insanlarını ötekileştiren devletler oluveriyorlar.

GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI… IRKÇILIK… İSLAM VE MÜSLÜMAN DÜŞMANLIĞI…

Üzerine bir de “nefret ve kinle” beslenen söylemler!

BATININ OYUNLARI BİTMEZ ki…

  

Devamı
Suni Virüs: Türkofobi!

DÜNYAMIZIN önümüzdeki dönemlerde salgın ve diğer doğal afet risklerinden başka bir diğer sorunu da…

NEFRET SUÇLARI olacak…

IRKÇILIK olacak…

İslamofobi…

Bir de…

Türkofobi…

Özellikle kendilerini insanlığın temel bir uygarlığı olarak gören devletler, her alanda sergiledikleri “ikircikliği”…

Nefret suçlarında olsun, ırkçılık gibi artık yirminci yüzyılda kalmış sorunlarda da göstermekten imtina etmiyorlar.

Hürriyet olsun, demokrasi olsun, eşit yurttaşlık/insanlık olsun, hukukun üstünlüğü olsun; zaten bu devletlerin ağzından eksik etmedikleri demagoji kavramlarıdır.

 

Zaten, esas mesele… Soğuk Savaş’ın bitimiyle sökün etti. Biricik ve tek Avrupa medeniyeti(!), Soğuk Savaş sona erince boşlukta kaldı. Varlığının devamını bir düşmana göre düzenlemiş medeniyet kumkumaları, yeni bir “öteki ve yabancı” üretimine gittiler.

Mikrodincilik de mikromilliyetçilik de, hep bu Soğuk Savaş ve 9/11 olaylarının ertesinde masa başlarında kotarılan projelerdir. Emperyalist uluslar, önce dinciliği ve İslam adına cihat ettiğini zanneden örgütleri, Sovyetleri pazifize etmek adına kendilerine müttefik yaptılar… Sonra da işte, boşlukta kalan uluslararası sistemi doldurmak için de “düşman” hâline, 11 Eylül saldırılarından sonra getirdiler.

 

Şimdi de…

Türk düşmanlığını, kendi aralarındaki ittifak düzlemlerinde, ülkemize karşı “koz” olarak kullanmak kaydıyla köpürtmekteler.

İleri de neler olacak… Hep beraber şahit olacağız.

Devamı
Hayat Hiç Durur Mu?

İNSANLIK, üç farklı devrimden geçerek bugünkü aşamasına gelmiştir.

Tarım devrimi...

Sanayi devrimi...

Ve nihayetinde...

Bilişim-iletişim devrimi...

Toplumlar daima gelişme ve değişme yaşarken, daha ileri bir medeniyete terfi etmek cihetiyle hareket ederler.

Tarım devriminden tutun da Sanayi devrimine kadar olan süreçlerde, hep dönüm noktaları üretim aracının değişmesi ve teknolojik alanlarda yaşanan köklü devrimlerle vuku bulmuştur.

Sanayi toplumundan şuan ki post-modern toplum safhasında da itici güç, teknolojik alanda yaşanan gelişmeler neticesinde vuku bulmuştur.

 

Tüm gelişim ve değişim toplumları altyapı ve üstyapı veçhesinden örgütlenmeye götürmüş...

Son tahlilde, modern zamanların modern devletleri inşa edilmiş, modern hukuk sistemleri oluşturulmuş, her şeyden önce “insan” denilmiş...

Bu ilerlemeler, toplumların tekâmülleri sayesinde oluşmuş, imkân ve koşullar değiştikçe insanlık, daha üst düzeyde bir yaşam konforuna erişmiş.

Bir toplumu, medeniyet cemiyeti içinde farklılaştıran temel etmen, cehaletten kurtulması ve yine akla ve bilime üstün seviyede önem vermesidir.

Karanlıklardan ve sefillikten kurtuluşun yolu, tarihin yolundan sapmamak; cehaletle savaşmak, aklı ve bilimi, kalkınma ve refah açılarından düstur edinmektir.

Bu da böyle bir yazı olsun...

Devamı
Benliğim Siyahbeyaz...

Covid-19 salgını sonrasına artık yavaş yavaş hazırlıklar başladı gibi...

Gerçekten de bu salgın döneminde çok zor zamanlar yaşadık.

Ütopyalar ve distopyalar arasında gittik geldik.

Tabii...

Daha henüz her şey bitmiş değil.

Toplumumuzun olması gerektiği kadarıyla aşılandığı söylenemez...

Çok özledik…

Neyi? Eskiyi. Evet, evet artık normalin yenisinin konuşulduğu dönemeçte, eskiyi özledik.

İLETİŞİM-BİLİŞİM devriminin yaşandığı çağdayız.

İster istemez yaşamlar değişiyor ve gelişiyor. Veya, perde arkasından yaşamlarımız “dönüştürülüyor”.

Dijital tabanlı bir dünya, insanlığımızı ve varlığımızı sarıp sarmaladı.

Yaşamlarımız, iletişimlerimiz, ancak “bir tık” kadar mesafede.

Evet… Medeniyet ve modernite veçhesinden bakıldığında, ilerliyoruz, mesafe katediyoruz. Tarihin derinliklerine bir çeltik daha atıyoruz.

Yaşamak, sadece “nefes almak” mıdır?

Yaşamın en erdemli varlığı olarak, insan olarak belki yaşamlarımızda çok fazla kazanımlar elde ettik.

Bilmiyorum, daha önce bahsettim mi? Değişim ve gelişmek güzel bir şey…

Ama ben nedense, şıpından tipinden değişimlere pek alışamadım.

*  *  *

Yaş olarak ilerlememin mi tesiri?

Bilemiyorum…

İNSANLIK; medeniyet bağlamında tekâmül ettikçe; yanisi geliştikçe, yeni teknolojik araçlar ve gereçler icat ettikçe, işte daha tahayyül dahi edilemeyecek uygulamalar hayatlarımızın sıradanlarından oluverince…

Bilmiyorum… İnsan; bazen böyle yaşamı, ardında kalanları, ileriyi, geleceği tasavvur etmeye çabalıyor…

Sorguluyor. Yaşamda tecrübe ettiği hadiseler neticesinde, duygusal tepkiler veriyor. Aslında, kendimle çok soğukkanlı ve aklıselim olmak ile övünürüm.

Son zamanlarda… Duygusallığım nedense, mantığıma galebe çalıyor…

Çok fazla duygusal tepkiler veriyorum. 40’lı yaşı aşmama rağmen, bir çocuk gibi “tepkiler” veriyorum.

Sürekli bir “ütopyalar” peşinde koşuyorum. Şu bir gerçek:

İnsan; sanırım yaşamın içinde, hayatın debdebesinde, hayhuyunda, girdabında, her türlü dolapbeygirciliğinin içinde yaş aldığını fark edemiyor.

Şu Covid-19 döneminde, fazlaca karamsar irdelemeler okuduk. Ütopyaların yerini distopyalar alır oldu.

Dediğim gibi, “robotiğin” ve “otomasyonun” pik yaptığı bir çağdayız. Yaşamın kurallarının içinden çıkılmaz karmaşıklığı karşısında âdeta, bir makinenin aparatlarının kusursuz işleyişi gibi otomatik tepkiler vermekteyiz. Soğuk ve madeni…

Bilmiyorum… Evet; çok renkli bir dönemdeyiz. Aklımızın alamayacağı işlemci kapasiteli, yine havsalamızın kâfi gelmeyeceği kadar depolamaya sahip şeylerin içinde, sıradanlaşıyoruz. Bugün, laptop’larımız da, cep telefonlarımız da yaşamı, kadrajından süzerken bin bir renk cümbüşünden geçiriyor.

Mutlu musunuz, derseniz…

Ben “geçmiş”teyim…

“Siyah beyaz” karelerdeyim.

Devamı
Ezik Bir Ruh Hâli

Türkiye’de doğru düzgün uzlaşı kültürü olmadığından, oturup meseleleri enine boyuna tartışmadan, yekten tarihin gelecek dönemlerine ihale ediyoruz.

Bugün şöyle baktığımızda…

Gelişmiş ve modernite aşamalarını tamamlamış toplumlar, diğer ülkelere yani gelişmekte olan ülkelere sahip oldukları değerlerle ve kazanımlarıyla model olurlar.

Şöyle bir baktığımızda, Kıta Avrupası, uzun dönemlerin kazanımları sayesinde bugün hem ekonomik hem de politik boyutta söz sahibi ülkeler.

Tabii bu ülkeler… Demokrasileriyle ve bağımsız yargı yapısı ve evrensel hukuk sistemleriyle hem içinde oldukları ittifaklara hem de toplumlarına refah ve gönenç tesis ederler.

Uzun yılların birikimi sonucunda elde edilen sistematik bilgi ve teknolojik üstünlük bu toplumların, hem iç işlerinde hem de dış işlerinde yön veren devlet olmalarına vesile olmuştur.

Şimdi bugünlerde Türkiye’deki manzaraya bakıyoruz ve ne görüyoruz? Türkiye’miz, gerçekten de yaşanamayacak kadar kötü günlerden mi geçiyor? Gençlerimiz, özellikle Z kuşağı, ülkemizde yaşamaktan ümidini kesmişmiş… Türkiye’deki siyasal ve ekonomik ortamdan memnun değillermiş.

Neymiş… İşte fırsat bulur bulmaz, Avrupa’ya gitmek istiyorlarmış. Pekâlâ, itaat ve biat kültürünün olduğu bir toplumda, doğal olarak insanlar ne sorgulayabilirler ne de özgürce düşünce üretiminde bulunabilirler ya da bu düşüncelerini serdedebilirler.

Gelmek istediğim husus… Bu çok övdüğümüz ve gıpta ile takip ettiğimiz ülkeler değil mi, teröre de terörizme de kaynak ayıran ve bunları kollayıp kollayan?

Yapmayın değerli düşünürler… Türkiye yaşanamayacak kadar kötü bir ortama mı sahip? İşte görüyoruz o çok mihenk taşı medeni ülkelerin, son dönemlerdeki “insanlık sınavındaki” başarılarını!

Yapmayalım, saptırmayalım: Türkiye’den bir başka TÜRKİYE yok.

Devamı
Neden Olmasın?

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu toplantısı sonrasında...

Yine...

Sivil ve yeni bir anayasa vurgusu yapmış.

Bakın...

Bu husus üzerinde fazlaca duruyorum...

Şimdi çağa ayak uyduracak bir anayasa metninin yazımı, fevkaladenin fevkinde bir gelişme olur.

Ve bu bağlamda...

Sivil bir anayasa yazımının anayasanın ruhuna ve lafzına sinmesi, her şeyden çok daha önemlidir.

Benim üzerinde durduğum mesele... Keşke diyorum... Bu anayasa yazımı mesaileri, tüm siyaset bileşenlerinin görüşü alınarak yapılsa.

 

Aslında, bir olmayacak duaya âmin demek istiyorum...

Geçmişte de bu minvalde yazı yazmıştım.

Acaba diyorum, bu anayasa yazımı niyeti, tüm toplum bileşenlerinin rızasının alınması ve yine toplumun gönlünün alınması bağlamında bir başlangıç olabilir mi?

Bir “ütopya” düşlüyorum...

Belki de bana amma da safsın diyeceksiniz. Diyorum ki, artık size de gına gelmedi mi? Bu gergin ve stresi yüksek ortamlardan?

Tansiyonu düşürebilmek adına diyorum ki, muhalefet bir “adım atıyorsa”, iktidar “üç-beş adım atsa” nasıl olurdu?

Gerçekten artık ben de; memleketimde gergin ortamların geride kalmasını, yurdum insanlarının, özellikle ülkemizi yönetmek adına bir yola koyulmuş politikacılarımızın kapalı ellerini açarak, tokalaşmak kaydıyla medenice memleket sorunlarını çözmek için ortak aklı devreye sokmalarını, o kadar fazla beklemekteyim ki...

Neden olmasın?

Önemli olan, “atalet duvarlarını” yıkmak, ve ilk adımı atmak.

Neden olmasın?

(. . . . . . . .)

Devamı
Politik Feraset

Ben de sabah gazetesi yazarı Sayın Haşmet Babaoğlu’nun yazısından öğrendim.

Saadet Partisi GB Sayın Temel Karamollaoğlu, AK Parti’den kopan eski siyasetçilerin, şimdinin parti genel başkanlarının; yani Sayın Davutoğlu ve Babacan’ın beklenen düzeyde AK Parti tabanında kopmalara neden olmadığını belirtmiş.

Bu durum sadece… Saadet Partisi için geçerli değil.

Ne yani, seçmen tabanı, Sayın Davutoğlu ve Sayın Babacan’ın partiden ayrılmasından ötürü, şıpından partiden kopacaklar mıydı?

AK Parti, şunu söylemek gerekir ki Sayın Erdoğan’ın karizmatik liderliğinde mündemiçtir.

İster kabul edin ister reddedin… AK Parti’yi 20 yıldır ayakta tutan husus, “lider kültünün” canlı olarak yaşanmasıdır.

Tabii… AK Parti sadece liderinden mütevekkil değildir. Örgüt kültürü ve parti disiplini açısından AK Parti, diğer partilerden fersah fersah öndedir.

 

Muhalefet partileri açısından bakıldığında, belki bu yönde bir beklenti olabilmiştir ama bu durum, ham bir hayal olarak kalmaya mahkûm.

Cumhuriyet Halk Partisi de geçmişte aynı duruma saplanıp kalmıştı. Sol değerler üzerinden siyaset yapan bir parti, her nedense çıkış yolunu sağcılarda bulmuştu.

Sol değerler ve felsefeyle siyaset yapınca pekâlâ alabileceğiniz maksimum oy oranı da, %25-30 arasında bir yere sıkışıp kalmaktadır.

Bu bağlamda…

Geçmişte… Aynı şekilde Sayın Abdüllatif Şener de, AK Parti’den ayrılmış, kendi başına siyaset serüvenine devam etmiş ama, başarılı olamamıştı.

Türkiye’de değişen koşulları göz önünde tutmadan, siyasette mevzi yenilemeniz olanaklı değil.

 

Bu ülkede Atatürkçülüğü ve vatanperverliği hiçbir kimseye layık göremeyen çevrelerin, bu veçheden en sevmedikleri kavramların başında yine “Yeni Türkiye” olgusu ile “İleri Demokrasi” kavramı gelmektedir.

Bu bizim melankolik solcular zannediyorlar ki… AK Parti birkaç fire verince, parti tabanı da dağılacak ve iktidar el değiştirecek.

Yapmayın yahu! Sağ seçmeni AK Parti saflarında konsolide eden faktörler, partinin içindeki kurucular kadrosu değil.

Evet, kabul etmek de zorlanıyorlar ama…

RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN, sağ muhafazakâr seçmen tabanındaki popüler karşılığını nasıl fark edemiyorlar.

 

Türkiye’de, Turgut Özal’dan sonra ve tabii Adnan Menderes’ten sonra geniş kitleleri arkasından sürükleyen bir potansiyele sahip “Lider”, Türk siyasetinde varolmamıştır. Lütfen, ebedi liderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü, hemen polemik yapmayın. Atatürk, bizlerin zaten eşsiz ve ebedi mihmanderidir.

Benim kastettiğim çok partili demokratik hayata geçtiğimizden beri, kitleleri böylesine etkileyebilecek bir lider, Recep Tayyip Erdoğan’ın muadili bir siyasetçi, siyaset sahnesinde yer almamıştır.

Bu bağlamda, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun, benzer etkileri CHP içinde yapabildiğini iddia edebilir miyiz? Sayın Kılıçdaroğlu, evet iyi bir Genel Başkan olabilir ama ne yazık ki bir davayı ileriye götürebilecek “Lider” değildir.

Ne yazık ki… Yirmibirinci yüzyıl, kurum kültürlerinden ziyade tek adamların ön plana çıktığı bir yüzyıl olacak gibi. Evet, CHP köklü bir çınar olarak, devletimizin teşkilatlanmasında olsun, ülkemizin yeniden yapılanmasında olsun başat rolü oynamıştır. Burada, CHP’nin başarısı “kurum kültürünün” sağlam temellere oturmasından kaynaklanmaktadır.

Dediğim gibi artık “Karizmatik Liderlerin” dünyaya yön verdiği bir süreçteyiz. En azından önümüzde bir Putin gerçeği var. Ortadoğu’yu çok karışlamaya da gerek yok. Şimdi düşünebiliyor musunuz, Almanya’nın Angale Merker’den sonra yaşayabileceği bocalamayı?

Devamı
Tatlı Bir Rüya...

Bu Covid-19 salgını, dünyanın işleyiş düzenini bozdu veya etkiledi.

Şimdi bundan sonra ne olacak, teorisyenler ve stratejistyenler bu minvalde kafa yoruyorlar.

NATO zirvesinde, ABD ve Türkiye’nin başkanlar düzeyinde ikili temaslarda bulunması… Sonrasında ABD ve AB ülkelerinin önde gelenlerinin yine, Ortadoğu ve yeryüzümüzü etkileyebilecek gelişmeler bağlamında görüşmeleri…

ABD açısından olayların seyri, daha çok ÇİN üzerinden olumlanacak. Çin’in küresel ekonomide ve siyasette artan nüfuzu ve rolü…

ABD’nin dikkatini daha çok bu ülkeye odaklamakta.

Gelecek dönemler gerçekten de öngörülemeyecek gelişmelere gebe olabilir.

ALMANYA’DA Angela Merker’den sonra yeni dönem nasıl şekillenecek…

Fransa’nın Macron ile ne yapabileceği?

Yine, Ortadoğu açısından bakıldığında… Suriye’deki belirsizlikler, Irak’ın kaotik yapısı… İran’ın şer ekseninin çapanoğlanı olduğu zannıyla, yani nükleer faaliyetlerinin akıbetinin ne olduğunun sözde tahmin edilememesinden ötürü “yalnızlaştırılması” politikalarından ötürü savrulma yaşaması riski.

Şöyle baktığımızda…

Dünyada “yeni bir şeyler” kurgulanıyor… Belki de göz önündeki dekor beyaz ama geride sahne arkasında daha grift bir tasarı var. Her şeyin “yeniden” düzenleneceği, normalleşmenin bile “yeni” olacağı bir evredeyiz.

Demek istiyorum ki… Biz Türkiye olarak, bu yenidünya düzenine veya yeni normale hazırlıklı mıyız?

Baksanıza, haftalardır mafya liderinin gündemi işgal etmesine ve düzenlemesine takılıp kaldık.

Acaba, diyorum ki… Kamuoyumuz ve politikacılar, bir süreliğine birbirleriyle didişmekten vazgeçse, enerji ve birikimlerini sinerjiye çevirecek bir ortaklık tesis etseler, nasıl olurdu?

Devamı
Bitmeyen Kâbus(!)

Biliyorum, şimdi yazdıklarımdan ötürü bana kızacaksınız.

Ama ne yapabilirim… Benim de önüme benzer hususlar çıkıyor ve ben de merakla okuyorum.

Şunu anladım… Bizim 20 yıldır değişmeyen meselemiz:

CUMHURİYET… REJİMİN YIKILACAĞI VEHMİ.

Belki, bu türden çok yazı yazıldı ve okudunuz.

Zaten uzun uzadıya yazmaya gerek yok.

Türkiye Devleti, “Cumhuriyettir.” Cumhuriyet rejimi, bir yeniden doğuştur ve devrimdir. Türk Devrimidir. Evet, kabul, cumhuriyet rejimi ilan edildiğinden ve sağlam temellere raptedildiğinden beri bir karşı savaşa maruz kalmıştır.

Doğal olarak, geleneğin yerine çağdaş değerler almıştı. Ülkemiz; altyapısından üstyapısına kadar Anadolu coğrafyasında silbaştan inşa ediliyor ve muasır medeniyetler safında yer almak babında, inanılmaz bir savaşım veriyordu.

Bu bağlamda, Türk Devrimi, din-tarım toplumundan, homojen bir ulus devlet inşa etme ereğinden ötürü, hem toplumsal düzlemde hem de siyasal düzlemde “köklü inkilâplara” gitmişti.

Tabii bu durum da… Gelenekçilerin pek hoşuna gitmemişti. Geleneksel yaşam koşulları tarihte mazi olurken, bu yaşam düzeninin imtiyazlıları, kendilerinin ve savundukları hayat felsefelerinin ayrıcalıklarını kaybetmenin verdiği hırsla Cumhuriyet rejimine ve Türk Devrimine savaş açtılar. Zaten bunun literatürdeki adı da KARŞI DEVRİM.

SON TAHLİLDE… 2023 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin köküne kibrit çöpü çakılacak mıdır?

Yahu yapmayın… Cumhuriyet rejimini yıkmak bu kadar kolay mı? Neden 2023? Bana istediğinizi söyleyebilirsiniz ama rejimimiz ve ebedi liderimiz ATATÜRK, ilelebet yaşamaya ve ayakta kalmaya devam edecektir.

O zaman şu rejimin yıkılacağı vehminin kaynağı nedir? Biri anlatırsa, dinlemeye hazırım.  

Devamı
Olmayana Ergi Yöntemi

Ne yani şimdi, doğruya doğru denmesin mi?

Bir iktidarı yermek kadar...

Doğruları da düze çıkarmak normaldir.

Bakıyorum da son günlerde ülkemiz, özellikle, dış politikası üzerinden “yaylım ateşine” tutulmakta.

Ben demiyorum ki... AK Parti hükümetleri dört dörtlük bir dış siyasa izliyor veya işte içişlerimizde toplumun tüm taleplerini karşılıyor.

Ama, “denge” denen bir husus var. Benim idrak etmekte zorlandığım husus, bu partinin 20 yıldır sanki taş üstüne taş koymadığı mı?

Kıyaslama yapmak için şimdiyi eskiyle mukayese etmek gerekiyor.

 

DIŞ SİYASETTE sanki ne zaman çok “mükemmel” idik de...

Şimdi yedi düvele rezil olduk?

Tank yapıyoruz. Evet, bilmiyorsanız artık Türkiye, savunma sanayiinde kendi ayaklarının üzerinde durabilecek imkân ve şartları oluşturdu.

Ne yapalım?

Tanklarımızı İsrail’e mi modernize ettirelim yeniden?

Tank ve tüfeği Almanlardan mı alalım?

Siyasette dengeyi iyi tutturmak ve gözetmek lazım.

Türkiye’yi yerden yere vuranlar...

Farkında değil misiniz?

Ülkemiz; PKK, PYD, YPG gibi bölgesel terör örgütleri ile daha kapsamlı olarak terörizmle içiçe yaşamaya zorlanıyor.

Hem terörle mücadele edeceksiniz hem de bölgesel veya dünyada medyana gelebilecek olası tehditler bağlamında, diplomasiye işlerlik kazandıracaksınız.

Dediğim gibi nasıl ki demokrasi, “denge ve denetleme” gibi mekanizmalarla rayında gidiyorsa...

Genel olarak siyasette de dengeyi gözetmek “zorundasınız”.

Hadi bakalım, o zaman sol bir parti geldiğinde, tüm emperyalist devletlerle bağımızı koparsın da görelim bakalım...

Devamı
Muhalefet: Takılmış Plak!

Türkiye Cumhuriyeti olarak ne zaman biraz kıpırdasak…

Şıpından önümüze engel çıkarmaya meyyal odaklar var.

Türkiye’nin NATO zirvesinde, ABD başkanı ile görüşmelerde bulunması, içeriğinden çok “servis edilen” fotoğraf üzerinden “yorumlanmakta”!

Tabii herkes gördüğü resmi…

Tabloyu veya manzarayı… İstediği gibi okuyabilir ya da değerlendirebilir.

Burada önemli olan “maksatlı” olmamaktır. Şimdi, bakıyorum, muhalefet sıralarına demir atmış partilere…

Efendim, işte ne oldu hani Türkiye olarak, ABD’ye haddini bildirecektik! Sözde “Ermeni Soykırımı” iddialarının ABD başkanı Biden tarafından, onaylanmasının şiddetli bir biçimde eleştirilmesini bekleyenler, sanırım bekledikleri cevabı alamadıklarında, sükût-u hayale uğradılar.

Yahu, Türkiye’mizin dış politikası tek bir parametreyle mi ölçülmekte? Bu muhalefet yaptıklarını “zannedenler”, dış siyasanın tek bir ayak üzerinden mi yürütüldüğüne kaniler?

Türkiye, eski Türkiye değil dendiği zaman da hemencecik dudak büküyorlar. Ahali azıcık gözünüzü açıp bakın bakalım: İHA ve SİHA ile Türkiye savunma sanayii alanında hamleler gerçekleştirirken…

Bunların olması, Türkiye’nin eline büyük bir koz vermiyor mu? Polonya’nın ve Ukrayna’nın; Türk malı İHA ve SİHA almaları, sizlerde de bir kıvanca neden olmuyor mu?

Ne yani, dış siyaset, sadece, normal koşullarda baş edemeyeceğin devletlere sözsel posta koyma sanatı mıdır?

Dış siyaset denilince, diplomasi ve siyasetin çözüm üretemediği noktada da sıcak savaş vardır. Ne yani şimdi… ABD başkanı Biden, Rusya Başkanı Putin’e “katil” dediği için, diplomatik temasta bulunmasın mı?

Tabii… Nerede o eski günler değil mi?

Çağa ayak uyduramayınca, işte böyle takılmış plak gibi aynı şeyleri terennüm eder durursun.

Devamı
Türkiye Gözünü Açıyor...

Son birkaç gündür...

İlgimiz ve dikkatimiz...

Dış siyasette meydana gelen gelişmelere odaklandı.

Önce Türkiye-ABD ilişkilerinin...

Düzeltilmesi adına...

Sayın Erdoğan ve Biden baş başa görüşme gerçekleştirdiler.

İşte bugün de Sayın Erdoğan...

Azerbaycan’da idi.

Tabii...

Kimileri, Türkiye’nin dış politikasından memnun değil.

Neden? Çünkü, başı dik bir politika izlemek, özellikle muhalefet tarafında rahatsızlığa neden olmakta.

Şunu kabul edelim... Eski Türkiye yok diyorlar ya... Aynen, eski Türkiye olmadığı gibi, eski Türkiye siyaset anlayışı da yok.

İster beğenin ister yadsıyın... Türkiye, artık dış politikada “oyun kurucu” bir aktör gibi “davranmaya çabalıyor”.

Eskiden neydi Türkiye’ye biçilen rol? Batı kampının Ortadoğu’da “ileri karakolu” olması ve burada denge siyasetinin aparatı olarak işlev görmesi idi.

Şimdi bakıyorsunuz... AK Parti hükümetleri dönemlerinde de bakanlık yapmış veya başbakanlık yapmış politikacılar, izlenen ön almaya yönelik diplomasileri veya pro-aktif siyaset stratejisi izlenmesini eleştiriyorlar.

E tabii senelerin alışkanlıklarını ve reflekslerini değiştirmek kolay değil.

Bir kere kanıksamıştık... Hem AB tarafından hem de ABD tarafından gelen azarlara...

Yok yok... Geçti o günler...

Türkiye gözünü açıyor.

Zaten, rahatsızlık da biraz Türkiye’nin “ileri karakol” olma misyonundan sıyrılmak istemesi değil mi?

Devamı
Türk Siyaseti ve Garip Durumlar

TÜRKİYE’DEKİ siyasal çatışmalar nedense…

Daha çok olması gereken argümanların dışında seyretmekte.

Mesela…

Sınıf çatışması, emekçinin hakkının savunulması, kamuculuk, insan hakları ve özgürlük, yine ücret ve diğer yaşamsal alanlar daha çok sol ideolojinin alet çantasının verileriyken…

Bir bakıyorsunuz… Muhalefete demir atan CHP ve diğer etkinlikleri fazla olmayan partiler… Sanki daha çok kaos ve karışıklıktan beslenme taraftarı gibi gözükmekteler.

Şu an tarih 2021… Ve bu tarihten, seçimin ifa edileceği 2023 tarihine kadar muhalefet tarafında saf tutanlar…

Bildiğimiz argümanlar üzerinden siyaset yaptıklarını “zannedecekler”.

Belki kaç kere yazdım. Türkiye’de siyaset sahnesinde AK Parti tek başına kaldığından beridir… Sol mu sağ, yoksa sağ mı sol; insanı düşündüren gelişmeler yaşadık.

Hani bu sıralar “milli” ve “yerli” olmak moda kavramlar ya…

Şöyle bir bakıyorsunuz…

Türkiye’nin dış politikada yaşadığı bazı açmaz durumlar karşısında bile muhalefet, milli ve yerli bir pozisyon belirleyemiyor.

Kendi “haklı davamızı” savunma durumunda bile, CHP ve yanında yer alanlar, direkt ABD’nin Türkiye’yi azarlamasını beklemekteler.

Aslında, demek istediğim, bu siyaset midir?

İnsanlarımızı, biliyorsunuz, “balık hafızalı” olmakla ve “akıl tutulması” yaşamakla itham ederler dururlar…

Kimler?

Sol siyaset yaptıklarını zannedenler. Kendilerini devletin ve bu vatanın sahibi sanarlar. Sosyolojinin değiştiğini fark etmezler.

Buradan, muhalefet partileri, muhalefet yapmasınlar gibi anakronik çıkarımda bulunmamak gerekir.

--------------------

Ara sıra sokak sohbetlerinde kulağıma ilişir…

Bizim insanımız, hâlen neden AK Parti’ye destek vermeye devam ediyor diye…

Gerçekten de bence, hâlâ, AK Parti’nin toplumun büyük bir çoğunluğunda bir karşılığı var: Bu da daha çok Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın liderlik karizmasından kaynaklanıyor.

Türkiye, yıllardır yaşanan kalkışmaları ve millî irade ile egemenliğin nasıl “meşruiyet dairesinin” dışına çıkılarak iğdiş edildiğini biliyor. Hatırlıyor. Bazı şeyleri belleklerden silmeniz mümkün olmuyor.

İnsanları bazı durumlardan ötürü küçümseyerek, işte efendim “ayaklar baş oldu, başlar ayak oldu” gibi sınıfsal bir statü ile ötelediğinizde veya devletin olanaklarından mahrum bırakınca…

İNSANLAR, artık bazı şeyleri yaşayarak ve tecrübe ederek öğreniyor. Akıl tutulması yaşamamak için… Bir kere değil belki kırk kere tartıyor ve ölçüyor.

Uzattığımın farkındayım.

Sol partilerin, artık kendilerini bir silkeleme zamanı geldi de geçiyor. Hani kişisel gelişim kitaplarında veya psikolojik durumların izahında çok rastladığımız bir tabir vardır:

ATALET HÂLİ.

Sol partiler iktidara ortak olmak istiyor ve bir tık ilerisi artık TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ tek başlarına yönetmek gayesindeyseler…

Sıradan insanların taleplerini dikkate almak zorundalar. Topluma öcülerle gelerek, gönül verdikleri partinin bir “umacı” gibi takdim edilmesi…

Vesveselerle ülkemizde siyasete renk katabilmeniz mümkün değil. Evet; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulus-üniter bir yapıda inşa edilmiştir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur. Burada soluk alıp veren, bu vatanın ekmeğini yiyen suyunu içen her kim; hangi sınıftan ve statüden ya da mevkiden olursa olsun “Türk Vatandaşıdır”.

Ama bu husus, ülkemizin çok kültürlülüğünü engellemez. Çok sesliliğini gölgelemez. Artık şu realiteyi bir anlayalım…

Türkiye, ne 80 sonrası ne de 80 öncesi Türkiye’sidir.

Neyse…

Yaşam denen büyük öğretmen…

Kabul etsek de etmesek de dönüşümleri acısıyla tatlısıyla belletiyor.  

Devamı
2023 Seçimleri...

Günbegün ya da anbean ilgilendiğimiz ve konuştuğumuz hususlar şıpından değişiveriyor.

Daha önce “erken seçim” pilavını pişirip pişirip sofraya getiriyorduk…

Şimdi de baktık olmuyor…

2023 seçimlerine gözümüzü diktik.

Vallahi şimdiden bir şey söylemek zor. Ama, yıllardır politika yazmanın veya politik yazı ve yorumlar okumanın verdiği sezgiyle hareket ederek söyleyebileceğim…

Çok büyük, olağanüstü bir vaka olmaz veya suni gelişmelerle ortam bulandırılmaz ise…

AK Parti’nin ipi tekrar göğüsleyeceğini düşünüyorum.

Zaten, şimdiden başlamak üzere seçim tarihi ve dönemine kadar, toplumumuz kutuplaşmış mevzilere göre “seçim totosu” oynayacak.

Muhalefet cenahı, yine bildiğimiz done ve değerler üzerinden siyaset yapacak ve üretecek. Laiklik… Çağdaşlık… Modernlik… Rejimin dayanakları sütunlar: Hukuk Devleti, sosyal devlet ve yine katı laiklik uygulamaları vb.

İktidar tarafına baktığımızda ise… Sanki daha avantajlı olduğunu görür gibiyiz. Hem slogan anlamında hem de propaganda anlamında, AK Parti her zaman bir tık önde oldu.

Seçim arifesinde ve süreçlerinde AK Parti’nin en büyük kozu, bu zamana kadar bina edilmiş hizmetler olacak. Zaten AK Parti’yi iktidarda tutan ve seçmen tabanını iktidar tarafında tahkim eden durum, 20 yıllık zaman diliminde Türkiye’nin hemen hemen her yerinin önemli denilebilecek şekilde “yenilenmesi”.

Bu bağlamda… Sanırım, sağ muhafazakâr düşüncede yaşamına yön verenler, ortaya sürülen polemik ve şaibelere pek prim vermiyorlar.

Bunu, çünkü, her seçim döneminde gördük ve deneyimledik.  

Devamı
Nakıs Hevesler

DIŞ SİYASET bağlamında kamuoyunun dikkati, 14 Haziran Pazartesi günü Sayın Erdoğan ile Biden arasında yapılacak görüşmeye kilitlendi.

Esasında…

Buradan müjdeler beklememek gerek.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi vatanından uzak coğrafyalarda belirlediği ve izlediği siyaset bellidir:

EMPERYALİZM’DİR.

Ne bekliyoruz? Şapkadan tavşan mı çıkacak?

Güya kendilerinin biricik ve tek medeniyet olduğunu savlayan Batı kampı, şimdi de daha önce de çok fena çuvalladı.

Önümüzde duran kriz güya Covid-19 meselesi.

Ama, sanırım ABD’nin öncelikli meselesi, Çin’in artan dünya siyasetindeki özgül ağırlığının dengelenmesi.

Öte yandan, Rusya’nın Çin ile olan yakinen münasebetlerinin de, Transatlantik tarafında rahatsızlık yarattığı aşikâr.

Amerikan Başkanı Biden şöyle bir açıklama yapmış, epeyce zaman önce:

“Demokrasi hem ülkemizde hem de dünyada şu anda tehlikede. Canını veren askerlerimizi nasıl andığımız, demokrasimizin de geleceğini belirleyecek.”

Ne diyeyim?

Amerikan riyakârlığı demek mi lazım?

Şimdi ülkemizde de sanırım, demokrasinin tehlike içinde olduğu hususunda endişeleri olanlar- bunlar acaba CHP ve ittifak yaptıkları odaklar olabilir mi- Amerikan başkanı Biden’ın ağzından çıkacakları merakla beklemektedirler.

Ne ki Türkiye’de ne kadar yadsınırsa da yadsınsın… Bir Recep Tayyip Erdoğan gerçeği var… Ne bileyim Sayın Erdoğan, en azından siyaset dünyasına gökten zembille indirilmedi.

Devamı
Hadsizlik ve Yaşam Tarzları

Okuma yaparken gördüm.

Fark etmemişim.

Nişantaşı’nda bir parkta tesettürlü bir bayan saldırıya uğramış.

Saldırgan, tesettürlü kadına, “seni buralarda istemiyoruz” gibi bir şeyler zırvalamış.

Sonrasında ise…

Fiziki saldırıda da bulunmuş.

Görüyor musunuz? Cürete bakar mısınız? Bu ilk değil ki? Daha önce de yine başı kapalı bir kadına başı açık bir kadın saldırmıştı.

 

Bu durum biraz da siyasetçilerin keskin ve incitici dil kullanmalarından kaynaklanıyor gibi…

Yani nasıl bir had bu: Sizler kimsiniz ki, bir tesettürlü kadını bulunduğunuz çevrede istemiyorsunuz? İşte hani diyorlar ya, mahalle baskısı felan.

“Hayat tarzlarımız” yok edilecek! Hayat tarzları dendiği zaman da bu ülkede nedense hep “Beyaz Türklerin” yaşam standartları akla geliyor.

 

Hani muhafazakâr bir iktidar dönemindeyiz ya… Ama bakar mısınız, güya yaşam tarzları dönüştürülecek olanlar, yine güya muktedir olduklarını zannettiklerine mahalle baskısı uygulamakta.

Yine bu biraz da ülkemizdeki siyaset gündeminin tansiyonunun yüksekliğinden ileri geliyor. Siyasetçilere ve ideolojilerine kızanlar, soluğu sanırım sokakta kendileri gibi olmayanlara baskı uygulamak babında alıyorlar.

Lütfen, biraz daha hassasiyet… Hiçbir kimse bu ülkede kendini diğerlerinden üstün görmemeli/göremez.

Devamı
"Aydın" ve Fikir Dünyası

Uzun yıllardır Türkiye’de siyasi gelişmeleri takip etmekteyim. Özellikle, sol cenahta ve jargonda tezahür eden anlayışı da bir türlü anlamlandıramıyorum.

Türkiye’de 19-20 yıldır muhafazakâr bir parti iktidarda. Ve seçim dönemlerinde, görece olsa da seçim performansını arttırarak, ülkemizde neredeyse kırılması güç bir siyasal başarıya erişmekte.

Şimdi biliyorsunuz…

Covid-19 salgınından ötürü, hem ülkemizde hem de genel olarak dünyada, insanların yaşamlarına direkt dokunan gelişmeler yaşanmakta. İşte… İşsizlik, ekonomik durgunluk, iktisadî büyümede yavaşlama…

Öte yandan, toplumsal yaşamın gündelik pratikleri de alınması gereken tedbirlerden ötürü sekteye uğramakta. Bildiğiniz gibi ne olursa olsun, sol düşünce veya ideoloji tarafında yer tutanlar veya sol partiler; zuhur eden olumsuzlukların düzeltilmesinde tek adres olarak “uluslararası sol değerleri” işaret ederler:

Emekçinin hakkının verilmesi… Hakça paylaşımEşitlik, kardeşlik, özgürlükDayanışma, örgütlenme, sendikalaşma, kamuculuk, toplum çıkarlarının her şeyin üzerinde tutulması…

Öte yandan…

Bu sol aydınlar… Sol görüşe sahip teorisyenler… Ve bu dünya içinde kendini konumlandıranlar…

Sürekli soyut kavramlar ve olgular üzerinden meydanda duran sorunları çözümlemeye çabalarlar.

İşte en aşina olduğumuz olgu ise… “Bu toplum adam olmaz.”

“Aydınlar nerede, Aydın kimdir?”

Sürekli bir nostaljik gezinti içindedirler.

Şimdi şöyle bir dursak ve sorsak:

Gerçekten de “Aydın kimdir?”

Aydın olmak için nasıl bir vasfa sahip olmak lazım?

Tamam, toplumlar; pekâlâ içlerinden sivrilerek parlayan, toplumlarına tıkanma dönemlerinde önderlik eden kişilerce aydınlığa ve refaha erişirler.

*  *  *

Genel kabul olarak bakarsak… Gelişmiş toplumlar, modernleşme safhalarını tamamlamış toplumlar, uhrevi yaşamla dünyevi yaşamı birbirine karıştırmaz. İnanca ait alan, birey ile Yaratıcısı arasındadır.

Bu bağlamda, insanların varettiği toplumların içinde tezahür etmiş sosyal yapıların veya sosyal sınıfların tecrübe edilen sosyolojik, politik, ve dahası iktisadî problemlere yaklaşımları da farklıdır.

Yine, bu sosyal sınıfların ve insanların sahip oldukları yaşam felsefelerine göre; bir siyasal sistem içindeki demokratikleşme çabalarından ve doğaya içkin olan bilimsel faaliyetlerden bile beklentileri farklıdır.

Senelerdir, duyup okur ve dinlerim: Sol görüş, bilimselliği, aklı ve mantığı her nedense hiçbir farklı fikir dünyasına layık görmemekte… Her şeyin ilericiliğini, modernleşmeyi, aklı ve bilimi kendisine temellük etmekte.

*  *  *

Söz konusu, çalışanlar ve emek olgusu olduğunda, alın teri olduğunda, ücret, sendikalaşma olduğunda… Veya demokratikleşme ya da özgürleşme olduğunda… Sağlık, eğitim ve konut edinme hakkı olduğunda, hemencecik kafamız içinde edindiğimiz kalıpların içine hapsolmakta ve bu dar dünyadan olguları değerlendirmekte ve yine “diğerlerini” bizim gibi yaşam tarzına sahip olmayanları “ötekileştirmekte/yabancılaştırmaktayız.”

Acaba…

Boş mu yazdım veya gereksiz ve aslı olmayan şeyleri mi öne sürdüm, bilmiyorum…

Bu ülkede bir insan, hem muhafazakâr hem de din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiği “şuurunda” olamaz mı?

Emekçinin hakkını savunmak ya da işçinin durumu için hüzünlenmek vb hususlarda bir davasının olması durumu, sadece sol görüşe mi aittir?

Yahu bir insan mütedeyyin de olabilir, bir insan ATATÜRKÇÜ de olabilir… Bir insan abdestli de olabilir, bilime ve akla da itimat edebilir.

Böyle insanlara tepeden bakmaya devam ettikçe…

İKTİDAR YOLU zor görünmekte.  

Devamı
Değişim ve Değişmek, Kaçınılmazdır!

Bazen siz de rastlıyorsunuzdur, değişmek ve değişim üzerine sohbet ve tartışmalara...

Bilmiyorum ama, insanın doğasından mıdır yoksa yaşanan coğrafya ve kültürel değerlerden midir; bilemiyorum...

Değişim ve değişmek olduğunda mevzu...

İnsan olarak değişim hususunda bazen çok fazla dirençli olabiliyoruz.

Sosyal medya da olsun... Sohbet aralarında olsun...

Değindiğim hususa kulak misafiri oluyorum.

Şu bir gerçek... “Değişmeyen tek şey DEĞİŞİMİN” ta kendisidir.

Tamam kabul, diyeceksiniz.

Zaten mesele de burada başlıyor.

E hem kabul ediyoruz hem de değişimin yakıcı ve yıkıcı gücünün önünde barikat gibi durmaya meylediyoruz!

Olacak iş mi?

Şöyle tarihsel bir gezinti yapsak ve insanlığın serüvenine bir projektör tutsak...

Ne dirençli ve zorluklarla dolu bir değişimin “aktörü” olduğunu görüveririz.

Tarım toplumlarından Sanayi toplumuna geçişte de benzer dirençler ve ayak diremeler tecrübe edilmiştir.

Düşünsenize... Zaman ilerlerken ve insanlığın doğayı anlamaya yönelik bilgisel birikimleri sistematik olarak geçmişten günümüze doğru aydınlatıcı bir fener gibi dururken...

Neden, değişimin dönüştürücü gücü önünde set olmak?!

Şimdi böyle yazıyorum da...

Sanki, aynı tutucu ve bağnaz tavrı ben kendim de gerçekleştirmedim mi? Hâlbuki en sevmediğim şey, yaşamın pratiklerinin ve insanlığın konforuna sunulan metaların “ışık hızında” değişime uğramasıdır.

Tamam da...

Benim değişimin ve dönüşümün farklılaştırıcı gücünü yadsımam, nihai sonucu etkileyecek mi?

*  *  *

Bu üzerinde sıkıntı yaşadığımız “değişim” ve “değişmek” davranışı veya yaşama “ayak uydurma” tavrı...

Tarihsel devinimin her aşamasında gerçekleşmekte.

Çalışma yaşamından tutun da...

Siyasal sistemlere, rejimlere, kanunlara, kültürel değerlerin insan yaşamlarını etkilemesine varıncaya kadar...

Ezcümle, insana içkin ve merkezinde insanın olduğu bir yaşamsal dinamik içinde, “değişimin” olmamasını beklemek...

(. . . . . .)

 

Küreselleşmenin baş döndürücü bir hızla tüm yerküreyi etkisi altına aldığı bir süreç içinde...

Zaman ve esneklik ön plana çıkmakta.

Zamanı iyi yönetmek ve ne olursa olsun daha fazla “esnek davranış” modelleri geliştirebilmek.

Şimdi... En azından yazı yazma derdinde olan bizler... Hasbelkader gazeteci olmasak da... Ama, gazeteci misyonunda elimizden geldiğince bir şeyler üretme derdinde olan bizler- blogger’lar-:

Türkiye ve dünya gözlemlerimizde, eskinin siyasal pratikleriyle ve paradigmalarıyla...

Bölgemizi veya genel siyasal akışı okumamız veya yorumlamamız olanaklı mı?

Zaman zaman sizlerin de kulağına şu türden lakırdılar takılır: Aman ben gazetemi baskılı okumaz isem, tat alamıyorum, gibi.

Evet, ben de gazeteyi “gazete gibi” elimde fiziki nüshası olarak okumayı, her şeyden daha fazla tercih eden biriyim.

Şimdi düşünsenize...

İleri ve yüksek teknolojinin bu kadar hızla âdeta göz açıp kapayıncaya kadar bir hızda değiştiği “bilgi çağı/toplumları” gerçekliğinde...

Haberin veya olayların anbean “güncellendiği” noktasında, ne kadar direnirsek direnelim, değişim eninde sonunda seni de beni de bu girdabın içine alarak değiştirecektir.

Klasik gazetecilik ile internet gazeteciliğinin aynı “tesiri” yaptığı, iddia edilebilinir mi?

*  *  *

Dediğim gibi...

Bu çağda, telefonun ve bilgisayarın nimetlerinden faydalanmayacağım demek, ne kadar akla yatkındır.

Evet, bazen “akıl tutulması” yaşayabiliriz.

Ama bizim akıl tutulması yaşamamız ya da reddiyeler üzerine kasideler döktürmemiz, neye yarayacaktır?

İşte burada belki de takıldığımız husus/kavram...

Geleneksel-yenilikçi.

Ne Türkiye’de ne de dünyada-tabii ki az gelişmiş ülkeleri dikkate almaz isek- 80’ler anlayışı ile de modern toplum refleksleriyle de yaşama tutunmamız pek ihtimal dışı olmaktadır.

Yine, benim de ilgi alanım olan siyasete dönsek...

Adalet ve Kalkınma Partisi kadroları, herkesin de vakıf olduğu gibi, Erbakan hocanın rahle-i tedrisinde yetişmiş “Millî Görüş” ideolojisiyle yaşamlarına yön vermiş siyasetçilerden terkiptir.

Ama bu realite, 3 Kasım 2002 seçimlerinin getirdiklerini ve sonrası dönüşümleri değiştirebilir mi?

Yadsıyabilir miyiz? Göz ardı edebilir miyiz? Evet, her ne kadar AK Parti kadroları, özellikle Sayın Recep Tayyip Erdoğan; “biz Millî Görüş gömleğini çıkardık” deseler de...

Ve siyaset tarzlarını “muhafazakâr demokrat” söylemiyle konsolide etseler de...

Küreselleşme ve neo-liberal politikaların dünyayı re-organize eden paradigmalarını reddetmemişlerdir.

Ben burada, küreselleşme ve liberal politikalar vasıtasıyla bölgelerin veya genel manada dünyanın ne vicdanî ne de ahlâki ve yine insanlıktan yoksun sözde demokrasi, hukuk ve insan hakları götürme ulvi siyasetini yüceltmiyorum! Zaten, emperyalizmin ne menem bir şer odağı olduğunu bu köşede, izaha yer yoktur. “Google amcadan” bu minvalde mebzul miktarda yazı okumanız mümkündür.

Ezcümle, ne kadar gelenekçi de olsak, maziye de özlem duysak, değişim insanoğlu yeryüzünde olduğu müddetçe “hükmünü sürmeye” devam edecek.

Değişimin veya dönüşümün biz insanların rızasını almak gibi bir derdi de yok. Yükselen trendlere uygun olarak; mesela “hayat boyu eğitim”, yaşamın her merhalesinde kendini geliştirme gibi beşerî sermayeye katkı sağlayarak, bu dünyadan “hoş bir seda bırakarak” ayrılmak, sanki akla daha yatkın.   

Devamı
Medya ve Siyaset İlişkileri

Medya ve siyaset ilişkileri ile medya ve ordu ilişkileri memleketimizde çok fazla çene yorduğumuz alanların başında gelmektedir.

Medya gücü, ülkemizde siyaset ile olan ilişkilerde bir baskı gücü olarak kullanılmıştır. Bunun için çok gerilere gitmeye gerek yok.

28 Şubat dönemi ile, AK Parti’nin iktidar olduğu dönemlerde, medya sahipleri, medya ahlâkını hiçe sayarak, ekonomik çıkar sağlamak maksatlı yayın/yayımlarla iktidarları zor durumlara düşürmek için uğraşmışlardır.

Haberciliği ve kamu hizmetini, kendi iş kollarında menfaat temin etmek babında işletmeleri, devlet yardımlarından olsun, devlet teşviklerinden olsun, yine hazine arazilerinden olsun faydalanmak için, sahip oldukları gazete ve televizyonlarda “yanlı” yayıncılık/yayımcılık yapılmasını bizzat işadamları talep etmiştir.

Burada bir başka husus, medya sahipliğinin sermaye edinme veya servet birikiminde yatmaktadır. Özellikle, 80’lerden sonra gazete patronlarının gazetecilikten ziyade, iş dünyasından gelmeleri, gazetecilik faaliyetlerinin yanı sıra, dönemin vazgeçilmez sektörleri olan bankacılık ve enerji alanlarında da aktif olmaları, medya ve yayın/yayım yapısını, kamu yararından ziyade özel şahsiyet ekseninde ifa edilmesine döndürmüştür.

Hatırlamak da fayda var: Zamanında çok güçlü olan medya sahipleri, özellikle 28 Şubat dönemi ve koalisyon hükümetlerinin dönemlerinde, “manşetlerle” iktidar kurup, hükümetler devirmekteydiler.

Yine ordu ve medya ilişkileri de ülkemizde sorunludur. Döneminin kudretli ve güçlü paşalarının, nasıl medya çalışanlarına bağırdığı, ya da düzenlenen basın toplantılarında, kamunun haber alma özgürlüğü diyebileceğimiz hakkı nasıl tırpanladıkları bilinen hususlardır.

Türkiye’de iktidar sahipleri, nasıl ki “devleti” ele geçirilecek bir yer olarak addetmekteler, günümüzde de medya sahipleri, kendilerini baskı grubu olarak lanse ederek, hükümetlerden ekonomik çıkar peşinde koşmaktalar. Neyse ki ülkemizde her şeye rağmen, gazetecilik yapmaya çabalayan, haber alma özgürlüğünden ödün vermeyen, esasında, basını bir “silah” gibi kullanmayan ilkeli ve etik değerlere sahip medya kuruluşları da var.

 

Devamı
Türk Siyasetinin Marazaları

Türk Siyasal Hayatı sürekli bir badire ve krizlerle geçmiş. Türk siyasetine şöyle baktığımızda, siyaset nehrinin hiç doğru düzgün yatağında akamadığını görürüz.

Siyaset, ülkemizde nedense daha çok “karşıtlıklar” ve “etki-tepki” ekseni üzerinden sürdürülmüş. Siyasette yer alan siyasal partiler, yine her nedense milletimizin mukaddes değerlerini kullanarak, siyaset etmekten de imtina etmemişlerdir.

Türkiye’mizdeki siyasetin ana sorunlarına ve yapısal noksanlıklarına bir baksak… Öncelikle, siyaset kurumunun doğru düzgün ayaklarının üzerinde durmadığını müşahede ederiz. Ya içeride siyaset kurumu dışındaki aktörlerin, siyasete müdahalelerini görürüz, ya da sınırlarımız dışından emperyalist ülkelerin, siyasetimizi dizayn etme gayretkeşliklerine tanıklık ederiz.

Türkiye’de siyaset iki ana akım üzerinden seyretmiştir. Bir tarafta arkalarına köy ağalarını, çiftçileri, unutulmuşları, bir kenara itilmişleri alan sağcı/sağ partiler… Bir tarafta daha evrensel değerler üzerinden siyaset gütmeye çabalayan; özellikle temel insan hak ve özgürlükleri, demokrasiyi, hukuk devletini, sivil toplumu, erkler ayrılığını, işçi haklarını, toplumsal dayanışmayı gözeten sol/sosyal demokrat partiler.

Bu iki akım üzerinden siyaset merkezleri, “üretebildikleri” kadar siyaset üretmişlerdir. Türk siyaseti üzerinde duracağım ilk husus, siyasetçilerimizin, nedense siyaset yaparken pek “samimi” olmamalarıdır. Siyasal değişimler ve kırılmalar Türkiye’de, hep yeni bir sayfa açma vaadiyle yeşermiştir.

Genç Cumhuriyet Türkiye’sinde 1946 yılına kadar tek parti iktidarı mevcuttu. Bugün, siyasal gücü elinde bulunduran muktedirlerin sürekli eleştirdikleri İsmet İnönü sayesinde, ülkemiz çok partili demokratik yaşama geçebilmiştir. Yani, o çok eleştirdikleri “Milli Şef” İsmet İnönü, tek adamlıkta ısrar etseydi, ülkemiz çok partili demokratik parlamenter rejimi tecrübe edebilir miydi?

* * *

Türkiye’de 1946 yılında, İsmet İnönü’nün çok partili yaşama geçiş iradesi, aslında siyaset deneyimimiz açısından da pek çok şeyin miladı olmuştur. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP), böylelikle demokratik kültürün yeşermesinde, çoğulculuğun içselleşmesinde, oydaşma gibi siyasal hareketlerde öncü olmuştur.

Demokrat Parti’nin iktidarı, geniş kitlelerin siyasete eklemlenmesi durumunu doğurmuştur. Bu bağlamda, ilerleyen dönemlerde, sanırım insan olmanın bir zaafı, beşer şaşar misali, DP’nin iktidarının o ilk dönemki parıltılı zamanları gitgide ivme kaybetmiş, ve siyasal hayatımızda hiç istemeyeceğimiz hadiselerin de baş göstermesine neden olmuştur.

Buradan gelmek istediğim husus… DP, geniş kitlelerin çaresizliğinin, adam yerine konmanın bir temsiliyeti iken, birden toplum üzerinde tahakküme yönelmesi, farklı seslerin kısılmasına yönelik girişimlerde bulunulması, meclis içinde DP milletvekillerinden oluşan bir “Tahkikat Encümeninin” oluşturulması ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasetsizliğe iteklenmesi gibi nahoş hadiseler, gelecek bağlamında siyasetimizin aksının kırılmasına ve seçmen vatandaşların da sömürülmesine neden olmuştur.

Türkiye’de siyaset kurumunun aşınması ve siyasetçilerin varlık nedenlerini unutmaları, Türkiye’de siyasetin dediğim gibi mecrasından sapmasına neden olmuştur. Her şeyden önce, belki de zamanlama babında erken geçilen çok partili yaşamın içselleştirilememesi, siyasetçilerin hem içte hem de dışta dönem dönem esen rüzgâra ram olmaları, tarihte çok kayıplara ve acılara vesile olmuştur.

İşte Türk siyasal hayatında, ordunun, askerlerin siyasete müdahil olmaları, kendilerine “görev biçmeleri”, kendilerine misyon belirlemeleri gibi hukuk düzeninin dışındaki gelişmeler, siyasetimizin üzücü olaylarla anılmasına da neden olmuştur.

27 MAYIS 1960 ihtilali, siyaset tarihimiz açısından bir “kara lekedir”. Benim kendi şahsi görüşüm bu yöndedir. Öte yandan, siyaset yelpazesinin sol kesiminde yer alanlar açısından ise, 1960 ANAYASASI, döneminin çağdaş anayasası diye adlandırılan bu anayasa, bu ihtilalin bir sonucudur. Ne olursa olsun, siyasi saiklerle bir dönemin lekelenmesi ve siyasetçilerin idamı kutsanamaz.

* * *

27 Mayıs darbesi, dediğim gibi, ilerleyen dönemlerde askerler nezdinde, siyasetçinin güvenilmez biri olduğu algısını doğuracak, hatta siyaset kurumunun siyasetçilere bırakılamayacağı, ve yine hatta memleketi siyasetçiye rağmen yönetmenin zihni dünyasını inşa edecektir. Bu ihtilal dönemleri, ilerleyen dönemlerde de etki-tepki meselesi üzerinden yine ülkemizde çok acı olaylara-idamlara- neden olacaktır.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan darbe teşebbüsleri, artık Türkiye’de siyaseti dizayn etme araçları olarak kullanılacaktır. Genç Türkiye Cumhuriyetimiz, neredeyse her 10 yılda bir ihtilal kâbusu yaşamış, siyasal ve ekonomik istikrardan da arka kalmıştır. Bu bağlamda, Demokrat Parti’nin öngörüsüz ve hırslara yenik düşen politikaları sonucunda, darbe dönemlerinin açılması, ve vesayet denen rejim unsurunun yaşamamıza girmesi, siyasetin kendi göbek bağını kendi kesememesine sebep olmuştur.

Sağ ekol tarafından sürdürülen siyasalar nasıl ki siyasette bir dejenerasyona neden olmuşsa… İlericilik ve devrimcilik adına yapılan askerî hamleler de ülkemizin demokrasi ve sivil siyaset algısını kötü etkilemiştir. Siyasetimiz nedense dediğim gibi, bir bakıma rövanş histerisi ve tepki üzerinden yol almıştır. Sağcı ve İslamcı dediğimiz siyasal hareketler, 70’li yıllarla beraber canlanmış, DP’nin devamı gibi bir algıya neden olmuşlardır.

Kentleşme ve modernleşme ile beraber siyasetimizin rengi de değişime uğramıştır. Öncelikle sağ partilerin köy ağalarıyla ortak hareket etmeleri, ve çok büyük bir parametre olan cemaatlerin siyasete eklemlenmesiyle, siyasetin işlevi ve gayesi de değişmiştir. Devlet arazilerinin aşırı kentleşme ve gecekondulaşma yüzünden yağmalanması ve talan edilmesi, öncelikle yukarıdan aşağıya sonra da aşağıdan yukarıya yağma siyasetine neden olmuştur.

Popülist siyasetçilerin demagojiye ve mukaddes değerlere yönelmeleri, masum seçmen vatandaşlarımızı slogan ve propaganda ile uyutmaları, ilerleyen süreçlerde siyasetimizin yozlaşmasına ve siyaset kalitemizin de vasatlaşmasına neden olacaktır. Türkiye’de şöyle baktığımızda, din-tarım toplumundan geçmiş bir devlet olmamız ve toplumumuzun gelenekleriyle moderniteyi bağdaştıramaması, siyaseti, siyasetçiler açısından akçeli işlerde de kullanılması için elverişli bir araç yapmıştır.

* * *

Merhale merhale ilerlediğimizde, siyasetin içinde iki farklı amaç dışı girişimlerin olduğunu görürüz. Her şeyden önce, ülkemizin Müslüman olması hasebiyle pragmatist siyasetçilerin, siyaset düsturlarını mukaddes İslam dinimiz üzerinden yürütmelerine vesile olmuştur. Yani, darbelerle ve sokak çatışmalarıyla istikrardan ve huzur ortamından uzaklaşan Cumhuriyet Türkiye’miz, camii ve kışla ikileme arasında kalmıştır.

İdeolojilerine ve dünya görüşlerine aykırı olmalarına rağmen, işbaşına gelen sağ partiler, nedense liberal ve kapitalist ekonomik politikaların dümen suyundan gitmişlerdir. Dediğim gibi, kentleşme ve kırsal kesimlerin boşalmasıyla beraber Türkiye’nin sosyolojik yapısı değişiyor ve siyasette bu değişen sosyolojik yapıya istinaden kendine rol biçiyordu. İslami partilerin 70’li ve 80’li yıllarda güç kazanması ve yavaş yavaş, “sindire sindire” siyaset kurumu içinde yer almaları, toplumumuzun siyasal davranışlarında ve seçimlerinde de etkili oluyordu.

İşte bizim siyaset kültürümüz her nedense bize benzemekte ve bize has özellikler taşımaktadır. Siyasal yozlaşmalar, siyasetçiye güvenin yerlerde gezinmesi, kentlerde öbekleşen yoksul ve yoksun geniş kitlelerin sömürülmesi, tüm bunlar siyasi kalitemizin düşüklüğüdür.

Demokrasi, kurum ve kuralların olduğu bir yönetim biçimidir. Demokratik bir rejimde keyfiyete asla yer yoktur. Demokrasi, vatandaşların siyasal haklarını belirli bir dönem için yine kendileri gibi olan vatandaşlara- yani siyasetçilere- devretmesidir. Dediğim gibi çağdaş bir demokrasi ve hukuk devletinde kurum ve kurallar vardır. Siyaset, siyasetçiler tarafından yürütülür.

Ama, Türkiye’de siyasetçilerin, milletin saf ve temiz duygularını, kendi emelleri ve hedefleri için istismar etmeleri ve dahi sömürmeleri, ülkemizde dörtbaşı mamur bir siyasal rejimin olgunlaşmasına engel olmuştur. Siyasetçilerin güvenilmez insanlar olduğu algısının yaratılması, ülkeyi dönem dönem bataklıklara sürüklemeleri, esasında ülke idaresinde nepotizme ve popülizme kaymaları, işte bizim yıllardır marazalarımız olan, cemaat ve tarikatlar ile ordunun, ülke yönetimine ortak olmalarına neden olmuştur.

İşte “askerî vesayet ile jüristokratik vesayet” siyaset içinde etkinlik kazanmaya başlamıştır.

* * *

Türk Silahlı Kuvvetlerin, siyasal sistemde ve ülke idaresinde etkin olması, onun cumhuriyetimizin kuruluş aşamalarında başat rol oynamasından gelmektedir. Ordu, ülkemizin Anadolu coğrafyasında en baştan ulus-devlet modelinde kuruluş aşamasında en büyük hizmetleri göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter ulus devlet modelinde inşa edildiğinden, bu bağlamda ordunun kendisini tarihten gelen bir anlayışla rejimin yegâne banisi addetmesi, meşhur TSK İÇ HİZMET KANUNUNUN 35. maddesinden dayanak alarak siyasal işleyişe müdahale etmesinin meşruiyetini yaratmıştır.

Tüm bu ilerlemeler bağlamında, artık ordumuz, 27 Mayıs darbesinden itibaren heran tetikte olmak kaydıyla Türk yurdunun savunulması ve kollanmasında kendine politik misyonlar da biçmiştir. Soğuk Savaş dönemi boyunca, ülkelerin dahil oldukları ittifaklara binaen, yani S.S.C.B’nin dağılmasına kadar Batı kampında tehlike “komünizm” idi, bu doğrultuda da ordu tavrını sol ideolojilerin tehdit algısına göre tanzim ediyordu. Yine ordunun bir diğer tehdit algısı, 83 yılında başlayan bölücü terör örgütlerin faaliyetleri idi.

Genel olarak söyleyecek olursak… Türkiye’de tehdit algısı ve varlık nedeni olarak ordunun siyasete müdahil olması, biraz da siyasetçilerin basiretsizliğinden, hukuk zemininde doğru dürüst memleket işlerini halledememelerinden, yine kendi hırslarının kurbanı olarak sistemin tıkanmasına neden olmalarıdır.

1980 dönemi sonrasında, komünizm tehlikesinin ortadan kalmasından sonra, ordunun yeni tehdit algısı, bu sefer “irticai faaliyetler” üzerinden olumlanmaya başladı. Yeni öcü bu sefer İslami partilerin laik demokratik rejimi 29 Ekim 1923 öncesine rücu edecekleri inancıydı.

Biraz da politikacıların adamsendecilikleri ve siyasal ahlâktan yoksunlukları, siyasetin epeyce yozlaşmasına, seçmenin göç ettiği kentlerde içine düştüğü açmazlarda cemaatlerin ağlarına düşmelerine, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya yağma ve talan düzeninin olağanlaşmasına, dinin ve kışlanın siyasette etkinliğine ivme kazandırmıştır. Türkiye, siyasal yozlaşmanın olduğu dönemden beridir, camii-kışla arasında sıkışıp kalan siyasal düzende, laik demokratik cumhuriyetini hem içeride hem de dışarıda ayakta tutmaya çabalıyor.

 

Devamı
Big Game(?)

Neredeyse 2 yıldır tecrübe ettiğimiz Covid-19 salgını üzerine tevatürlerin biri bin para!

Bildiğiniz gibi…

Kimileri; bunu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünyaya yeni bir oyuncu ama güçlü bir oyuncu olarak girmek için ürettiğini ileri sürüyor.

Amerika Birleşik Devletleri cephesinden bakıldığında ise durum, nüfus politikalarına kadar vardırılıyor.

Geçenlerde sabah gazetesi yazarı Sayın Mehmet Barlas’ı okurken öğrendim. Çin yönetimi daha önceki nüfus politikalarına yönelik uygulamalarından vazgeçmek üzereymiş. Çin nüfusu beklenenden daha hızlı yaşlanıyormuş. Çin yönetimi, çocuk doğumunu teşvik etmek adına epeyce yüksek bir parasal ödeme yapmaya hazırlanıyormuş.

*  *  *

Bilmiyorum ama, olaylara farklı açılardan bakmaya meyilli yazarları okuduğunuzda… Özellikle, yine sabah gazetesi yazarı Sayın Haşmet Babaoğlu, bu son dönemlerde yeryüzünü şekillendirme “operasyonlarına” dikkat çeken epeyce yazı kaleme aldı.

Demem o ki… Ne sadece o ne sadece bu… İhtiyatlı olmak “zorundayız”. Sonuç itibariyle küresel güçler, insanlığı bir girdabın içine çekmeye çalışıyorlar. Bu yaşadığımız salgın ister İLAHİ BİR ADALET neticesinde tecelli etmiş olsun isterse de laboratuvar ortamında insanlığın geleceğine musallat edilmiş olsun… Sanki fazla bir şey değişmeyecek gibi. Sonuç itibariyle “gizli eller” sütre arkasından, insanlara neye inanmaları gerekiyorsa o minvalde bir dekorasyon sunmakta.

Esas itibariyle gerçekten de artık 21.yüzyıl bağlamında yeni dengeler kurgulanmakta. Amerikan cephesinde de Çin cephesinde de birbirini itham eden salvolar ama, esas itibariyle sanırım çok daha farklı bir düzen kurgulanmakta.

Esasında biz bunlara aşinayız. Yıllardır seslendirilen ve yazılan senaryolar bunlar: İnsanların âdeta robotlaştırılacakları, anbean takip edilecekleri vb…

*  *  *

Yine bu bağlamda, gelişmeleri imbikten geçirip süzdüğümüzde, karşımıza çıkan manzara…

ULUS DEVLETLERİ hedef almakta.

Bir şekilde ortam bu şekilde “bulandırılmakta” ve büyük oyun için oyunun parçası olamamış veyahut oyuna dâhil olmakta direnen uluslar, bir şekilde terbiye edilmekte.

Öte yandan BİZİM MAHALLEYE bakıyoruz, yani ülkemize… Hiçbir şey değişmiyor.

Özellikle muhalefeti anlamıyorum… SEÇİM de SEÇİM diye diretiyorlar. Sığ politika gütmek sanırım böyle bir şey. Seçime yönelik ufukta herhangi bir şey belirmemiş.

Aslında buna kendi kendine gelin güvey olmak denir.

Bir de şu var, dikkat ediyor musunuz, muhalefet cenahı neredeyse her gün şikâyet ediyor. Sanırım, eleştirmek ve yanlışları belirtmek ile şikâyet etmek arasında fark vardır.

Şöyle düşünüyorum da, uluslararası boyutta kartların yeniden karıldığı, oyuncuların bukalemun gibi deri değiştirdiği bir “süreçte”, iktidar olarak bir ülkeyi yönetmek mi veya muhalefet olmak mı kolaydır?

Siz de hatırlayacaksınız… Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeri geldiğinde Türkiye’de siyasetçi olmaya yönelik olarak; siyasetçinin iki gömleği vardır, biri ‘bayramlık’ diğeri de ‘idamlık’ diye, ifadesini kullanır.

Gerçekten de yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreği itibariyle Türkiye siyasetine damga vuran bir AK Parti ve Sayın Erdoğan gerçeği vardır. Gerçekten de Türkiye’de siyasetçilik, bir tık ileri liderlik vasfını 20 yıldır artan bir ivme ile sırtınızda taşımanız, bence hakkı verilmesi gereken bir reelpolitiktir.

Bence, bugün itibariyle… Muhalefet partileri şikâyet etmek yerine, vizyonları daha geniş açılı olmak kaydıyla ülkemiz adına neyi “farklı söyleyebiliriz”; kitleleri nasıl “daha iyi ikna edebiliriz” ve dahası masada duran sorunlar minvalinde orijinal bir çözüm sunabiliriz, diye beyin jimnastiği yapmak durumundadır.

Çünkü, ortada duran salgın da sütre arkasında döndürülen dolaplar da sadece iktidarları hedef almamaktadır…

  

Devamı
Evet, Muhalefet Ama Nasıl?

Klişe bir laf ama çok doğrudur:

Siyasal partiler, demokrasinin “vaz geçilmez” unsurudur.

Yine…

Bir siyasal sistemin/modelin “demokratik” olduğunu, bence, o ülkede muhalefet var mı yok mu, burada aramak gerekir diye, düşünmekteyim.

Muhalefetin olmadığı; muhalefet hakkının engellendiği bir rejim, zaten ne demokratiktir ne de insan hakkını gözetir.

Böyle bir sistem olsa olsa…

Diktatörlüktür; teokrasidir veya benzeri idari yönetim biçimleridir.

 

Öte yandan…

İktidara namzet, bir ülkeyi yönetmeye aday bir siyasal partinin de, stratejisi olsun, vizyonu olsun veya hedefleri olsun…

O ülke içinde olmalıdır.

Demek istiyorum ki… “Amaca giden her yol mubahtır” düsturu, siyaset tarzı olarak benimsenmemelidir.

Tabii ki bu önerme, iktidar için de geçerlidir.

Özellikle…

Türkiye’ye baktığımızda, muhalefetin senelerdir seçim kazanamamış olması ve tabanını iktidara gidecek yolda tahkim edememesi… Yanisi, şimdi düşünün bakalım: CHP, sadece kıyı bölgelerinden teveccüh görerek, söylem ve programlarında daha kuşatıcı bir izlence takip etmeden, ülkenin dümenine geçmesi olası mıdır?

Bugün bakıyoruz…

Siyaset kurumunun içine…

Muhalefet partilerinin, daha çok dışarıdan kurgulanacak bir oyun içinde “iktidar” olma hevesi var.

 

Şimdi…

Bu sol partiler, biliyorsunuz, sömürüye, hegemonyaya ve emperyalizme kökten karşıdırlar.

Yani “küreselleşme” ile ivme kaydeden ve yirmibirinci yüzyılda revize edilen neo-liberalizm ve neo-emperyalizm ve yine neo-kapitalizm, bu devrimci partilerin en büyük düşmanıdır.

Ama bakıyorsunuz…

Son dönemlerde, müzmin muhalefet partileri, toplum içerisinde yeterince seçmen kitlesini büyütemediğinden, yanisi iktidar olabilmek babında “Esmer Türklerin” ya da Anadolu burjuvasızının desteğini bir türlü arkasında göremediğinden…

Daha çok küresel siyaset dizaynı yapan odaklarının ağzına bakmaktalar. Amerika Birleşik Devletleri’nin nasıl bir devlet olduğu ve dünya üzerindeki emellerini artık bilmeyen yok.

ABD, dünyanın ağabeysidir.

ABD, dünyanın jandarmasıdır.

Eğer dünyamız bir apartmansa, bu apartmanın en muktedir ve kudretli sakini de ABD olduğundan, apartman sakinlerinin ABD’ye ram olmaları gerekir.

Amerikan başkanı Trump iken, muhalefet partileri yeri göğü inletiyorlardı: ABD’nin hiçbir şekilde dost ve müttefik bir ülke gibi davranmadığı ve hareket etmediği…

İşte Türkiye Cumhuriyeti Devletini tehdit ettiği… Ama nedense, ABD’de yönetim demokratlara ve dolayısıyla BİDEN’a geçince, özellikle CHP cenahı, ABD’den atraksiyonlar bekler oldular.

Evet… Şuan için Türkiye çok iyi olmayabilir. Unutmayalım, Covid-19 salgını sadece bizim ülkemizde varlığını sürdürmüyor. Ekonomiden tutunda yaşamda maruz kaldığımız birtakım problemler, sadece bizlere mahsus bir husus da değil.

Makyavelist bir siyasal stratejiyle ülkemizde iktidar olmak, belki geçmiş dönemlerde olası idi. İçinden geçtiğimiz dönem, zaten çok çetrefilli bir süreçken, bizlerin iktidar olabilmek için, ülkemizin, devletimizin ve dahası milletimizin üzerinde heveslerimizin olması, kabul edilemez.

 

Devamı
Erken Seçim Mi?

ERKEN SEÇİM yapılır mı?

Şuan için en birinci önceliğimiz…

Bir bakıma papatya falı açılıyor neredeyse!

Şimdi erken seçim deniyor da…

Bu, biraz sanki karşılıksız aşk gibi bir şey.

Dikkat ediyorsanız, erken seçim isteyen taraf:

Cumhuriyet Halk Partisi ve ittifakları…

-  -  -

Şöyle baktığınızda…

Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi, yani CUMHUR İTTİFAKI neden seçime gitsin ki?

Eğer olayları çok sığ sulara çekerek değerlendirirseniz ve halkın büyük çoğunluğu “erken seçim” istiyor derseniz; güya seçim anketlerinde böyle sonuçlar çıkıyormuş… Gündem mühendisliği yapmış olursunuz.

Ben, Cumhur ittifakının erken seçime gideceğini hiç sanmıyorum. Muhalefet tarafından seslendirilen erken seçim türküsü, iktidar cenahında sanırım sinek vızıltısı etkisi yaratmakta.

CHP’nin bir erken seçim için stratejisi nedir?

Var mıdır?

-  -  -

Pekii, CHP ve çevresindeki partilerin seçime yönelik vizyonu nedir?

Bakıyorsunuz, sol parti ve yazarlarının sürekli gündemde tuttukları maddelere:

Laiklik, rejim-güçlendirilmiş parlamenter rejim vb…

Vitrinlerinde ne var? Tabii ki daha çok Sayın Erdoğan düşmanlığı…

Başka başka… Ihh… Yok.

Vitrinsiz ve halka yaslanmayan politikalarla iktidara gelmek, biraz zor gibi.

Tabii siz, bir yıldır esnaf ziyaretlerini halkla içiçe olmak addediyorsanız.

Başka.

 

Devamı
Vefa Semt İsmi Miydi?

POLEMİK üretmekte yani üzerimize yok!

Yıllardır sorgularım ama, bir türlü anlamam:

Bu ülkenin vicdanlı, sağduyusu yüksek ve tarih şuuru olan insanlarını/yurttaşlarını tenzih ederim...

ATATÜRK düşmanlığı neden yapılır?

Yahu şu demokrasi kumkuması olduklarını zanneden Amerika Birleşik Devletleri kadar bile mi bizim toplumumuzda ahde vefa duygusu yoktur?

Biliyorsunuz, zamanında...

Ülkemizde bir “üst kimlik” ve “alt kimlik” tartışması yaşanmıştı.

Hiçbir etnisiteye şoven üstünlük vermeden, bizim üst kimliğimiz “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır”. Öyle değil midir?

Devlet nazarında itibar gören ve artık tartışma ve polemik götürmeyecek hususların başında, ülkemizin ebedi ve değişmeyecek kurucusu MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’TÜR.

Aynı zamanda, ülkemiz laik bir devlet olduğu kadar, yurdumuz insanlarında anlam bulan İslam dininin de bence en güzel yaşandığı vatandır. Demek istediğim, ülkemizdeki insanlarımızın kahir ekseriyetinin Müslüman olduğudur.

Gelmek istediğim nokta...

Vatanımızda, Mustafa Kemal ATATÜRK de bir “üst değerdir” ve hakarete veya karalamaya açık bir konu başlığı değildir. Elbet rejimimizin banisi ATATÜRK de bizler gibi bir insandır ve mutlaka kusurları olmuştur. Zaten bunlar kamuoyunun ilgilerince tartışılır ve değerlendirilir.

Öte yandan, hiçbir kimseye zorla ATATÜRK sevgisi “aşılanamaz”. Tabii ki gönül ister ki, dünyanın muktedir güçlerinin bile cumhuriyet rejimimizin kurucusuna tarihte verdiği değeri, toplumumuzun hemen hemen hepsinin de vermesidir. Dediğim gibi zorlama yöntemlerle insanlara bir şeyi kabul ettiremezsiniz. Bu, ancak olsa olsa “dayatma” olur. Ama, ülkemizin kurucusuna “saygı göstermek”, en azından insan olmanın bir asgari vasfıdır, diye düşünmekteyim.

Ülkemizde dinimiz İslamiyet de, çok mukaddes ve hiçbir şeyle mukayese götürmeyecek biçimde müstesna olarak halkımızın gönlünde yerini almaktadır.

Demek istediğim, gündem mühendislerine malzeme çıkarmayalım.

Nokta. 

 

Devamı
Çağdaş İnsan...

ÇAĞDAŞ İNSAN; emeğinin yüceliğine, düşünce özgürlüğüne, demokrasinin erdemine inanan ve bunun için de savaşım veren kişi demektir.

Toplumun mutluluğu için çalışmayan, çabalamayan, gayret göstermeyen, vurdumduymaz, kendini geliştirmeyen, kimliğini egemen kültürün tahakkümüne terk eden insan, “Çağdaş” olamaz.

İnsan, kendine dayatılan acımasızlığa ve baskıya karşı tepkisini koyabiliyor, çürüyen değerler içinde yeni bir devinim içine girebiliyorsa çağdaş insandır.

Yaşam durağan olamayacağına göre çağdaş insan, bu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmemelidir.

Türkiye, “Çağdaşlaşmaya” ve “Çağdaş İnsan/Vatandaş” oluşturmaya Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Cumhuriyet devrimiyle başlamıştır.

Tabii ki daha önceleri de Türkiye için çağdaşlaşma hamleleri atılmış; fakat bu yapılan reformlarda istenilen başarı elde edilememiş, yenilikler reformcu kişilerle anılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun gerçekleştirdiği 17. ve 18. yy.daki yenileşme hareketleri de, sanırım “Çağdaşlaşma” adına olmuştur… Demin de belirttiğim gibi sadece yenilikçi kişilerin çabalarıyla gerçekleştirilmiş olduğundan ötürü de, istenilen başarı elde edilememiştir.

Türkiye, çağdaşlaşma ve muadil devletlerin düzeyine çıkma serüvenine “Cumhuriyet Devrimiyle” başlamıştır, diyebiliriz.

-  -  -  -  -

Bugünün Türkiye’si, Atatürk’ün zamanına göre hayata geçirdiği önemli değişikliklerle hâsıl olabilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması ve Cumhuriyet rejiminin ilanı, ülkemizi daha “çağdaş” yönetebilmek adınaydı…

Saltanat ve Halifelik makamlarının ilga edilerek egemenliğin millete devredilmesi ve Türkiye’nin geleceğinin demokratik teamüller gereği millet iradesinin uhdesine tevdi edilmesi, sanırım “Çağdaşlaşma” hamlelerimizin kilometre taşlarının en önemlileri idi…

Böylelikle, çağdaş insan/vatandaş oluşturulması yolunda önemli adımlar atılmıştır.

Her ne olursa olsun ülkemiz, çağdaşlaşma yolundan taviz vermeden yoluna devam etmiştir.

Bunca demokratik yaşamın kesilmesine yönelik ara rejim diyebileceğimiz darbe teşebbüsleri ve darbelere rağmen ülkemiz, rotasını daima çağdaşlaşma yönüne kırmıştır.

Acaba, bugün için de “çağdaşlaşma” hedefimiz devam etmekte mi?

Kul ve köle anlayışından “Vatandaş” mertebesine yükselen insanlarımız, bu zamana kadar gerçekleştirilmiş çağdaşlaşma hamlelerinin ve hareketlerinin farkında mıdır?

Cumhuriyet devrimi, ülkemizin en önemli çağdaşlaşma atılımı idi… Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıllarca hüküm süren varlığının, dramatik şekilde son bulması, emperyalist devletlerin bu coğrafyalardaki bitmez-tükenmez hırsları ve hedefleri, herkesin kolaylıkla kotaramayacağı bir “Türk Mucizesinin” var edilmesi…

Evet, bu Türkiye için çok önemli bir dönüşüm idi…

-  -  -  -  -

Çağdaş insan, toplumda meydana gelen gelişmelerden asgarî seviyede dahi olsa haberdar olmalıdır.

Çağdaş insan, düşünmeli ve sorgulamalıdır…

Çağdaş insan, kendisine bir şeylerin dayatılmasına izin vermemelidir…

Çağdaş insan, ülkesinin müdahil olduğu konularda ve gelişmelerde millî bir tavra ve düşünceye sahip olmalıdır.

Aynı zamanda… Çağdaş insan

Evrensel hukuk kurallarına inanmalı, demokrasinin erdemini bilmeli ve temel hak ve özgürlükler bağlamında elinden gelen siyasal savaşımı da vermelidir.

Çağdaş insanın duyargaları sürekli açık olmalıdır. Ülkesinde ve dünyada cereyan eden gelişmelere karşı kayıtsız ve duyarsız olmamalıdır…

Bilmem farkında mısınız?

Türkiye’de estirilen değişim rüzgârlarının şiddeti arttıkça, “Değersizleştirme” süreci de hızlanıyor.

En anlamlı ve önemli değerlerimiz bile, değersizleştirme furyasından payını alıyor(!)

Bu bağlamda topluma için için işleyen “Kayıtsızlık” duygusu da, endişe verici boyutlara ulaşmakta…

Geçmişte, ülkemiz ve toplumumuz için önemli olan ve hatta lafı edildiğinde bam telini sızlatacak hususlar, artık gündeme bile gelemiyor!

Gündeme gelenler ise, yeterince ilgi göremiyor.

İlginç değil mi?

Ülkemizin geleceğini, birliğini ve bütünlüğünü yakından ilgilendiren konular, medyada genişçe yer bulur, kamuoyunun duyarlılığı hep üst düzeyde tutulurdu…

Sanki… Şimdi bir yozlaşma ve değer kaybı yaşıyoruz…

-  -  -  -  -

Evet…

Medya ve ülkemizdeki misyonu gündemimizi çarçabucak değiştirmekte pek mahirce kullanılmakta.

ATATÜRK, okullardan ve toplumun hafızasından silinmek isteniyor.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yerine, çakma lider konmaya çalışılıyor.

Atatürk’ün çağdaş Türkiye’si; hırs ve ihtiraslarına yenik düşmüş, emperyalist güç odaklarının güdümünden kopamayan politikacılar vasıtasıyla, sanki her gün geriye götürülmeye çabalanıyor…

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün çağdaş Türkiye’sinin çağdaş yurttaşları, yurttaş oldukları unutturularak, tam bir itaat ve biat ile tekparti “Yoldaşı” yapılmaya çalışılıyor.

Çağdaş insan, kendisine zülüm eden, kendisine bir şeyleri dayatan, kendi yaşam tarzına saygı duymayan, çeşitli vesilelerle mahalle baskısına cevaz veren siyasal zihniyetlere “boyun” eğmez.

Eğmemelidir de…

Çağdaş Türkiye’nin çağdaş insanları, bakalım ne kadar “Çağcıl” bir anlayışla demokrasiye, Cumhuriyet Türkiye’sine, çocuklarının geleceklerine ve istikbaline sahip çıkacaklar, göreceğiz…

Zaman, yine her şeyin şahidi olacak…

Zaman; Türkiye’nin çağdaş yurttaşlar ülkesi mi, yoksa iradeleri ellerinden alınmış ruhsuzlar ülkesi mi olacağını da gösterecektir…

 

 

Devamı
Ebedi Muhalefet Olmak!

Senelerdir Türkiye’de bir sakız ağızlarda çiğnenir durur:

- Türkiye’ye “şeriat” gelecek…

- Laiklik elden gidiyor…

- İran olacağız…

- Endonezya olacağız…

 

Kısacası, saymakla bitmeyen vehimler! Saymakla bitmeyecek korkular; esasında toplum bir “heyula” sarmalına ram edilmek isteniyor.

Bu saydığım korkuyu ve vehimleri seslendirenler kim(ler)? Şöyle bir baktığımızda, sol cenah ama özellikle Cumhuriyet Halk Partisi, siyaset stratejisini ve felsefesini bu saydığımız korku ayaklarına oturtmakta.

Pekii! CHP’nin bu taktik ve stratejiyle bir “farkındalık” veya “değişim” sağlaması olası mı?

Yine son günlerde…

Erken seçim ve seçime yönelik ittifak söylentileri etrafı kapladı. Aslında, mesele burada, seçim veya sandık başına gitmek değil. Eğer, bir seçim yapılırsa, CHP, topluma ne söylüyor? Şimdi iktidar partisi AK Parti için deniyor ya, popülist slogan ve propaganda ile toplumu uyutuyor diye.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 18 yıl sonunda, bu topluma ne vaat ettiğini anlayan veya gören var mı? Şu bir gerçek, Cumhuriyet Halk Partisi, Ege, Akdeniz ve Trakya Bölgesinden oy alabilen bir parti. Bu bağlamda, CHP’nin oy skalası %25-30 arasında. (Bu oran tabii taş çatlasa yani.)

O zaman mevzu yine gelip dayanıyor, CHP’nin nasıl iktidar olacağına? İktidar olmak için CHP’nin, sağ seçmenden de oy alması ya da amiyane tabirle oy tırpanlaması gerekmekte.

Ama, benim yıllardır gördüğüm CHP’nin yaptığı, tek kişi üzerinden siyaset üretmek… Hedefe konan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan üzerinden toplumu saflaştırma.

Bu sürdürülemeyen bir “açmazdır”! Sanırım, CHP, bu stratejisiyle ebedi muhalefet olmaya aday.

Devamı
Araf'ta Kalmak!

Koronavirüs salgını tüm dünyaya sadece bir sağlık tehdidi olarak değil, yaşam sahalarımızda da değişime neden olacak kadar tesir etti.

Zaman ve mekân duygusundan tutunda… Her türlü gündelik yaşam alışkanlıklarımız zorunlu “dönüşüme” tâbi tutulmakta.

Her şeyi geçmişle kıyaslar olduk. Evet, yirmibirinci yüzyıl çok daha farklı bir çağ. Bilgi temelli toplumların, Endüstri Toplumu olmanın karakteristik özelliklerini değiştirdiği bir dönem. Yüksek ve ileri teknolojinin yaşamlarımızı “başkalaştırdığı” bir tecrübeyi, pandemi hâliyle beraber daha fazla duyumsar olduk.

Teknoloji ile pek haşır neşir olduğum söylenemez. Ama, yekten söyleyeyim, “teknoloji düşmanı” değilim. Yaşım 41 olmasına rağmen, yani yaşça çok geçkin olmasam da, teknolojinin alıp götürdükleri noktasında, az-buçuk afallamalar yaşamaktayız.

Yirmibirinci yüzyıl, bilgi ve teknolojinin çok hızlı bir biçimde yenilendiği ve tüketildiği bir dönem. Zaten, 2000’li yılların ilk başlarından beri, hem ülkemizde hem de dünyada yaşam tarzlarımız bağlamında bir “yapılandırma” gerçekleşmekteydi. Dijitalleşen dünyanın, hani deyim yerindeyse, “dijital yurttaşları” olmuştuk.

Sanal uygulamalar vasıtasıyla birçok resmi iş ve işlemler; işte e-devlet uygulamaları, zaman ve mekân değişimine gitmeden, oturduğumuz yerlerden bir parmak hareketiyle yapılabilmekteydi. Gerçeklikle sanallık arasında acaba bir “denge” kurabildik mi? Aslında, teknolojiye ne mersiye ne de taşlama yapıyoruz! Dengeyi kurmakta zorlanıyoruz. Düşünsenize, bundan 15-20 yıl önce el kadar telefonlarımızın olabileceğini tahayyül edebiliyor muyduk?

Evet, bilim-kurgu filmlerinde insanların hayal güçlerini zorlayan, insanları gelecek perspektifinde sorgulamaya iten yapımlar üretiliyordu. Zaten, dediğim gibi, 2000’li yılların başıyla beraber teknoloji bombardımanına tutulduk. Sohbet programları, arkadaşlık siteleri vb. derken, teknoloji odaklı bir yaşama ram olduk. Belki, benim arayışım geçmiş değil; ama geçmişte yaşamımızın içinde birebir yer alan “öze” dokunan değerler.

*  *  *

Değişim ve gelişim iyi bir ilerlemedir kuşkum yok. Ama, bu değişim ve gelişim insanlığın çıkarına olduğunda, söylenecek söz bulmak zorlaşıyor. İşte, Koronavirüs salgınından kurtulmak adına, bilimsel araştırmalar ve faaliyetler hız kazandı. Almanya’da iki Türk bilim insanının, Koronavirüs salgını için aşı bulup üretmelerinden sonra, yine iki Türk bilim insanının aynı şirketinin MS rahatsızlığı için çalışmalarda bulunması, bunlar tüm dünya toplumlarının menfaatinedir.

Bazen, bu yenilikler hep insanlığın çıkarına olmaz. Bilimsel ve teknolojik çalışmalar, kendilerini dünyanın egemenleri ve sahipleri sanan kötü niyetli mahfillerin ellerinde yeri geldiğinde “Atom Bombası” olarak tezahür edebilmektedir. Dediğim gibi, bilimsel faaliyetler, ar-ge çalışmaları, keşke asude bir dünya yaşamına odaklansa ve tüm insanların “ortak saadeti” gözetilse. Ben, nedense çok çocuksu bir ruha sahibim. Her şeyin tek düze olmasını düşlüyor ve karanlığa imkân tanınmamasını arzularken, işte bazen insanlık ettiklerinin ederini yine kötü insanlarca buluyor.

Tıp alanında yapılan çalışmalar ve yenilikler, hep insanlığın gelişimi ve ortalama insan ömrünün arttırılması adına. Bu tür yenilikler bende ziyadesiyle memnuniyete neden olmakta. Benim üzüntüm ve bu döneme yönelik endişelerim daha çok, “duygusal”! Aslında, daha önceki yazılarımda da söz etmiştim: Yüzyüze ilişkilerimizin yerinde bundan sonra yeller esecek. Gerçekten mi böyle? Ben, artık yüzyüze hasbıhâl’e özlem duymaktayım.

Ne olursa olsun, dönemimiz teknolojik tabanlı olunca, insana dair ve insana dokunan “şeyler” de soğuk, yani teknolojik bazlı yavan olmakta. Nerede o mahalle sokaklarında saatlere varan sohbetler, nerede o park ve bahçelerde oynanan oyunlar. Bu teknoloji bizlerin kültürel değerlerini de “aşındırmakta”… Eskinin, insana has olan o güzel harslarımız; karşılıksızca ve içten yapılan alışverişler… Sokaklar dedim… Benim dönemimde sokaklar ve mahalle araları, böyle güvensiz ve tehlikeli değildi. Sayamayacağımız kadar araç yoktu. Zeytinliklerde top koştururduk.

Neyse…

Belki de çok fazla “nostaljik” takıldım. Ama, emin olun yer yer ve yıllar ardı ardına yıkıldıkça, eskiye olan özlemimiz ve hasretimiz büyük olacak.

Umarım…

Araf’ta kalmayız.

Devamı
Liderlik ve Liderin Gücü

Bizim gibi ülkelerde, ülkenin idaresinde ve toplumların etkilenmesinde “liderlerin” çok büyük önemi vardır. Liderler, toplumlarına ışık tutarlar. Liderlik ve liderlik gücünün düzgün kullanılması bağlamında, devletler hem kendi iç işlerinde hem de dünyayla ilişkilerinde, liderlerinin karizmaları ölçüsüyle “büyürler” ya da “itibar” kaybı yaşarlar. Son dönemlerde, liderlik gücü ve liderin karizması bağlamında toplumların yönlendirilmesinde veya devletlerin eskisinden daha farklı bir siyasa izlemelerinde, özellikle Rusya Federasyonu’nu ve ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’ni; yani Sayın Putin ile Sayın Erdoğan’ı ayrı tutmak gerekir.

- - - - -

Tabii ki benim ilgi alanım dış politika değil. O yüzden Sayın Putin hakkında çok fazla isabetli yargılarda bulunamam.

Ama…

Türkiye’de bir Recep Tayyip Erdoğan “gerçeğini” de görmemezden gelemem.

Yukarıda da belirttiğim gibi, ülkemizde “liderlik” tavrı taşımak, bir hedefe inanmak ve hareketini düzgün yönetebilmek maksadıyla dikkatler hemencecik cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a çevrilmektedir. Bunca seçimlere girdi Sayın Erdoğan; ve üstelik her seçim döneminde hem içeriden hem de dışarıdan yıpratma siyasetlerine rağmen, bu sandık rekabetinden sonuçta hep galip çıkan yine kendisi olmuştur.

- - - - -

Bizim gibi duygularıyla hareket etmeyi yeğleyen toplumların en büyük özelliği, lidere “olması gerektiğinden” fazla değer verilmesidir. Lider, özellikle siyasal liderler, toplumların gözünde “erişilemez” ve “yanlışlanamaz” bir boyutta değer görür.

Liderler sahip oldukları “cesaret” ve “özgüvenle” toplumlarını ileriye taşıyabilirken, karşılaşılan sorunları da yine sahip oldukları uzgörüyle çözümleyebilmektedirler. Türk demokrasisi belli bir olgunluğa erişmiş olsa da, yine bazı çocuksu tutumlardan kurtulamamanın dezavantajlarıyla medeniyet yolculuğuna devam etmektedir.

Liderlik sergilemenin ve lider gücünü göğüslemenin verdiği enerjiyle, toplumlarıyla bütünleşebilen liderler, büyük bir “sinerji” yaratımına da vesile olurlar. Çok fazla kitabi cümlelerle yer kalabalığına düşmek istemiyorum. Türkiye’de “lider kültü” artık bir tapınma raddesinde değer görmektedir. Öte yandan güçlü bir liderlik sergilenirken, parti içi demokrasinin çoraklaşması ve “lider sultasının” güçlenmesi, ülkemizde çokça seslendirilen demokrasi sorunudur.

Sözü, Türkiye’deki güçlü liderlik konumuna getirmek istiyorum. Zaman zaman ülkemizde toplumumuzun nabzını ölçmek amacıyla saha çalışmaları/anket yapılır. Ve bu yapılan çalışmalarda, “en beğenilen siyasetçi” kategorisinde, cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan birinci gelir. Bu bağlamda, Sayın Erdoğan gerçekten de güçlü bir lider profiline sahiptir. Günlerdir hem AK Parti genel başkanı olan hem de cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiği seyrediyoruz. İşte bu bağlamda, ülkemizde hâlen Sayın Erdoğan’ın “lider konumu” bakımından rakibi çıkamamaktadır. Ne denirse densin Sayın Erdoğan, burada tartışmaya girmeye niyetim yok, ebedi ve eşsiz liderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’TEN sonra ülkemizin sahip olduğu en “karizmatik ve doğal” liderdir. Tabii bir Turgut Özal ve Süleyman Demirel ile yine Bülent Ecevit’i es geçmiyorum ama, Sayın Erdoğan kadar, toplumumuzda ve Türk Siyasal Hayatında tesir bırakmış bir siyasetçi daha çıkamamıştır. Zorluklar karşısında yılmaması, geri çekilmemesi, inandığı dava adına elinden geldiği kadar savaşım veren bir “liderlik” sergilemesi, Sayın Erdoğan’ı ülkemizde “alternatifsiz” bir siyasal lider pozisyonuna taşımaktadır. Oyun kurucu bir inisiyatif sergilemesi, her etki-tepki olayında hanesine artı yazılmasına vesile olmaktadır. Öte yandan aynı performansı Sayın Kılıçdaroğlunda göremiyoruz.

Yazımı, şimdilik burada kesiyorum. Belki, daha sonra sol ideoloji bakımından bir lider yoksunluğunu konuşuruz.   

Devamı
Demokratik İnsan...

Yıllardır toplumumuzun daha demokratik bir toplum olması yolunda düşler kurmaktayız.

İşte sistem tasarımları yapmaktayız.

Parlamenter rejim üzerine titremekteyiz.

Öte yandan…

Uygulanması gereken siyasal sistem ve model adına, saflara ayrışmakta ve kutuplaşmaktayız.

Yine kimimiz, ülkemizin en iyi bir biçimde “Başkanlık Sistemiyle” idare edileceğine kani olmuş durumda.

Müzmin muhalifler ise… Tutturmuşlar… “Güçlendirilmiş parlamenter rejim” şarkısını terennüm etmekteler.

Pekii… Bu tartıştığımız ve üzerine kafa yorduğumuz sistemleri, ideolojileri, modelleri varedecek, yaşamda anlam bulmasını tesis edecek faktör nedir?

Tabii ki insandır.

Soyut kavramlar üzerine o kadar fazla kafa yoruyor ve çenemizi çatlatıyoruz ama, demokrasinin ve siyasal faaliyetlerin odak noktasındaki “insan/yurttaş” adına fazlaca sarf etmiyoruz.

Sosyal bilimlerde de sanırım diğer bilim alanlarında da… Anlamlı yaklaşım ve değerlendirme parçadan bütüne yaklaşmadır.

Eğer bizler daha “demokratik bir toplum” veya daha “demokratik bir siyasal yapı” için hedef tayin ediyorsak…

Bu ancak… İnsanımızın toplumsal yapının her kademesinde yetiştirilmesiyle mümkündür. Aileden başlamakla okul düzeyinde ve sonrasında yaşamsal dinamiklerin farklı katmanlarında “demokratik bir birey” oluşturmanın/varetmenin derdine düşmek durumundayız.

Çağdaş demokratik norm ve değerleri içselleştirmiş bir birey, hem ileri demokrasi hedefinde hem de istikrarlı ve sürdürülebilir kalkınma istikametinde “manivela” işlevi görecektir.

Devamı
Bu Muhalefetle Olmuyor!

Son günlerde gündemimiz epey hararetli…

Geçmişte de benzer olaylar vuku bulmuştu.

Özellikle, 90’lı yıllarla birlikte, mafya-işadamı-siyasetçi/bürokrat düzleminde döndürülen kirli işler…

Beklenmedik bir anda, kamuoyunun önünde ifşa ediliyordu.

Aslında…

Bu son günlerdeki mafyavari gelişmeler, beni pek alakâdar etmiyor.

Türkiye’de şunu açıkça söylemek gerekiyor: Muhalefet hâlen büyük bir sorun olarak durmakta. Geçenlerde Sabah gazetesi başyazarı Sayın Mehmet Barlas da aynı husustan yakınıyordu.

Dikkat ederseniz… Ana akım muhalefet partileri, halkın yanındaymış gibi görünüp esasında çözüm odaklı bir siyaset üretmiyorlar.

Bugün, şöyle CHP’nin politikalarına ve faaliyetlerine baktığımızda, hep nedense bir “iğretilik” aksettirilmekte topluma! Artık şunu Cumhuriyet Halk Partisi’nin üst yönetim kadroları iyice algılamalı: Zaman zaman, esnaf ziyaretleriyle “bir şey” yapıyormuş intibaını uyandırmak, pek realist olmuyor.

Muhalefet sokaklarda geziyor da… Diğer insanlar, bu ülkedeki yurttaşların nabzını yoklamıyor mu? Şöyle bir bakın bakalım, CHP ve diğer muhalefet partileri, neredeyse bir haftadır bir mafya liderinin sosyal medya mecrasından açıklamalarıyla yatıp kalkıyor. Esasında burada, “mal bulmuş mağribi” rolü oynanmakta.

Çokça kez yazılarımızda dile getirmiştik… Muhalefet bloğu, kendi gündemini kendi tayin edemiyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin merkezde olduğu dönemlerde de, büyük ittifak dönemlerinde de kurucu partimiz, daima halkı gütmeye yönelmiş ve siyaset sahasından uzak tutmaya çabalamıştır.

Haliyle… Uzun yıllardır iktidar olamamanın verdiği stres ile özellikle CHP, siyaset üretmekten ziyade, parti programını gerçekçi yaklaşımlarla güncellemek yerine, nedense bir yerlerden atraksiyon beklemekte.

Türkiye’de bir muhalefet sorunu vardır…

Bakalım, belki, ilerleyen yazı süreçlerinde yine bu konu üzerinde tefekkür etme fırsatımız olur. 

Devamı
Tarihsel Blok ve Halk

Dünya ve ülkemiz bir değişimden geçmeye devam ediyor.

Bugün ve nihai aşamada yaptığımız tartışmalara baktığımızda, sanki “değişimden” korkma emareleri zuhur etmekte…

Evet…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 1946 yılına kadar tek parti iktidarınca Milli Şef tarafından yönetilmişti. İsmet İnönü, ülkemizi II. Dünya Harbine sokmayarak büyük bir siyasal deha sergilemiş…

Sonrasında da… Çok partili demokratik rejime bizatihi kendi iradesiyle geçilmişti. Yani, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “değişimden” korkmamış ve “dönüşüm” bizzat Cumhuriyet elitlerinin inisiyatif almalarıyla yaşanmıştı.

Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerinde, ülke idaresini devralması ve      10 yıl boyunca memleketi yönetmesi, aslında bu dönüşümün korkusuzca yaşama adapte edilmesinden ötürü vuku bulmuştur.

Çok yakın Türk Siyasal Hayatına baktığımızda… 1950-1960 süreciyle, 27 Mayıs darbesinden sonraki tarihsel kırılmaları ele almak gerekir diye, düşünmekteyim. Tabii sadece yaşanan siyasal denklemi, bu parametrelerle izah etmek, kâfi gelmeyebilir.

Şu an için ülkemizde yaşanan siyasal denklem de sosyolojik yapı da, hem 1960 öncesinden tevarüs ettikleriyle hem de sonrası tarihi gelişmelerle ele alınarak, sağlıklı bir yaklaşım serdedilebilir.

Bugün, Türkiye’deki politik cepheleşmeye baktığımızda, Osmanlı Döneminin gerçekleştirdiği deneyimler tekrarlanmakta gibi. Bildiğimiz gibi, Osmanlı zamanında da memleket içinde “yenilik” ve “reform” ihtiyaçları zuhur etmişken ve bunun aydın-bürokrasi-ordu eliyle tesis edilmesi yönünde girişimler sabitken…

Yani Osmanlı Aydınlanma ve Reform inşaî sürecinde, yukarıdan aşağıya bir terkip öngörülmüşken… Erken Cumhuriyet döneminde de, sonrası modernleşme ve muasır medeniyet katına çıkma ülküsünde de, hep öncüler birtakım aydın-bürokrat-ordu elitleri olmuştur. Değişim ve dönüşümler, daha çok yukarıdan aşağıya doğru tertip edilmiştir.

*  *  *  *

1950 seçimlerinde DEMOKRAT PARTİ’NİN (DP) seçimleri kazanması, aslında bir bakıma bu döneme kadar sürdürülen siyasal ve kültürel değişim dalgasının değiştirilmesi kritik eşik noktasıdır.

Adnan Menderes ve dava arkadaşlarının, daha liberal politikalar izlemesi, Türkiye’nin siyasal opsiyonlarını çeşitlendirmesi, o zamana kadar “tabu” addedilen meselelerin konuşulması ve tartışılmasının yolunun açılması… Tüm bunlara aslında “Tarihsel Blok-İttifak” yapısının kırılması gözüyle bakabiliriz. Sayın Hasan Bülent Kahraman, bu bağlamda en başta okuma yapılabilecek isimlerin başında gelmektedir.

Şerif Mardin hocanın döneminde yazdığı makalesinde dile getirdiği “merkez-çevre” diskuru, Sayın Hasan Bülent Kahraman’ın analizlerinde ve eserlerinde sıkça gündeme getirilmiştir.

Bugün, hâlen 27 Mayıs 1960 Darbesi amasız ve fakatsız değerlendirilememektedir. Milli iradenin ve egemenliğin tecelli ettiği DP hükümetinin, hiçbir ahlâk ve değer gözetmeyen bir biçimde askerî ihtilalle alaşağı edilmesi, hem vicdanî olarak Türk toplumunu etkilemiş ve derinden sarsmış… Hem de ülkemizdeki TARİHSEL BLOK’un bundan mütevekkil hiçbir zaman iktidara tek başına gelememesine neden olmuştur.

Bu bağlamda, 1950 seçimleriyle 1983 seçimlerinde Anavatan Partisi’nin Turgut Özal ile atılım yaparak, ordu destekli partiyi geride bırakmak kaydıyla iktidara gelmesi, çevrenin merkeze geçmesi olarak addedilmelidir.

İşte bu bağlamda, ülkemizdeki politik mevzileşmeyi ve saflaşmaları, bu düzlem üzerinden okumak daha sağlıklı olabilir.

İçinde bulunduğumuz yirmibirinci yüzyıl koşullarında bile, bir darbeyi altında yatan argümanları “objektif” olarak değerlendiremeden, işte efendim Adnan Menderes muhaliflere şöyle yapmıştı, Tahkikat Encümeni kurdurmuştu vb. gerekçelerle mazur göstererek, tarih sahnesinde haklılığını savunmak, gerçek manada üzücüdür.

27 Mayıs ihtilali kanımca, tarih sahnesinde ilelebet büyük bir leke olarak yer almaya devam edecektir.

Bugün yapılan tartışmalara baktığımızda, tartışmalar altındaki gizil perdeyi ardılamaya çabaladığımızda, o hâlâ eski dönem ihtilalci reflekslerin temayüz ettiğini sezinleyiveririz.

Ne ki artık tarihin devirdaim dişlilerinin geriye dönme şansı yok. Ne olursa olsun; tüm sıkıntılarımızı ve sorunlarımızı, hukuk dairesi içinde kalarak, demokratik teamüller çizgisinde “sürdürmek” idealinden taviz vermemek, herkesin ama herkesin bir yurttaşlık borcudur.

 

Devamı
Uç Noktalarda Savrulmak: Marjinalleşme!

Uzun zamandır yazmıyorum. Bazen, böyle yazma eyleminden yaşam harmonisi içinde kopuyorsunuz.

Bakıyorum da…

Türkiye’de bazı meseleler üzerinde bir arpa boyu yol alamamışız.

Son günlerde yine bir kısırdöngünün içindeyiz.

Bazen, ezber şeyleri terennüm etmek durumunda kalıyoruz.

Mikro siyaset açısından baksak…

Ülkemizde, AK Parti iktidarda olduğundan beri değişmeyen şeyler:

Rejim tehdidi…

Ilımlı İslam modeli…

Endonezya olacağız kaygısı…

Hele bir korkumuz var…

Hiç dinmiyor:

“Yaşam tarzımız” iğdiş edilecek!

Mahalle baskısı…

Bu arada, Covid-19 salgınından ötürü kademeli ve kontrollü yaşam kurallarıyla gündelik yaşamın pratiklerini idame etme derdindeyiz.

Gerçekten de bazen ne iktidar partisini anlayabiliyorum…

Ne de muhalefet partilerini…

Belki bu dönemde içki yasaklarının yine gündeme gelmesi; ve muhalif tarafta yer alan artık ne derseniz diyebilirsiniz: Laik, Atatürkçü, modern kitleler şıpından bu yasakları bir “niyet okuma” olarak telakki etmekte ve iktidarın kara kaplı ajandasına gönderme yapmaktalar.

Esasında…

Böyle dönemlerde…

Daha aklıselim olmak, sağduyulu olmak elzem gelmez mi?

****

Gerçekten de Türkiye’de yaşamaktan ötürü saadet içinde olmak durumundayız.

Hep derim… Kelli felli yazarlarımız da sürekli belirtirler…

Ortadoğu coğrafyasında, kadim Anadolu havzasında yaşadığımızdan ötürü, bin kere şükretmek durumundayız.

Konumlandığımız coğrafya, öyle böyle sükûnetin ve itidalin hüküm sürdüğü bir yer değil. Yaratıcımız bizlere öyle bir vatan nasip etmiş ki… Üç tarafımız denizlerle çevrili… Mevsim başlangıçları ve geçişleri adına ise ülkemiz lebi derya… Ama öte yandan, istikrarsızlıkları ve kaos ortamlarını, kâh az gelişmiş toplumların tiranları tarafından kâh emperyalist odakların taşeron kullanmak vasıtasıyla alevlendirmeleri ve her fırsatta alevi harlamaları…

Ülkemizde güne huzurla başlayamamıza neden olmakta. Bugün, Türkiye’nin izlediği dış politika çok fazlaca yerilmekte. Çok fazla pro-aktif siyasa izlediğinden ötürü eleştirilmekte. Filistin meselesine neden burnumuzu soktuğumuz, yine Doğu Akdeniz’de neden faal olarak “varlığımızı” hissettirdiğimiz durmadan kafalarımıza çakılmakta.

Bu sözde barışsever aydın/yorumcu/vatanperverlere göre, ülkemiz, okyanus ötesinden buralara gelip coğrafyamızı âdeta pergelle dizayn etmeye yeltenen emperyalist zihniyetler indinde pasif ve uslu çocuğu oynamalıdır. Zaten bu sözde stratejistyenler, senelerdir ebedi liderimiz ATATÜRK’ÜN vecizinden esinlenerek-“Yurtta Sulh Cihanda Sulh”- ülkemizi coğrafyamızda döndürülen oyunlar ve tezgâhlar bağlamında elini ayağını bağlamakla mı görevlendirilmişlerdir?

Bugün İSRAİL DEVLETİNİN yanı başımızda yaptıklarına seyirci kalmak, özellikle din kardeşi Filistinli yetişkin ve çocukların hunharca katledilmesi karşısında “üç maymunu oynamak”, ülkemizin son dönemdeki vizyonu ile bağdaşır mı?

Demem o ki… İster ham hayal deyin… İster ayakları yere basmıyor deyin… Türkiye’miz 150 yıla yakın demokrasi ve parlamenter rejim tecrübeleriyle, az gelişmiş toplumlara bir bakıma model olmak zorundadır. İşte diktatörlük ve tek adamlığın hüküm sürdüğü Arap coğrafyalarına bir bakın… Üst tabaka, mesela Kral ve şürekası bolluk ve refah içindeyken, halk kesimleri görece düşkün bir vaziyette ve üstelik her türlü şeriat hükümleriyle yaşamları zapturapt altına alınmakta.

****

Biraz daldan dala atladığımın farkındayım.

Bugün, bizim cumhuriyeti inşa ettiğimizden beri hedefimiz, daima “muasır medeniyet” ülküsüne erişmek olmuştur.

Bu da ancak çok fazla çaba harcayarak ve çalışarak elde edilecek bir istikamettir.

O vakit iç işlerimizde didişmemizin kime ne faydası var: Muhalefet, yıkıcı ve yıpratıcı bir siyaset stratejisi izleyerek, cumhur ittifakında gedik açarak, iktidara giden yolda bir nebze de olsa rahatlamak istiyor.

Ama dikkat ediyorsanız, hep aynı meseleler üzerinde sörf yapıyoruz. Bu iktidar yirmi yıldır bu ülkeye ne verdi? İşte efendim altyapı ve üstyapı yatırımları birer göz boyama felan… Doğru, belki iktisadın dinamosunu inşaat sektörü üzerinden daim etmek hatalı olabilir.

Gerçekçi bakarsanız; bizim ülkemizde ne iktidar cenahında ne de muhalefet cenahında samimi ve içten duygularla bir araya gelerek, ülkenin sorunlarını çözme niyeti var! İşte senelerdir, bir yeni anayasa ve 12 Eylül askerî rejiminin tesirlerinin olduğu Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Yasasının değiştirileceği teranesi tutturulur gider…

Ne yıkıcı ve bozucu muhalefet siyaset tarzıyla…

Ne de her şeyi ben bilirim, sayısal çoğunluk ben de o zaman gak dedim mi peynir; guk dedim mi peynir edasıyla bir yerlere gelmek ve sorun bagajını hafifletmemiz mümkündür.

Kendi siyaset stratejin ve ideolojinden bir milim bile fedakârlık etmeden, sıkılı yumrukları açmadan, medeni insanlar gibi tokalaşmadan, bir tebessümü birbirimizden esirgemekten imtina etmeden…

Olması gerekene ulaşmamız ancak hayal âleminde bir düş olarak kalır. Bu bağlamda, çoğunluktakilerin nisap sayılarına istinaden nobran davranış modeliyle siyaset sürdürmeleri; yine muhalefettekileri “ötekileştirmeleri”; öte yandan müzmin muhalefetten kurtulamayanların da her fırsatta bir “Erdoğan nefretini” kendi tabanına pompalamaları, sizce de fasit bir dairenin tahkim edilmesine neden olmuyor mu?

Bu durum; tarafları bulundukları dairenin içine hapsetmekte ve buradan dışarıya çıkmamaya vesile oluyor.

Akabinde bu durum da biz sade yurttaşların hem bedenlerinde hem de ruhsal dengelerinde tahakküme neden olmakta.

Devamı
Geçmişten Bu Zamana Kadının Yeri ve Rolü(!)

Yine bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü…

Yine bir Kadınlar Günü yazısı…

Kadın hakları hareketinin ve gelişiminin nirengi noktası, 8 Mart 1857’de New York’ta işçilerin sahip oldukları düşük ücretlerin arttırılmasını talep etmeleridir. İşçiler bunu bir harekete dönüştürüyorlar. Polis marifetiyle engelleniyorlar. Bu işçi hareketine katılanların bir kısmı fabrikaya kapatılıyor. Akabinde çıkan arbedeye bir de fabrikadaki yangın ekleniyor. Bunun sonucunda 129 kadın işçi hayatını kaybediyor.

Bu elim olay, zaman içinde kadın hakları mücadelesinin başlangıcı sayılıyor. Bu bağlamda ilk olarak bu girişimi sosyalistler benimsiyor. Yine, 1910 yılında Kopenhag’da yapılan sosyalist kadınlar konferansında, 53 yıl önce ölen 129 kadın anılıyor. Bu vesileyle 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan ediliyor.

Batı dünyasının sosyalizme karşı olan kesimi önce bu gelişmenin dışında kalıyor. Ama, aradan bir 50 yıl daha geçiyor. 1960 yılında, 8 Mart önce Amerika’da, sonrasında farklı ülkelerde “Kadınlar Günü” olarak kabul ediliyor. Nihayet 1977 yılında, olayın uluslararası boyutu ortaya çıkarak, Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün kararıyla evrensel bir gün hâlini alıyor.

Olayın tarihsel gelişimi kabaca yukarıdaki veçhede cereyan etmiştir.

“Kadına yönelik şiddet” hâlâ toplumların en büyük yüzkarasıdır. Cinsiyet ayrımcılığının zımnen de olsa sütre arkasından devam ettirildiği toplumsal düzenlerde, kadınlar kendilerini nasıl varedebileceklerdir?

Gerçekten de lafını bile etmek çok büyük çelişki!

İlkel toplum-tarım toplumlarından geçerek, büyük sosyal ve siyasal merhaleler sonucunda modern toplum yapısına evrilen insanlık, bilgi çağında hâlâ kadının toplum içindeki yerini ve statüsünü tartışmakta(!)

Aşk olsun ki ne aşk olsun… Şöyle baktığımızda, Türk Milleti kadınına diğer uluslara göre daha fazla önem vermiştir. Tabii ki kurucumuz büyük önder Atatürk’ün devrimleri ve icraatları dikkate alındığında. Ne denirse densin, erkek egemen dünya, kadının toplumsal hayat içinde, tıpkı kendisi gibi varolmasını istemiyor.

Kadının “kendisini gerçekleştirmesine” gönlü razı değil. Ne kadar hukuk sistemleri ve yine hukuk mevzuatları kadının toplumsal yaşamda ayrımcılık görmemesi doğrultusunda revize ediliyorsa da…

Hakikatler, erkek cephesinden değişmiyor. Kadının baskılanması ve dört duvar içine hapsedilmesi. Kadın hakları ve aktivist hareketleri, bence, tamamen zevahiri kurtarmak içindir. Biraz daha samimiyet(!)

Yazımı, vatan şairi Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiiri ile noktalıyorum:

Kadın

Kimi der ki; kadın, soğuk kış gecelerinde serip bir döşek gibi yatmak içindir.

Kimi der ki; kadın, yeşil harman yerinde dokuz zilli bir köçek gibi oynatmak içindir.

Kimi der ki; kadın, hamur yoğurur.

Kimi der ki; kadın, çocuk doğurur.

Kimi der ki; kadın, ilk göz ağrım.

Kimi der ki; kadın, onunla dolu bağrım.

Kimi der ki; kadın, bunca yıldır yaşıyorum hayalimdir.

Kimi der ki; kadın, boynumda taşıyorum vebalimdir.

Ne öyle,

Ne böyle,

Ne döşek,

Ne köçek,

Ne hayaldir,

Ne vebal...

“O” benim kollarım,

Bacaklarım,

Başım,

Anam,

Öz kardeşim,

Karım,

Can yoldaşımdır.

Devamı
Sertleşen Konuşma Uslûbu

Tartışma programları bir ara gözden düşmüştü.

Bu aralar yine revaçta…

Özellikle, siyaset temalı tartışma programları, televizyon ekranlarında en fazla rağbet gören yapımların başında gelmekte.

Yine…

Dikkat ediyor musunuz? Son zamanlarda, konuşma dilimizin de sertleştiğinden yakınılmakta.

Gerçekten de son dönemlerde siyaset üzerinden sertleşen bir dil algısı var. Bu sertleşen dilin sadece siyaset zemininde kalmaması ve yaşamın diğer alanlarına da sirayet etmesi, insanların gerginliklerini, sinir katsayılarını ve stres yoğunluklarını daha da arttırmakta.

Aslında daha önce bu minvalde… Yazılar yazmıştım. Belki tekrara düşecek ama ne yapalım uyarmak da eli kalem tutan kişilerin bir nevi vazifeleri…

Vallahi ben usanmadan, yılmadan, tekrar tekrar yazmaya devam edeceğim:

Lütfen yazı yazarken ve konuşurken (aslında düşünce ve fikir açıklarken demek daha doğru) biraz daha söz seçimimize ve konuşma üslûbumuza dikkat edelim.

Siyasetçiler, siyaset kurumunun içindeki gerginlikten etkilenerek belki bazen kantarın topuzunu epeyce kaçırmaktalar. Birbirlerini karalamak ve yaftalamak için söz söyleme sanatına dikkat etmeden, özensizce lafları birbiri ardına sıralamaktalar.

Ama, ya TV ekranlarında yorumculuk yapma derdindeki kişilere ne demeli? Şunu herkesin anlaması lâzım: Ses tellerinizin kısılmasına vardırıncaya kadar ve yüzünüzün domates kadar kızarması durumunda; ve en önemlisi bağırarak ve yine karşınızdakinin söz söyleme hakkını gasp ederek, sarf ettiğiniz cümlelerin haklılığını ve savunduğunuz düşüncenin ehemmiyetini geniş kitlelere belletemezsiniz.

Devamı
Terör ve Kavramlar Üzerine

Ne zaman terör örgütleri eylem yapsa veya PKK terör örgütü sansasyonel bir eylemle gündeme gelse…

Terör olgusunu ele almamız da değişmekte. Hemencecik kavram kargaşaları tezahür ediveriyor. Her şeyden önce, ülkemiz bir devlettir. Ama öte yandan PKK, terör örgütüdür.

Şimdilerde veya daha öncede terör olgusu değerlendirilirken, sürekli olarak “savaş” kelimesinden faydalanılmakta. Şimdi sormak gerekiyor: Kim ile kim savaşıyor. Bir tarafta, siyasal teşkilatlanması olan, hükümranlığını sürdürdüğü bir toprak parçası olan “resmi bir devlet” Türkiye Cumhuriyeti…

Diğer tarafta, sanki bir “dava uğruna” mücadele ettiklerini zanneden kandırılmış veya gönüllü emperyalist uşakları kanlı bir yapılanma.

Şimdi bunun neresinden tutsanız elinizde kalır. Daha önce belirttiğim üzere, PKK, Kürt yurttaşlarımızı temsil etmiyor. PKK; Kürt, Türk yine uyruğu yabancı insanları ya tehditle ya şantajla veya para yoluyla örgütüne militan olarak devşirmekte.

Sonra da… Saçma sapan fikir ve ideolojilerle Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne, ulus devlet-üniter devlet olma yapısına pervasızca ve fütursuzca saldırmakta.

PKK terör örgütü, yıllarca bu topraklarda kan ve gözyaşından başka neye neden olmuştur. İşte o yüzden bir yorum yaparken veya değerlendirme yazısı yazarken, kullandığımız kelimelere çok ama çok dikkat etmek durumundayız.

Özellikle ifrit olduğum bir söylem var: “Eller tetikten çekilsin.” Böyle cümleler sarf edince, PKK terör örgütünü muhatap alıyor ve meşruiyet sağlıyorsunuz. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), ülkemizin biricik ve tek ordusudur. Ülkemizin savunmasından, milli güvenliğimizden ve canımızdan ve malımızdan ve hatta onurumuzdan mesuldür.

TSK için nasıl böyle bir cümle sarf edilebilir: Eller tetikten çekilsin. Şanlı ve şerefli ordumuz, hudutlarımız ve ülkemiz terör belasından arınana kadar görevini üstün bir gayretle icra etmeye devam edecektir.

Devamı
Terör Meselesi Memleket Meselesidir

PKK, terör örgütüdür.

Bundan hiçbir kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Terör ve daha geniş çerçeveden bakıldığında terörizm, ülkemizin tamamını hedef almaktadır. Daha önce ifade ettiğim gibi bir partinin ne sorumluluğundadır ne de sadece tek bir parti bu sorunu çözebilir.

Terör veya terörist dendiğinde olaya mikro açıdan bakmak gerekebilir. Ama “terörizm” dendiğinde artık olaya makro çerçeveden bakmak zorunludur. Şu bir gerçek, başımıza musallat edilen terör örgütleri, dışarıdan destek almadan böyle büyük çaplı eylemler ifa edemezler.

PKK, YPG, PYD gibi terör örgütleri ülkemizin birliğini ve bütünlüğünü tehdit eden, halkımızın moralini ve güvenliğini hedef alan acımasız taşeron örgütlerdir.

PKK, Stalinist-Leninist-Marksist öğretilerle faşizan yöntemlerle insanlarımıza kasteden aynı zamanda İslam düşmanı bir örgüttür.

PKK, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan; haraç, gasp ve talan yoluyla rant sağlayan uluslararası desteklenen karanlık bir örgüttür.

Bir kere şunu kesinlikle ayırt edelim… PKK ile Kürt vatandaşlarımız arasında bir illiyet bağı kurulamaz. PKK, Kürt yurttaşlarımızın ne temsilcidir ne de saçma sapan dillendirilen halk kurtuluş hareketidir.

Kısacası…

PKK; hem milli varlığımıza ve bütünlüğümüze kasteden hem de toprak bütünlüğümüze saldıran bir “terör şirketidir”. Bu karanlık şirketin imtiyaz sahiplerini de yurtdışında aramak gerekir.

Ezcümle… Terör ve terörizm, uluslararası şebeke ağıyla, illegal yollardan temin ettiği çok büyük parasal meblağlarla hedef aldığı ülkeyi kaosa sürüklemekte, istikrarsızlaştırmakta ve nihayetinde toplumda huzursuzluğa ve korku ile endişeye neden olmaktadır.

TERÖR MESELESİ, MEMLEKET MESELESİDİR.

NOKTA.

Devamı
28 Şubat

Yine bir yıldönümü geldi çattı…

28 Şubat askerî darbe teşebbüsü, evet belki fiiliyata geçmese de siyaset kurumumuzda ve toplumsal yaşantımızda derin etkilere neden oldu.

Postmodern darbe olarak literatüre geçti.

Meşru bir hükümet…

Yoldan çıktığı zannıyla görevden el çektirilmeye çalışılmıştır.

28 Şubat örtülü darbe teşebbüsü gerçekten de…

Ülkemizde 90’lı yıllarda siyasetin yeniden dizaynına neden oldu.

Fişlemeler…

Meslek yaşantılarının son bulması…

Mahalle baskısı…

Başörtüsü sorunun köpürtülerek…

Kamu alanı tartışmasının alevlenmesi.

Ama…

Şöyle geçmişe baktığımızda…

Artık 28 Şubat darbe girişiminin tesirlerini görebilmek olanaksız.

1000 yıl sürecek denen süreç…

3 Kasım 2002 seçimlerinde, ülkedeki birçok önemli siyasi partiyi siyaset kurumunun içinden silerken…

Çok bambaşka bir siyasi tabloya neden oluyordu…

Tanklar yürütülmüştü. İnsanlar sırf başörtülü oldukları için kamu alanı olarak addedilen yerlere-özellikle üniversitelere sokulmamışlardı.

Sanırım, artık askerî darbeler ve askerlerin tesis ettiği askerî rejimler geride kaldı.

Hedefimiz…

Tam demokratik bir cumhuriyet toplumudur.

Devamı
Olası Dış Politika Aksiyomları

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ Başkanı Biden resmen göreve başladığından beridir, ABD’nin dış politikasının nasıl olacağı ve bu kurulacak yeni siyasal denklemde ülkemizin yeri tartışılmakta.

Dünya siyaseti nasıl şekillenecek? Tabii dışarıda çevrilen oyunlar ve tezgâhlar, dış politika adında uluslara yutturulduğunda, cereyan eden gelişmelerden ayrık bir tutum sergilenemez.

Öncelikle…

Türkiye’nin ABD ile olan ilişkileri;

Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri;

Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkileri;

Türkiye’nin İran ile olan ilişkileri;

Türkiye’nin Çin ile olan ilişkileri;

BİDEN yönetiminin nasıl bir politika izleyeceğine yönelik olarak en baştan yorumlanması ve okunması gereğini doğuruyor.

Bakalım, Biden ülkesinden uzak coğrafyalarda “soft powerı” mı yoksa “hard powerı” mı siyaset yöntemi olarak seçecek, bekleyip göreceğiz.

Öncelikle…

Türkiye’nin makro fotoğrafa bakmadan önce, Ortadoğu’daki jeo-stratejik ve jeo-politik konumuna istinaden ABD ve AB ile bu bölgedeki sorunlar için milli menfaatler gözetilerek tutum sergilenmelidir.

Biliyorsunuz;

ABD, Türkiye’yi…

S-400 füze kalkanı ve F-35 uçak talepleri üzerinden köşeye sıkıştırmakta. Trump döneminde Türkiye için bu başlıklar, sıkıntılı zamanlara ram olmamıza neden olmuştu.

Sayın Erdoğan ve Başkan Trump’ın kişisel dostluğa dayandırarak yürütmeyi çabaladıkları dış siyaset ayağı, mevzu F-35 uçak teslimi ve S-400 füze kalkanı olunca, Kongre’nin engeline takılmıştı.

* * *

ÇİN ve RUSYA’NIN bölgesel sorunlarda ve krizlerde stratejik olarak hareket etmesi, Çin’in ekonomik büyüme olarak ABD ile olan makası kapaması, Biden idaresindeki ABD’nin önceliklerini değiştirecek gibi.

Öncelikle, ABD Asya-Pasifik stratejisini, Hint-Pasifik stratejisine göre yeniden revize ederek, Çin’in Rusya ile olan ittifakına karşın ABD-AB-Hindistan ittifakını tesis etmeye yönelecek.

Bu bağlamda, Trump döneminde düşük yoğunluklu sürdürülen dış politika, Biden döneminde, projektörleri Çin’e çevirecek.

Bildiğimiz gibi Covid-19 salgının başlayıp yayılmasından sonra, ABD ve ÇİN yönetimleri arasında birbirlerini itham eden demeç savaşı yaşanmıştı. Zaten aralarındaki ticaret savaşı aşikâr bir durum.

ABD…

Çin, Rusya ve İran arasında gelişecek sıcak diyaloglar veçhesinden AB ile ilişkileri ve stratejik hamleleri beraber atmaya meyledecek.

Öte yandan…

Türkiye, kartların yeniden karılacağı bu yeni dönemde nasıl bir strateji izleyecek? Özellikle…

Ülkemizin doğu Akdeniz’deki politikaları, milli çıkarlarımız etrafında pro-aktif siyaset izlemesi… Suriye’deki gerginlik… ABD’nin güya müttefik olduğumuz zannıyla müttefikliğe yakışmayacak tarzda, Suriye’nin doğusunda bir Kürt federe devleti koridoru kurmak için girişimlerde bulunması…

Türkiye’nin milli birliğine, bütünlüğüne ve varlığına kasteden PKK/YPG/PYD gibi örgütlere destek olması, tırlarca silah stoğunu bu örgütlere ulaştırması…

Türkiye için önemli sorunlar.

Tabii yine bazı farklı değerlendirmeler yapılıyor:

İşte Türkiye yönünü Avrasya’ya Rusya ve Çin’e dönmeli şeklinde.

Kimileri, zaten göbekten Avrupa’ya bağlı.

Avrupa kıtasının kuyruğuna takılıp gitmemizden yanalar.

Şuan için ABD, Türkiye’yi Rusya’dan ve Çin’den uzaklaştıracak birtakım stratejiler içinde olacaktır.

* * *

Bence, burada önemli olan ülkemizin ne yapacağıdır? Türkiye Cumhuriyeti olarak, hem II. Abdülhamit politikalarından hem de ebedi liderimiz başkomutanımız Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilkelerinden taviz vermeden oluşumları soğukkanlıkla izlemek.

Belirtmek gerekir ki…

Akıl ve sağduyudan eksik izlenecek politikalar, bizim ülkemizin aleyhine sonuçlar verecektir.

Bugün, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti iktisadî gelişmişlik ve sosyal adalet hususlarında ve yine siyasal ve demokratik kültür açısından, Batı Avrupa ülkelerinin yanında sınıfta kalmıştır.

Rusya ve Çin’de devlet kapitalizmi olduğundan, devlet güçlü ve zenginken, halk ise fakirdir. Bu bağlamda Rusya’da ve Çin’de oligarşik güçlerin egemenliği olduğundan, ekonomik ve sosyal ilerleme tabana yansıtılmadığından devlet zenginlerine istinaden, geniş halk kitleleri yoksulluk içinde yaşam savaşı vermektedir.

Hayaller âlemine dalarak, Avrasyacılık projesine saplanarak, Rusya ve Çin ile yakınlaşarak ama öte yandan Batı medeniyeti ile köprüleri atmak, sadece hayalperestlerin düşeceği bir çıkmaz kuyudur.

Düşünce özgürlüğünden tutunda…

İfade, yayın, medya ve örgütlenme özgürlüğü açısından Rusya ve Çin’in sicilinin kabarıklığını ve karnelerinin kırık olduğunu, ifade etmeye gerek var mı?

Hukuksuz ve yargısız tutuklamalar… Muhaliflerin suikastlara uğraması… Yine, muhaliflerin seslerinin kesilerek sürgüne gönderilmeleri, alışık olduğumuz hadiseler.

Ezcümle…

Aklımızı başımıza devşirerek, ilk önce “yurtta sulh cihanda sulh” düsturundan taviz vermeden, uluslararası aksiyonlara müstemleke devlet durumuna düşmeden, karşılık vermektir.

Anlaşılan…

Okuduklarımızdan edindiğimiz kanıya göre…

2021 senesi sıcak geçecek gibi.

Bizlere de…

Bekleyip…

Görmek kalıyor.

Devamı
Rağmen Tipi Sevmek...

Sevmek ve birisine bağlanmak…

En son tahlilde insanların yalnız yaşayamayacağına geliyoruz. Gerçekten de sevmek ve aşka düşmek, insanların en masumane davranışıdır.

Belki ezber şeyleri yazıyorum…

Ama, bam telimize dokunulduğunda veryansın etmek de gerçeklerin üzerini örtmemeli.

Sevgi gibi… Şefkat gibi… Aşk gibi… Sadakat gibi… Arzu duymak gibi duygularımızın nirvanası olan bu hasletler için, modern zamanların içine düştüğümüz vasatlığından etkilenmediklerini iddia edebilir miyiz?

Geçenlerde… Sabah gazetesinin belki de en sevilen yazarlarından Hıncal Uluç’un 2006 yılında yayımlanmış “Arkadaş… Dost… Sevgili… Sizinki Hangisi?” kitabını karıştırırken…

Sevmek tiplerinden haberdar oldum.

Eğer tipi sevmek…

Çünkü tipi sevmek…

Rağmen tipi sevmek…

Evet değerli okuyucular, belki bundan önceki sevgililer günü yazımda karamsar bir tablo çizmiş olabilirim.

Ama sakın ha benim sevgiden hazetmediğim anlaşılmasın. Ben, sadece sevgi gibi şefkat gibi merhamet gibi duyguların… Kalıplara sokulmasına karşıyım.

İnsanın, birine karşı samimi duygular beslemesi kadar daha doğal ne olabilir?

Aslında demek istediğim…

İnsanî duygularımızı belirli günlere saplanarak ve yine belirli davranış kalıplarını sergileyerek yok etmeyelim…

Tabii ki…

Yılda bir kere bile olsa… İnsanın anlam yarısı sevdalısını hatırlaması, hasbelkader erdemli bir davranış…

* * *

Tamam da ya sonra ne olacak? Sonraki günler… Sevelim ve sevilelim… Ama şartsız ve koşulsuz…

Bazen bir buse öpücük, bazen bir gülümseme, dünyaya bedeldir.

Evet, belki yine aynı fasit daireye geliyorum: Tüketim ekonomisi… Ne olur şimdi dürüstçe ikrar edelim… Modernleşme ile yaşam içinde belki ilerlerken, öte yandan âdetlerimizden uzaklaşmaktayız.

Kabul ediyorum…

İnsanın sevdalısına hediye alması veya hediyeleşmesi, çok güzel duygular.

Demem o ki… Sevgimizi, içimizden kopup gelen duygu sellerini bir güne sığdırmayalım… Aslında, bu günlerde birbirimize destek olmaya, sevgi gösterisinde bulunmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki…

Hani yukarıdaki satırlarda size Hıncal Uluç’un kitabından bahsetmiştim. İşte orada, saygıdeğer Hıncal Uluç yazmıştı…

Eğer tipi sevmek… Çünkü tipi sevmek… Rağmen tipi sevmek…

Eğer tipi sevmek, tam anlamıyla çıkar üzerine kurulmuş bir sevgi. Eğer yaparsan, verirsen, alırsan vb…

Çünkü… Çünkü çok zenginsin. Çünkü Mercedes’in var. Çünkü kudretlisin vb…

RAĞMEN…

İşte biz şu sıralar sevgiye hasret insanların aradığı… Karşılıksızca sevgi.

Ne olursa olsun… İster fakir ol… İster berduş ol… İster yakışıklı veya güzel olma…

Kısacası…

Rağmen sevmek… Her türlü zorluğa rağmen, yokluğa rağmen, yoksulluğa rağmen, olanaksızlığa rağmen…

Sevmek ve sevilmek…

İşte tüm mesele bu:

Ne olursa olsun sevelim. Sevgimizi göstermekten geri kalmayalım. Kaçınmayalım. Hiçbir şeyi gurur meselesi yapmayalım. Kibir’in esiri olmayalım. Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer.

Ne olursunuz…

HER ŞEYE “RAĞMEN” SEVELİM VE SEVİLELİM.   

Devamı
Terör Büyük Bir Sorundur

GARA’DA hunharca katledilen 13 vatandaşımız terör gerçeğini yüzümüze çok sert biçimde vurdu.

Önce şunu belirtmek gerek…

Şuan en büyük tehlike Covid-19 gözüküyor…

Doğru da…

Bu durum, eşanlı süreçte yaşanan diğer sorunları perdelememelidir.

Türkiye’de bugün en büyük sorun nedir diye sorulsa…

Covid-19 salgınını bir kenara koyarsak…

EKONOMİK sıkıntılardır… Bu bağlamda işsizlik, yoksulluk, gelir akımının yaşamsal ihtiyaçları karşılayamaması… Vb.

Ama öte yandan, Türkiye’nin en büyük sorunu, terördür. Ve daha ötesi terörizmdir.

PKK terörü… 15 Ağustos 1984’de Şemdinli/Eruh’taki baskınla başlamıştır.

40 yıla yakın bir süredir terör örgütlerinin faaliyetleri yüzünden bu ülkenin aslan gibi evladlarını kaybettik.

Şimdi bakıyorsunuz… Bu acı olay karşısında… Siyasi partiler birbirlerini suçluyorlar. Halbuki terör gibi insanlık suçu faaliyetlerde, tek yumruk olmamız gerekmez mi?

Gerçekten de artık yeter. Siyaset kurumu da siyasetçiler de, terör gibi bir hadise karşısında bile, yumruklarını açıp yekvücut olamıyorlarsa…

Ne zaman yedi düvele hadlerini bildireceğiz?

Artık şunu bir anlayalım…

Terör, memleket meselesidir. Ne bir A partisinin sorumluluğundadır ne de bir başka B partisinin uhdesindedir.

Bu terör denen acımasız hengameden kurtulmanın tek yolu, birlik olmaktan geçmektedir… Ne zaman terör meselesi memleket meselesi oldu, işte o vakit ülkemiz üzerindeki büyük bir yükten de kurtulmuş olacaktır.

Devamı
Anayasa Tartışmaları- II

Türkiye’deki gündem kadar bir başka ülkede gündem çok fazla insanların başını döndürmüyordur.

Bir yandan…

Anayasa tartışmaları…

İşsizlik…

İttifak çalışmaları…

Yeni parti kurma faaliyetleri…

Kutuplaşma ve toplumsal ilişkilerin gitgide sertleşmesi…

Esasında…

Bazen gündeme gelen konular ve tartışılmaya çabalanan meseleler, ülkemizin ilerlemesine faydalı olabilir.

İşte fırsat…

ANAYASA tartışması… Anayasanın sıfırdan silbaştan yapılmasının, bu ülkeye ne zararı olabilir?

Yahu bizler yaratılan gergin ortamdan ötürü…

Bir araya gelip tartışmayı unuttuk.

Dediğim gibi…

Şu anayasa meselesinin etraflıca değerlendirilmesi için siyaset kurumunun aktörlerinin bir araya gelmesi neden bu kadar zor? Siyasetçiler değil mi bu vatana ve millete hizmet için ateşten gömlek giyenler?

Zaten anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri ortadayken…

Diğer çağa ayak uyduramayan hükümleri, içinde olduğumuz “bilgi toplumu” olmanın gereklerine göre yeniden neden revize edilemesin?

Engelleri çıkaranlar bizleriz?!

* * *

ANAYASA tartışması belki de ülkemizdeki kamburların düzeltilmesi adına fırsatlar sunabilir…

Neden olmasın?

Herkesin, kamuoyunun üzerinde durduğu husus… Anayasamızın, daha anlaşılır bir dille kaleme alınması…

Hepimizin beklentisi…

Yani, “sivil bir kimliğe” sahip bir anayasa metninin ortaya çıkarılmasının kime ne zararı var?

Anayasa, herkesin bildiği gibi hukuk hiyerarşisinde en tepededir.

Bu bağlamda, demokratikleşmeye uygun olarak, toplumumuzun adalet gereksinimine binaen bir 21. Yüzyıl anayasasının tesis edilmesi, artık gereksinimden öte zaruriyettir.

Hukukun üstünlüğü…

Yargı bağımsızlığı…

Kuvvetler ayrılığı…

Temel insan hak ve hürriyetleri…

Tüm bunlar, askerî vesayetten arındırılmış, halk iradesini yansıtan bir toplumsal sözleşme ile vuku bulabilir.

Bu bağlamda, anayasa tartışmalarında hep nedense ilgili aktörler ipe un serme derdinde olduklarından, “olması gerekene” bir türlü geçemiyoruz.

Zaten yıllardır, “teoriden” pratiğe geçemedik.

Sivil toplum kuruluşlarınca farklı dönemlerde farklı anayasa taslakları hazırlanmasına rağmen, dediğim gibi hep masa üzerinde kalmıştır bu girişimler.

Aslına bakılırsa, Osmanlı Devleti’nden tevarüs eden bu devlet kutsiyeti zihniyetinden dolayı devlet teşkilatlanmasında bürokratların, yani atamayla işbaşına gelenlerin milletin teveccühleriyle seçtiklerini sürekli bir denetim ve baskı altında tutmaları, işte anayasal zırhlarla tesis edilmekteydi.

* * *

Doğrusunu söylemek gerekirse…

Kamuoyu olarak bu anayasa tartışmalarının içine bizler daha çok saplanıp kalacağız…

Çünkü…

Demokratikleşme; ileri düzeyde bir demokratik toplum ve devlet tesis etmenin temelinde…

İnsan haklarına saygı duyan bir yasalar silsilesinin inşaî yatmaktadır.

Çağdaşlaşmaya paralel olarak, modernleşmenin dayatmaları karşısında arkaik bir yasal düzenlemeler demetiyle yeryüzü ile eklemlenmek olası mıdır?

Neymiş efendim…

Anayasamız, bu zamana kadar şu kadar kere değiştirilmiş. E ne olacak, demek ki ihtiyaçlara cevap vermiyor ki…

Yeniden bir anayasa yazımına ihtiyaç duyulmakta.

Fazla uzatmak istemiyorum… Her şeyden önce, anayasa tüm toplumun bileşenlerinin rızası alınarak meydana getirilmelidir.

Demokrasi; her zaman dediğimiz gibi, sadece sandık veya matematiksel çoğunluk da değildir.

Her şeyden önce…

Çağdaş bir demokrasi…

Belirle ilkeler ve prensipler çerçevesinde olgunlaşır ve yeşerir:

Birlikte yönetişim gibi…

İstişare gibi…

Müzakere gibi…

Geniş bir konsensüs gibi… Vb…

Bakalım…

Bu ANAYASA tartışmalarının sonucu nereye varacak?

Benim gönlüm, insanın devletten önce geldiği, devletin vatandaşlarının hizmetkârı olduğu bir toplumsal sözleşmenin serencamından yanadır.

 

Devamı
Elleriniz Kırılsın Emi!

KARAR gazetesinin 29.01.2021 tarihli nüshasında…

İçimi parçalayan aşağıdaki gibi bir tablo vardı:

2008 – 80 kadın

2009 – 109 kadın

2010 – 180 kadın

2011 – 121 kadın

2012 – 210 kadın

2013 – 237 kadın

2014 – 294 kadın

2015 – 303 kadın

2016 – 328 kadın

2017 – 409 kadın

2018 – 440 kadın

2019 – 474 kadın

2020 – 471 kadın

-------------

2008 – 2020 yılları arasında 3.656 kadın…

Erkek cinayetine kurban gitmiş.

Yine…

2021 yılının ocak ayının ilk 28 gününde 19 kadın aramızdan ayrılmış.

Gerçekten de bazen ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz.

Kelimeler, cümleler, metinler kifayetsiz kalıyor.

Bu utanılacak kara tabloyu nasıl yeneceğiz…

İnanın çaresizlik kadar, daha kötü bir şey yok!

Devamı
Türkiye, ABD, AB ve Rusya

Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri ve Amerika ile de olan ilişkileri mercek altına alınmakta…

Bir kere burada tek taraflı bakmamak gerek.

İlişkilerde hep nedense, Türkiye’nin ev ödevlerini yapmadığı, hukuk devleti karnesinin zayıf olduğu, yine demokratik toplum olma özelliğinden uzaklaştığı vb. değerlendirmeler yapılmakta.

Öte yandan…

Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasındaki jeo-stratejik ve jeo-politik konumu itibariyle hem AB’nin hem de ABD’nin Türkiye’den kolayca vazgeçemeyeceği dillendirilmekte.

Bildiğiniz gibi Sayın Erdoğan, AB ile “beyaz sayfa” açma ümidiyle ilişkileri normalleştirmek için açık kapı bıraktı.

Ama, öte yandan ABD ile nasıl bir yönseme izleneceği merak konusu… Biden’ın kontrolünde(?) olacak ABD ile ilişkilerin normal ve müttefiklik düzleminde seyretmesi ne kadar olabilir görüntü vermektedir?

Bir kere, Türkiye ve ABD ilişkileri açısından en önemli başlık, F-35 uçak meselesidir. Kongre her defasında uçak satışında su koyvermişti. Bir de Biden yönetiminin, Türkiye’ye Sayın Erdoğan üzerinden bakışı var.

Öte yandan, Türkiye’nin S-400 füze kalkanı alımlarının nasıl süreceği de ilişkiler bakımından, ilişkilerin olumlu seyrini akim bırakmaya aday.

Türkiye’nin AB ile olan ve ortaya çıkacak uluslararası siyaset denkleminde artık bir parametre olarak dikkate alınmasında, tüm bu sayılan etkenler dikkatle gözlemlenecek. Rusya ile iki devlet başkanının dostlukları; Sayın Erdoğan ve Sayın Putin’in uzun yıllardır sürdürdükleri dostane ilişkiler, ABD’nin Ortadoğu politikalarında müttefikliğe sığmayacak hamleler atmasına neden olabilecek ve Türkiye’nin ABD ve AB ile Rusya bloğu arasında savrulmasına vesile olabilecektir.

Yine her zamanki gibi bekleyip göreceğiz…

Devamı
İçişlerimiz ve ABD

Günlerdir...

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri...

Atanan Rektörlerini istemiyorlar...

Bu bağlamda...

Öğrenciler, hükümetten taleplerinin değerlendirilmesini beklemekte...

Şöyle baktığımızda...

Nümayişe kaçmadan ve taşkınlık yapmadan...

Öğrenciler, “anayasal” bir hak olan yürüyüş ve açıklama yapmaları bakımından bir engel ile karşılaşmamalılar.

Kaç yazımda dile getiriyorum ama...

Her nedense, ülkemizde bir türlü yeşertemediğimiz olgunluk...

Uzlaşmak... İstişare yapabilmek...

Neden bu kadar zor birbirimizi anlamak? Yahu memleketteki tüm sorunlar böyle kamplaşmanın, saflaşmanın gereğince çözümlenecekse, buradan demokrasi adına da...

İlerleme adına da hiçbir çıktı sağlanamaz.

Orta yol bulunmuyor.

Eğer ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti “hukuk devleti” diyorsak, hukuk devletinin gereği bir yasal işlem/atama yapıldıysa ve hukuk buna cevaz veriyorsa- yani meşruiyet açısından bir anormallik yoksa- mevzuyu uzatarak, toplumsal bir meseleye dönüştürmek...

Tekraren fasit bir dairenin içine hapsolmamıza neden olmakta.

Bugün bakıyorum da... Boğaziçi Üniversitesinde öğrencilerin taleplerine duyarlı olanlar...

Nedense...

Amerikan makamlarından gelen, Boğaziçi Üniversitemizdeki bir işlem ile ilgili açıklamalara duyarsız kalıyorlar.

Hani bu aralar “millilik” ve “yerlilik” çok moda ya...

Burada yaşanan olay, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir iç işleridir... E tamam da bir kişi de çıkıp ABD’ye yeter be artık demeyecek mi?

Devamı
Anayasa Tartışmaları

Anayasa tartışmaları yine alevlendi. Bu tartışmayı yine gündeme getirmek, bir gündem saptırma mıdır, beni ilgilendirmiyor.

Şu bir gerçek… Anayasamızın gerçekten de çağa uygun olarak, üzerinde monteler yapılarak değil, silbaştan yeniden yazılması gerekiyor.

Bu bağlamda…

Anayasamızda yapılan son değişiklikle, T.B.M.M’de 600 milletvekili bulunması gerekmekte. Ama, cari dönemde milletvekili sayısı 584.

Anayasanın değiştirilmesi için, milletvekillerinin üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu gerekmekte. Bu sayı da 400 milletvekiline tekabül ediyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin meclis içindeki sandalye sayısı 289. Meclis Başkanı AK Partili Mustafa Şentop olduğundan, meclis oylamasına katılamayacağından ötürü, Sayın Şentop çıkarıldığında AK Parti’nin sandalye sayısı 288 oluyor. Milliyetçi Hareket Partisi’nin sandalye sayısı da 48.

Bu bağlamda… CUMHUR İTTİFAKININ toplam milletvekili sayısı 336 olduğundan ve bu sayı da anayasa değişikliğine yetmiyor.

Yine, Cumhurbaşkanının, 82 Anayasasının 184’üncü maddesine dayanarak, anayasa değişiklik tekliflerini halk oylamasına (referanduma) götürme yetkisi var.

T.B.M.M Genel Kurulunda yapılacak olan bir anayasa değişikliği teklifi oylamasında, eğer 400’ün altında ancak 367 veya fazlası “kabul oyu” söz konusu olursa, cumhurbaşkanı, teklif T.B.M.M’de kabul edilmemiş bile olsa, teklifi halk oylamasına sunabilmekte.

Cumhurbaşkanı, T.B.M.M Genel Kurulunda 400 veya daha fazlası oy ile kabul edilmiş anayasa değişiklik teklifini eğer isterse, halk oylamasına sunabiliyormuş.

Buraya kadar olan hususlar…

Hukukun matematik tarafı.

* * *

Şimdi bakıyorum da…

Daha etraflıca bir taslak bile oluşturulmamışken…

“İstemezük” borazanları çalmakta…

Bizler niye böyleyiz?

Evet…

Bu anayasa değişikliği belki gündemi değiştirmek için ortaya atılan bir savsata da olabilir…

Ama…

Öte yandan, bu, anayasanın değiştirilmesi gerçeğinin üzerini çizer mi?

Bu anayasa ne kadar yamanırsa yamansın…

Dikiş tutmuyor.

Daha özgürlükçü bir anayasa metninin yazılması; ve özellikle kısa ve net bir metnin ortaya çıkarılmasının neresinde bir beis görülüyor?

Değerli okuyucular,

Biz böyle toplumsal ve siyasal meselelerde direttikçe, kendi siyasal bagajımızın gereklerine göre ön koşullar masaya koydukça…

Bir arpa boy ilerleyemeyiz.

Daha durun bakalım, anayasa değişikliğinin talebini masaya sürenler, hele heybesindekileri bir çıkarsınlar…

Ne isteniyor ne bekleniyor…

Kamuoyunca bir gözlemlensin.

Askerî bir idarenin yaptığı anayasayı, yama yapa yapa 21.yy. içinde yüzleştiğimiz sorunlarda temel başvuru belgemiz yapmamız, ne kadar realiteye uygun?

Taraflar bir tartışsın, nasıl bir vizyonla anayasa yazılmak isteniyor, oturup bir taslak ortaya çıkarılsın.

Bakıyorum da… Biz toplum olarak iyice birbirimizden kopmaya başladık. İstişare yok. Müzakere yok. Diyalog yok.

Etkili iletişim yok. Ee bu yoklar arasında…

Biz nasıl ufka yöneleceğiz, bilmiyorum.

Arz ederim. 

Devamı
Sevmenin Günü(?)

Yine bir “Sevgililer Günü” geldi çattı…

SevmekÂşık olmak…

Aslında, bu kelimelerin gönül dünyamdaki lügatın içindeki anlamları belli ve açık…

Aslında… Benim bu tür özel günlere bakış açım da belli.

Geçmiş yıllarda bu minvalde yazmıştım…

İster adına sevgililer günü deyin, ister anneler/babalar günü deyin; fark etmiyor…

Kapitalizmin oyunu, oyundur.

Ben kıvırtmayı sevmem… Böyle özel günler, tüketim çılgınlığının tetiklendiği günlerdir.

 

Aslında, burada bir aşk olsun serzenişini de medya haketmekte. Normal günlerde, vatandaşın açlıktan bitap düştüğünü yazan medya; hatta ekmek kuyruklarındaki insanların çaresiz durumlarını görüntüleyen medya…

Her nedense…

Gün tüketim çılgınlığı olduğunda, riyakârlık yapmaktan da imtina etmiyor. Ne denirse densin… Popüler kültür ve yozlaşan modern zamanlarda insana dair veya insana dokunan her şey “meta”laştırıldı. Lamı cimi yok…

Kapitalist ticaret ahlâkı her şeyi “allayıp pullamayı” ve ambalajlayarak insanların “beğenisine” sunmaktan da geri kalmıyor.

Allahaşkına yahu… SevmekSevgiTutku… Bu insanî duyguları ambalajlayarak, insanları gözbağıyla aldatmanız mümkün mü?

Evet aslında… Değil… Ama, günümüzün insanı mutluluğu, sevgiyi illaki maddede aradığından ve mutlu olabilmek için bir şeylerin kendisine verilmesine “alıştırıldığından”… İşte böyle dünyanın en saf ve masum insan hasleti paketlenip, cilalanıp bir güzel ticarî meta hâline getiriliyor.

Neyse… Sevgililer gününüz her şeye rağmen kutlu olsun.

 

Devamı
Süreçsel Gelişim ve Zamanda Takılmak

Anadolu Ajansında, Amerikalı milyarderlerin Covid-19 salgınının etkili olduğu 10 aylık süreçte servetlerini 1,1 trilyon dolar ($) arttırdığı yazıyordu.

Şöyle ki…

Amerikan vatandaşı 660 milyarder, Covid-19 salgını döneminde 3 trilyon dolar olan toplam servetlerini, ocak ayı itibariyle 4,1 trilyon dolara yükseltmişler.

Şöyle bir bakışta bize ne denebilir? Gerçekten de öyle aslında. Bize ne? Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış.

Covid-19 sürecinde ve sonrasında uzmanlar bas bas uyarıyorlar: Gelecek hiçte beklediğimiz gibi olmayacak, diye. İşte envai türden korku senaryoları, distopyalar…

Ama, her şeyden önemlisi… Açlık tehlikesi. Yoksulluk tehlikesi. Mahrumiyet. Kısacası, tamamen yaşamımızı direkt etkileyecek gelişmeler. Şunu belirtmek gerekir, ortalığı karatmaya çalışanlara inat her zaman umutvar olmak durumundayız. Öte yandan anlatılanların gerçeklik payı da var.

Ne mi? Tarım sorunu… Gelecekte, bu yönde iklim değişiklikleri insanoğlunun beslenme kaynakları üzerinde doğrudan etkin olmaya devam ettiğinde, sera etkisiyle doğal yaşamın döngüsü bozulduğunda, devletlerin/hükümetlerin doğanın hükmü karşısında aciz ve çaresiz kalmaları durumunda…

Ne yapılacak? Beslenme ve gıda sorununun şimdiden masaya yatırılması lâzım. Yağmur yağmadığında, gördük ki yaşam birden kilitleniyor. Yağmur yağış rejiminin bozulması, doğanın insan eliyle tahrip edilmesi, tüm bu aşınmalar, şuan olmasa bile ileride insanlığın tümü için çanların çalmasına sebep olacaktır.

Gelecek bakımından kaygılı olan yazarlar, tarım politikalarına ve beslenme ile gıda tedarikinin önemine dikkat çekiyorlar. Benim üzerinde duracağım bir başka husus ise…

Türkiye olarak bu kritik süreçte ne kadar durumun vahametini idrak ettiğimizdir.

* * * *

Lafı nereye getireceğim… 21. Yüzyıl bildiğimiz gibi artık teknolojinin hakimiyetini ilan ettiği bir yüzyıl. Kabul etsek de etmesek de, kol gücüne dayalı işler ve meslekler, bilimin ve teknolojinin eşgüdüm içinde gelişme göstermesi nedeniyle, insanlığın belleğinden silinme noktasına geldi.

Bir yandan…

Açlık meselesi var. Ne olursa olsun insanlar için en temel beslenme kaynağı yine tarımsal faaliyetlerden elde edilen ürünler. Tarıma yönelik müspet politikaların sürdürülmesi, çiftçilerin desteklenmesi, bir toplumun ve devletin varlığı bakımından hayati derecede önemli.

Su kaynaklarımızın arttırılması, mevcut su kaynaklarımızdan maksimum verimlilik elde edilmesi, temiz suya erişim; üzerinde kafa patlatılması gereken en önemli meselelerdir.

Şimdi nereye geleceğiz? Önümüzde Covid-19 odaklı bir sene var. Ve bundan sonra bu salgının etkileri ilerleyen dönemlerde de iz bırakacak. Ama, öte yandan belirttiğim gibi, gelişmiş toplumlarla gelişen/gelişmekte olan toplumları ayıran en büyük faktör, bilgi toplumu aşamasına geçmiş olmalarıdır.

Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, hâlâ tarım ile iştigal olduğundan ve üretimini daha çok “yükte ağır pahada hafif” bir portföyden oluşturduğundan, çağımızla ahenkli bir ilerleme kaydedemiyoruz. Tabii bu husus tüm gelişmekte olan ülkeler için geçerli.

Demem o ki… Evet ileride tarım, yine en önemli beslenme kaynağı olacak. Ama, öte yandan istikrarlı ve sürdürülebilir bir iktisadi kalkınma ve büyüme için, yine tarım sektörüne mi önem vereceğiz? Eskiden üniversitede okurken, dersler sırasında, işte gelişmiş ve ekonomileri büyük ülkeler için küçücük cihazlar üretip, bizim kamyonlarca tarım ürünlerimizi aldıkları dillendirilirdi.

Elin oğlu, bilgi toplumu olmanın verdiği avantajlarla, dünyaya daha fazla hâkim olmakta; sahip oldukları teknolojik ve bilimsel üstünlüklerle yeryüzünü istedikleri gibi biçimlendirmekteler. Sonuç itibariyle, bizler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak müreffeh bir ülke olma derdindeyiz. Belki, bana bu yazdıklarımdan ötürü kızabilecekler çıkacaktır.

Şimdi, yukarıda zikrettiğim ABD’li milyarderler, aynı zamanda dünyadaki çokuluslu şirketlerin de sahipleri. Büyük ihtimalle sahip oldukları şirketler de, bilgi ve teknoloji tabanlı şirketler. Evet, önümüzde bizleri açlık, kıtlık, besin tedariki gibi zorluklar bekliyor.

* * * *

Öte yandan…

Bu dediklerimin de altı çizilmeli.

Tarım ürünlerine muhtaç olmak durumundayız. Doğru. Ama, tarım ürünleri ile büyük ve gelişmiş ülke olma umuduz ne kadar rasyoneldir. Dediğim gibi…

Dönemimiz artık daha fazla…

Teknolojinin ön plana çıktığı bir devir. Bugün gelişmiş ve modernite süreçlerini tamamlamış ülkelere baksak, burada iktisaden faal olan nüfusun büyük çoğunluğunun hizmetler sektöründe istihdam edildiğini de görürüz.

Dünya değişiyor. Yıllardır dünya ve dünyanın sakinleri de değişime ayak uydurmak maksatlı mücadele veriyorlar.

Demem o ki… Teknoloji üretemeyen, transfer edilen teknolojileri özümseyemeyen, onu kendi koşullarına adapte edemeyen toplumların hangi sosyoekonomik ve siyasal tercihler üzerinde tartışma yürütürlerse yürütsünler geleceğe umutla bakmaları zorlaşacaktır. Sınırlar ötesi paylaşılabilecek teknoloji ve araştırma birikimi olan ülkeler, kalkınma yarışında ve rekabette öne geçtikleri gibi, işte böyle zenginlerin olduğu bir modern toplum olacaklar.

Bizim örneğimiz pekâlâ Amerika Birleşik Devletleri değil. ABD’de insanların ne kadar zor yaşam koşulları altında hayatta kalmaya çabaladıklarını zaten biliyoruz. Amerikan ekonomisinin tabana yayılmadığı ama öte yandan zengin ürettiği bir gerçek. Bizim için önemli olan daha çok Batı medeniyeti. Yanı kıta Avrupası, İskandinav ülkeleri.

Bugün, artık takkeyi çıkarıp düşünme zamanı…

Evet; bugün, tüm çabalarımız, gayretlerimiz, ülkemizi daha muasır bir devlet düzeyine çıkarmak. Kalkınmayı sürdürülebilinir ve sürekliliği olan ayaklara oturtmak.

İnsanlığın tarihsel deneyimlerini ve tarihsel süreci biz; Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti de bihakkıyla içselleştiremedik ve toplumsal yaşantımızın içine “olması gerektiği” şekliyle de monte edemedik.

Bugün, hâlen biz, 1900’lü yıllardaki Amerikan ekonomik yapısı ve istihdam yapısını ayakta tutmaya çabalıyoruz.

Bilmiyorum, belki de yanlış ve gereksiz şeyler yazdım. Ufkum buna yetti. Pekâlâ yazı; yazıcısını bağladığı gibi, ilerletilmeye ve yanlışlanmaya da açık olmalıdır.   

Devamı
Süreçsel İkilem

Türkiye’de siyasetçiler boş işlerle uğraşadursunlar…

Boş lakırdıyla gündemi doldurmaya çalışsınlar…

Türkiye’de vatandaşların ve hanehalklarının derdi…

Geçim ve gelir akımı.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (DİSK) araştırma biriminin gelir ve yoksulluk ile ilgili son bulguları, üzerinde durulmaya değerdi.

- Avrupa Ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülke Türkiye imiş.

- En zengin ile en yoksul arasındaki eşitsizlik makası 8,3 kata yükselmiş.

- Hanehalkları bir yılda yaklaşık olarak 1.500 $ (Dolar) fakirleşmiş.

- Türkiye’de yoksul sayısı son 2 yılda yüzde 8,4 artmış.

- Dünyada çalışan yoksulluğu yüzde 9 iken Türkiye’de yüzde 14,4 olarak tezahür etmiş.

- Covid-19 döneminde çalışan yoksul sayısı 7,7 milyonu geçmiş.

- Her 10 kişiden 7’si borçluymuş.

- Türkiye’de yoksulluk riski diğer ülkelere göre daha yüksekmiş. Yine kadınların yoksulluk riski erkeklerden fazla; her iki çocuktan biri de yoksulluk riski altındaymış.

 

TUİK verilerine göre… İşsiz sayımız 4 milyon 5 bin iken, bağımsız kuruluşların kendi yaptıkları çalışmalar neticesinde iş bulma ümidi olmayan ve iş aramayıp çalışmaya hazır olan 4 milyon 348 bin kişi dahil edildiğinde “geniş tanımlı işsizlik” sayısı 8 milyon 353 bin kişiye, işsizlik oranı da yüzde 23,3’e yükselmiş oluyormuş. Son tahlilde zamana bağlı eksik ve yetersiz istihdamdaki 2 milyon 78 bin kişi de bu işsiz kişi sayısına ilave edildiğinde, “en geniş tanımlı” işsiz sayısı 10 milyon 513 bin kişiye, işsizlik oranı da yüzde 29,3’e ulaşmış oluyormuş.

- - - - - - 

Gündemdeki tartışmalar içinde en fazla dikkat çekmesi gereken husus bu:

Yoksulluk.

Gelir yetersizliği.

Şimdi adalette olsun ekonomide olsun ve yine demokratik yaşamda olsun reform başlatılacak ya…

En büyük reform…

Artık kendi kendimize yeten ülke edebiyatından kurtularak, daha fazla dünyaya eklemlenen bir eko-politik düzlem içinde olmalıyız.

Bakıyorum da…

Yersiz yersiz hükümetler eleştiriliyor. Bir sokağa çıkma kısıtlamasının uzatılması ve kapsamının genişletilmesi talep edilirken; diğer yandan artık bir serbestleşme ortamının tesis edilmesi yönünde beklentiler var.

Şunu anladık. Gelecekte hiçbir şey bıraktığımız yerden devam etmeyecek. İster doğal ortamda diyelim ister dünyaya hükmetmek derdinde olanların tasarımları diyelim… Dünya farklı bir yere çekiliyor.

Bunun yanında, bu gelişmelere paralel olarak küresel iklim değişikliklerini, çölleşme risklerini, çoraklaşma tehlikesini, susuzluğu falan da ekleyelim…

Ortaya çıkacak tablo, pespembe değildir. Çin’in ekilebilir toprak için girişimlerde bulunduğunu yer yer bazı kaynaklardan okuyoruz. Pekâlâ, içilebilir temiz su ve ekilebilir topraklar, gelecekte insanlığın yaşam damarları olacaktır.

Son günlerde ülkemizde de benzer hususlar konuşulmakta ve tartışılmakta. Tarım faaliyetlerinin gerilediği. Yine tarımda çalışan kesimlerin de azaldığı. Tarımsal ürünlerde gelgitlerin olduğu. Şöyle bir baktığımızda, gıda sorunu ve tedariki veçhesinden tarım faaliyetleri ve bunun sonucunda elde edilecek çıktılar, evet yaşamsal öneme haiz.

Ama öte yandan, bizler Tarım toplumu ve Sanayi toplumu ile Post-modern toplum geçişlerini tarihsel evrim süreçlerinde tecrübe edemediğimiz için de bocalama yaşıyoruz. Türkiye’nin sıkıntısı hâlâ yaşanan sorunlarda, köylülük/çiftçi olma statüsünden çıkamamasıdır. Yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum, iki sayfa olmuş, bir başka yazıda yine bu husus üzerinde kafa yormaya devam edelim.

 

 

Devamı
Sol'un İflah Olmaz Dili!

2021 yılının da geçmiş dönemden kalma sorunlarla geçeceği, yine kamuoyuna yansıyan polemikle netleşti gibi. Nedense, şu hastalığımızdan bir türlü vazgeçemiyoruz. Kibir. Her şeyin en iyisini kendimizin bildiğini zannetmek.

Yine yeniden değişmeyen meselemiz, tesettür ve cumhuriyet rejiminin yıkılacağı vehmi. Fitili ateşleyen Sayın Fikri Sağlar. Gerçekten de bu sol cenahtaki zuhur eden basiretsizliği bazen anlamlandıramıyorum. Artık Türkiye’de ne tesettür sorunu vardır ne de başörtüsü… Kelime oyunlarına gitmeye gerek yok. Neymiş başörtüsü başka bir şeymiş… Tesettür bir başka şeymiş.

İnsanların bu “niyet okuma” hevesleri yok mu? Tesettür giyen insanlar (yani bayanlar/hanımefendiler), Siyasal İslam ideolojisinin militanlarıymış. Ne kadar insanları yaftalayan bir dil. Eğer, 2021 yeni bir yıl olacaksa, küskünlükleri, kırgınlıkları bir kenara bırakacaksak, her şeyden önce kullandığımız ve tercih ettiğimiz dile, azami düzeyde dikkat etmemiz gerekecektir.

Bu dil ve üslûp ile ne yapılıyor? Bu dil mi geniş kesimleri uyandıracak? Bu tepeden bakan anlayış. Hani sol cenahta bir anlayış vardır: Bu toplum “adam” olmaz, bunlar böyle popülist siyasetçilerin peşinden giderler sonra da vahlanırlar diye… Şimdi, Allahaşkına, sabah akşam aynı politik ağzı kullanarak, insanların giyim-kuşam tarzlarıyla uğraşarak mı, milleti uyandıracaksınız? Artık Allahaşkına bir kendinize gelin, bu siyaset tarzı, muhafazakâr kitleleri teveccüh ettikleri partilerin saflarında daha da konsolide ediyor. Yahu bu sol kesim, hiç mi sokaktaki normal vatandaşın tepkisini ölçmüyor!? Seçim anketlerine bakmıyorlar mı? Tabii, tek bildikleri şey, Esmer Türkleri hakir görmek!

Devamı
Ey Sol Ruh Neredesin?

Ülkelerde ve dolayısıyla devletlerde bir siyasal sıkışma durumu var. Tabii bu durumun hâsıl olmasında şuan nazariyle Koronavirüs salgınının çok büyük payı var. Bu bağlamda, gelişmiş toplumlar da gelişmekte olan toplumlar da, bu salgının hem tıbbî tarafıyla hem de diğer sosyal yaşam alanlarında meydana getirdiği tahribatları bertaraf etme cihetinde verili koşullarla mücadele ediyorlar.

Sözcü gazetesi yazarı Sayın Deniz Zeyrek’in (20 Kasım 2020) tarihli yazısının başlığı şöyleydi:

“Türkiye’de sol öldü mü?”

Sanırım, yine bıkıp usandığınız bir yazı konusu ama değinmeden edemedim, esasında buradan yazıyı okumanızı salık veririm. Şöyle baktığınızda, Koronavirüs karşısında bugün en modern, en çağdaş siyasal rejimlerle yönetildiklerini iddia eden ülkelerin kriz karşısındaki durumlarına baktığımızda…

Gerçekten de ideolojilerin ve siyasalekonomik sistemlerin, yaşanan sorunlarda çaresiz kaldıklarını müşahede ediyoruz. Sayın Deniz Zeyrek’in sorduğu gibi gerçekten de sol öğretiler olsun, sol partiler olsun artık toplum nazarında öldüler mi? Öte yandan, ne denirse densin sağ partilerin, dünyanın önemli mahallerinde yükselen performanslarını izliyoruz. Bu bağlamda, neden sol partiler iktidara gelemiyor?

Burada sorgulanması gereken nedir? Eğer, olaya sığ açıdan bakarsak, yani ülkemizdeki aydınların bakış açısıyla bakarsak, “her toplum layık olduğu şekilde idare edilir” yargısının üzerine yatmak mı lazım? Biliyorsunuz, Türkiye’de yıllardır sol partiler bırakın tek başına iktidar olmayı, iktidar ortağı bile olamıyor! E bu durum da gerçekten de sıkıntı, seçmen vatandaştan mı kaynaklanıyor? Seçmenler, neden sol partileri tercih etmiyorlar. Biliyorsunuz, son dönemlerde sol partiler, özellikle CHP sağa kaydığı iddiasıyla eleştirilmekte. Neyse, bu eleştirilerin de tartışmaların da bir ortak noktasını bulamıyoruz… Belki de ister sağ ister sol ideolojiler olsun, sorun, toplumda “inandırıcı” ve “samimi” bir algıya neden olamamalarıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin halen toplumdan önemli bir teveccüh görmesinin arkasında ne yatmaktadır sizce de? Şuna inanmaya devam mı edelim:

Bulgur, nohut, fasulye edebiyatı!

Devamı
AK Parti ve Dış Politikası

CUMHURBAŞKANI Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın demeçleri, nedense bu ülkede bazı kesimleri rahatsız ediyor…

Etmekle kalmıyor, “inandırıcılığını” sorguluyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, çeşitli kereler Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini düzeltmesinden ve “yeni bir sayfa açmasından” bahis açıyor ya, dediğim gibi bazı Erdoğan alerjisi olanlar, hemen “istemezük” diye kazan kaldırmaya başlıyorlar.

Bu bahsettiğim kesim de, kendilerini “aydın”, “ilerici”,seküler/laik” diye tanımlayan kesim. Tabii böyle olunca, yani bunlar gibi düşünmeyince, bunlar gibi yaşam tarzına sahip olmayınca veya bunların istediği politikaları izlemeyince, ne oluyor?

Doğal olarak “gerici” ve “karşıdevrimci” oluyorsunuz. Şunu bir türlü anlayamıyorlar: Bu topraklar “kadim gelenekler ve inançlarla” yoğrulmuş bir coğrafya parçası. Doğal olarak bu kadim inançların içerisinde İslam dininin olması ve ülkemizin kahir ekseriyetinin Müslüman olması, bu müzmin kesimi rahatsız ediyor.

Hadi Avrupalıları anlıyoruz, onların doğuya bakışları “önyargılı” ve “din menşeili”… İslam dinine ne gözle baktıklarını biliyoruz. İslamiyet denince Avrupalılar daha çok, terör ve terör örgütlerini anımsıyorlar. BOKO HARAM, DEAŞ, EŞ ŞABAB, EL KAİDE gibi terör örgütleri üzerinden İslam Dünyasını okumaya ve değerlendirmeye tâbi tutuyorlar. İslam dini hakkında esaslı bir değerlendirme yapacak kadar “derinlikleri” olmayan Garpçıları, dediğim gibi anlamakta pek zorlanmıyoruz.

Muhafazakâr demokrat olduklarını hiçbir zaman saklamayan bir partinin, yer yer AB’nin entegrasyon sürecine taş koymasından ötürü “Hıristiyan Kulübü” olarak değerlendirmesi eleştiri oklarına neden oluyor. Oluyor olmasına da, nedense AB’nin ahde vefa duygusundan bağımsız ve riyakârca davranmasını hiç gündeme taşımıyorlar. AB ülkeleri değil mi ki, AK Parti’nin sürece yönelik çalışmalarını sabote edenler… Bugün, Almanya ve Fransa’nın, Türkiye’nin AB içinde yer almasına nasıl baktıkları ortada değil mi?

* * *

Avrupa Birliği ülkeleri samimiyetsizliklerinden ve ikiyüzlülüklerinden ötürü, “Hıristiyan Kulübü” yaftasını haketmekteler. Dediğim gibi, AB ülkelerini ve özelde Almanya ve Fransa’nın hazımsızlığını anlayabiliyoruz. İslam adına cihat ettiklerinin propagandasını yapan ve masum insanları katleden terör örgütleri üzerinden, İslamiyet ve Müslüman kimliği mütalaasına giriyorlar.

Burada, AK Parti’nin muhafazakâr kimliğiyle ülkemizi muasır medeniyet hedefi olarak AB çatısı içinde görmesinin neresi yanlış? Liberaller ve sözde solcular su koyvermeye başladılar. Son dönemlerde, liberallerden ve solcu olduklarını zannedenlerden özelde Sayın Erdoğan’a genelde de AK Patiye tazyikler yoğunlaştırıldı. Niyet okumakla vakit geçirdiklerinden, Türkiye’nin yaşadığı değişimi tahlil edemiyorlar.

AK Parti, bir dönem Avrupa Birliği’nin birliğe entegrasyon sürecine taş koymasından ötürü, biz de bu sürece “Ankara Kriterlere” der, yolumuza devam ederiz demişti. Demişti de başına gelmeyen kalmamıştı. Yok efendim Türkiye yönünü doğuya dönüyor. Yok efendim Türkiye’de eksen kayması var. Yahu 18 yıldır iktidarda olan bir partinin, hâlen samimiyetini bir türlü test edip noktalayamadılar.

Adalet ve Kalkınma Partisinin yıllardır bir gizli ajandasının olduğu, yine kara kaplı defterinde karşıdevrim yazdığı vb. AK Parti, yıllardır ötelenmiş ve yabancılaştırılmış “Esmer Türkleri” arkasına alarak iktidara gelmiş; bu bağlamda hem ekonomik refahı hem de siyasal iktidarı geniş tabanlara yansıtmıştır. Bugün tartıştığımız; laiklik, demokrasi, temel insan hak ve özgürlükleri ve yine kalkınma ve devrim olguları, son tahlilde neyi hedeflemektedir? Türkiye’nin muasır uygarlık projesi, ne zamandan beridir iktidarların hayalidir.

Bugün yine bakıyoruz bazı muhalefet yaptığını zanneden odaklara, zamanında kendilerinin de rol aldıkları politikaları eleştiriyorlar. Türkiye, belki bazen dış politikada yol kazaları yaşamış olabilir. Öte yandan dışişleri bakanlığını Sayın Ahmet Davutoğlu’nun yürüttüğü dönemlerde; izlenen pro-aktif siyasa, oynak eksenli dış politika, stratejik derinlik, komşularla sıfır sorun, değerli yalnızlık; bu dış politika düsturlarına ardı sıra methiyeler düzülüyordu.

Aynı akıl tutulmasını şimdi Sn. Ahmet Davutoğlu da yaşamakta. Eleştirmek en kolay siyaset tarzı. Türkiye kadim coğrafyalardaki ülkelerle, özellikle Arap ülkeleriyle ilişkilerini, ticari ilişkilerini düzeltince ve yoğunlaştırınca, şıpından eksen kayması etiketini yapıştırıyorlar. Şunu ekleyip yazıyı bitirelim. Türkiye’miz laiklikten taviz vermeden, konumlandığı coğrafyadaki ülkelerle ilişki içinde olacak; bu İslam ülkeleri de olur, Hıristiyan ülkeleri de olur.  

Devamı
Dünya Değişirken, Meslek ve İş

Zaman da sahip olduğumuz enerji de çok kıymetli. Ne zamanı geri getirmek mümkün ne de yararsız aktivitelerle harcanan enerjinin aynısını ikame etmek mümkün.

Nereye geleceğim?

İçinden geçtiğimiz dönemde, kâh salgından ötürü kâh bazı iç dinamiklerden ötürü ekonomimiz durağan olarak seyretmekte. Hemen hemen tüm web sitelerinde olsun, gazete haberlerinde olsun, ekonominin yavaşladığına yönelik haber-yorumları okumanız ve dinlemeniz mümkün.

Makroekonomik göstergeler de mikroekonomik göstergeler de olağan dönemlerin altında seyretmekte:

İşsizlik, istihdamda daralma, yoksulluk, hanehalklarının bütçe kısıtlarının temel ihtiyaçları karşılamakta zorlanması vb.

Ezcümle, bu kadar önemli meselelerin veya sorunların bence en önemli sebebi, pekâlâ konjonktürel dalgalanmalar olduğu kadar, eğitim evet eğitim!

Ne alaka denebilir? Vallahi bende bilmiyorum ama bir alaka bulmam/bulmak olanaklı. Birkaç gündür eğitim sistemimiz ve uluslararası arenada eğitim yapımızın sonuçlarına yönelik yazılara denk geldim. OECD raporlarında olsun, PİSA sınavlarında olsun, ülkemiz hani o çok ulaşmayı istediğimiz ülkelerin çok çok altında. Rakamları buraya taşımaya gerek yok. Çağımız bilgi çağı. Bu bağlamda, Google amcaya başvurunca istatistiklere erişmek mümkün.

Gerçekten de 90’lı yılların sonu ile 2000’li yılların başı, dönüşümlerin yaşandığı dönemlerdi. Sanayi toplumu olmanın karakteristiklerinin yavaş yavaş çözüldüğü, eğitimden tutunda ticarete ve geniş ölçekli üretim aşamasına kadar “bilgisayarlaşmanın” ve “robotlaşmanın” atbaşı gittiği bir bilgi toplumuna geçiş sürecini, hep beraber görerek ve deneyimleyerek yaşadık.

Ezcümle…

Artık geleceğin dijital tabanlı bir gelecek olacağını dillendirmenin bir gereği var mı?

***

Sanayi toplumu olmanın gerekleri, internet teknolojilerinin ivme kazanması ve iş tanımlarının değişmesiyle demode oldu. Endüstri Devriminin getirdiği iş düzenleriyle, iş yapış biçimleri, sanırım orta vadede tamamen ortadan kalkacak gibi.

Bildiğimiz gibi…

Sanayi Devrimi, Tarım Devriminin/toplumlarının geleneksel üretim biçimlerini sonlandırırken… Dramatik gelişmelere de neden oluyordu. Tezgâhlarda sürdürülen ve ilkel teknolojik araçlarla gerçekleştirilen üretim süreci, Sanayi Devrimi ile beraber, yerini dev fabrikalara bırakıyordu. Mavi yakalı ve beyaz yakalı işçi tanımlamalarının zirve yaptığı dönemde, çalışanlar, artık topraktan bağımsız olarak, evet yine kol gücüyle çalışıyorlardı ama herkes uzmanlaşma ve işbölümüne istinaden üretimin bir parçası oluyordu.

Sanayi Devriminden Post-Modern döneme geçişte de, “bilgi işçileri” önem kazanıyordu. Post-modern dönemde artık “hizmet sektörü” ön plana çıkmakta, artık öyle devasa üretim tesislerinde üretilen yükte ağır pahada hafif ürün konsepti yerini, bilgi işçilerinin ürettiği “bilgi” temelli yükte hafif pahada ağır hizmet/ürün sürecine bırakıyordu.

Demem o ki, artık bizim eğitim sistemimizde köklü bir revizyona gitmemiz gerekmekte. Liselerimizden tutunda yüksek eğitim ve öğretimin ifa edildiği yerler olan üniversitelere kadar, eğitim modellerimiz gençlere bir vizyon ve gelecek vaat edecek bir programla donatılmalı. Otomasyonun ve bilgisayarlaşmanın bu kadar hızlı ilerlediği çağımızda, işsizliği ve istihdam kayıplarını, çağımızın dönüşümlerine göre değerlendirmek durumundayız.

Eskiye has iş tanımlamaları ve meslekler çoktan değişime uğradı. Belki bugün popüler olan meslekler, yarın yapay zekâ çalışmaları ve faaliyetleri sonucunda insan yaşamının içinden silinip gitme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Eğitimimizi, özellikle yüksek eğitimimizi, evrensel değerlerle taçlandırmalı, yine üniversiteleri yüksek lise konumundan sıyırmalıyız. Küreselleşmenin çok baş döndürücü raddede tecrübe edildiği, fiziki ortamdan çalışmanın anlam kaybına uğradığını göz ardı etmezsek…

Meslek ve iş tercihlerinin, bir toplumun geleceğinde, yine o toplumu vareden fertlerin ortalama ömürlerinde sahip olabilecekleri refah payında; kısacası saadetlerinde, huzurlarında, başarılarında ve kazançlarında ne denli çarpan etkisi yaratacağını da görebiliriz. Yani, bırakalım şu boş gevezelikleri de çağa ayak uyduralım: Gelecek bir gün gelecek… Ama, nasıl geleceği, sanki birazda bizim ellerimizde.

Devamı
Sol mu Sağ, Sağ mı Sol?

Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhuriyet Halk Partisini “sağa çektiği” için yine “eleştiriliyor”.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun independent Türkçe sitesindeki şu açıklamasına;

“21’inci yüzyılın sorunlarını 18’inci yüzyıl kavramlarıyla mı çözeceğiz? Nedir sağcılığın, solculuğun kriterleri? Solcular kamu adına çalışır. Sağcılar kamu adına çalışmıyor mu? Solcular fakire yardım eder. Sağcılar fakire yardım etmiyor mu? Dolayısıyla bizim 18’inci yüzyıl kavramlarına hapsedilmiş bir siyasetle Türkiye’yi aydınlığa çıkarmamız mümkün değil. Yeni kavramlar üretmeliyiz.”

CHP’nin 24’üncü ve 26’ncı dönem milletvekili hukukçu İlhan Cihaner’den tepki gelmiş.

Nedense, CHP bir türlü gündeme “oyun kurucu” bir parti olarak gelemiyor. İçlerinde kendi kendilerini yemeleri, hesaplaşmalar, hizipçilik, CHP’yi gündem belirleyemeyen, daha çok gündeme hapsolan ve siyaset üretmede kısır döngüye ram olan bir konuma dönüştürüyor.

Zaten değerlendirmeler bu minvalde olunca, üretken bir siyaset ortamı da yeşertilemiyor. 1980’li yıllarla neoliberalizmin Reagan ve Tathcher ile şaha kalktığı, Turgut Özal’ın liberal politikaları ülkemizde tedavüle soktuğu bir dönemeçte, sol partiler ve ideolojiler silikleşti. Ya da halk kitlelerini arkalarında göremediler. Tabii klasik sol slogan ve propagandalar, daha çok işçi sınıfının sorunları ve mücadelesi üzerinden okundu. Sendikal hareketler, sivil toplum kuruluşları, ırkçılığa karşı mücadeleler, yabancı düşmanlığıyla savaş, gelir adaletsizliği, yoksulluk, doğanın tahribatı vb. hususlar üzerinden yürütülen siyasal diskur, Türkiye’de sosyoloji ihmal edildiği için, işte böyle tartışılmakta ve iktidara da namzet olamamakta.

Devamı
Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

SÖZCÜ gazetesinde TurkuazLab. adlı şirkete ait “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2020” araştırmasına yer verilmişti. Araştırmanın tamamına burada yer vermeyeceğim. Zaten, sözcü gazetesinin internet sitesinden haberin detayına ulaşmak mümkün.

Katılımcılara farklı sorular sorulmuş. Ben, burada bir tanesine yer vereceğim… Bir soru şöyle: “Kendinize uzak hissettiğiniz partinin taraftarlarından biriyle çocuğunuzun evlenmesini ister misiniz?” sorusu sorulmuş ve cevaplar şöyle gelmiş: %74,9’u istemem derken, %21,1’i isterim demiş.

“Kendinize uzak hissettiğiniz partinin taraftarlarından biriyle iş yapar mısınız? sorusu sorulmuş ve şöyle cevaplar gelmiş: %72,0’ı istemem derken, %24,3’ü isterim demiş.

“Kendinize uzak hissettiğiniz partinin çocuklarıyla çocuklarınızın arkadaşlık etmesini ister misiniz?” sorusu sorulmuş ve şöyle cevaplar gelmiş: %66,6’sı istemem derken, %30,9’u isterim demiş.

“Kendinize uzak hissettiğiniz partinin taraftarlarıyla komşu olmak ister misiniz?” sorusuna şöyle cevaplar verilmiş: %60,8’i istemem derken, %36,8’i isterim demiş.

Bu tablo gerçekten de çok üzücü. Üzücü olduğu kadarıyla da kaygı verici. Hep soruyorum veya sorguluyorum, bizler bu hâle nasıl geldik? Bu tablo nasıl izah edilebilir? Her şeyden çok daha önemli bir sorunumuz var. Kutuplaşırken, birbirimizden de “uzaklaşıyoruz”! Zaten, yaşanan salgından ötürü fiziki mesafelere hapsolurken, bir de böyle gönülden ve gözden ırak olmak…

Gerçekten de çok üzücü bir gelişme bu. Siyasetçilerin veya devlete yön verenlerin bu gelişmeden, dönüşümden haberleri var mı? Bu sosyolojik yapı ya da değişim bizim kültürel kodlarımıza yakışıyor mu? Kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen birisiyle komşuluk yapmam demek, nasıl bir ruh hâlidir?

* * *

Sıkıntı veya üzüntü, sadece bu hususta değil ki. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde bir etkinlik düzenleniyor. Ve akabinde bildiğimiz sorunlar yine nüksediyor. Ne çok seviyoruz, olmayan şeylerden “meseleler” üretmeyi ve bunları “köpürtmeyi”! Ben teolog değilim. İslam dini veya din hususunda haddimi aşacak ya da ahkâm kesmeye yönelecek tavır içinde de olamam. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okunması tartışma yarattı. Esasında, olması gereken noktayı Sayın Ekrem İmamoğlu koydu. Evet, kutsal kitabımızın kaynak dilinden okunması, sanırım daha makbul olanıdır. Ama, tartışmalar bitmiyor ki… Affedersiniz ama Mahmut’un çorabı misali uzadıkça uzuyor.

* * *

Bizler bu tabloyu haketmiyoruz. Elimde değil… Üzülüyorum. Evet, belki doğalgaz veya petrol zengini bir ülke olmayabiliriz. Çok büyük marka olan çokuluslu şirketlerimiz olmayabilir. Dünyaya nizam vermeyebiliriz. Ama, bizi diğer ülkelerden farklı kılan nedir, diye sorsam… Kökleri çok derinde olan kültürel harslarımızdır. Şu toplumsal yapıya bakıp da utanmamak, üzülmemek, elde değil. Bakın, bu sığ sorunlar yüzünden esas oğlana, yani reel problemlere odaklanamıyoruz. Dinimiz yüzünden kutuplaşıyoruz. Birbirimizden soğuyoruz. Ne demek yahu, aynı çatı altında farklı siyasal görüşlere sahip biriyle komşuluk yapmam demek!

* * *

İslam dini kimsenin tekelinde değildir. İnanmak veya inanmamak, herkesin kendi bileceği bir şeydir. İnanç özgürlüğü, anayasalarca korunma altındadır. İfade ve toplanma hürriyeti gibi, vicdan ve kanaatlerini açıklamak veya toplum genelinden farklı bir siyasal ve vicdan değerlerine sahip olmak; toplum indinde ne ayıplanabilir ne de bu düşünceden ötürü insanlar toplumsal yaşamdan izole edilebilinir. Ne zaman böyle tartışmalar alevlense, toplum cambaza bak misali oyalansa, bilin ki derin devlet zihniyetleri ya da zihni sinir planları tertiplenmekte, birliğimiz ve bütünlüğümüz hedef alınmaktadır. Zaten, sol cenah hazır kıta beklemekte: Hayat Tarzımız tehlikede! Ne bitmez vehimmiş… Mahalle baskısı! Papağan gibi aynı kavramları ikrar ediyor ve dar bir konu çevresine saplanıp kalıyoruz. Bu bağlamda, endişelenmemek lâzım; laiklik de bizim ortak değerimiz… Dinimiz de kutsalımızdır. Mahallerimizden çıkıp bir başımızı kaldırsak… Ne oluyor diye… Aman ki ne aman! Sosyal erozyon had safhada… Çanlar kimin için çalıyor! Çivisi çıkmış dünya derler ya…

Esas, ziller, çivisi çıkmış toplum için çalıyor.

Devamı
Kaçın, Türkler Geliyor(!)

Geçenlerde internet sitelerinde gezinirken, benim ilgimi çeken bir araştırma sonucuna rastladım. Ama, şuan araştırmanın hangi sitede olduğunu hatırlamıyorum, çünkü not etmemişim.

İTALYA’DA yapılan bir araştırmada, “Hangi ülke dünya için en büyük tehdit?” sorusuna İtalyanlar şu şekilde cevap vermiş:

- Araştırmaya katılan İtalyanların yüzde 27’si Çin demiş.

- Araştırmaya katılan İtalyanların yüzde 15’i İran demiş.

- Araştırmaya katılan İtalyanların yüzde 14’ü Türkler demiş.

 

Bu bağlamda, bu araştırma sonucunda biz Türkler ilk defa ilk üç arasında yer almışız.

Acaba diyorum ki, kim kimden korkmalı veya ürkmeli? Tabii, son dönemlerde Türkiye’nin içe dönük siyaset anlayışından çıkarak, daha ayakları yere basan dış politika izlemesi, tevekkeli sadece Amerika’da değil, Avrupa ülkelerinde de endişeye neden olmakta.

Onlar istiyor ki, Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’si yine varolsun. Onlara göre, Türkiye, dünyanın muktedirlerinin Ortadoğu’daki ileri karakolu olsun. Ama, işte bu medeniyet kumkuması devletler/ülkeler, aynı bizim ülkemizdeki melankolik solcular gibi, illaki kendi istediklerinin olmasını, her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiklerini zannediyorlar.

O Soğuk Savaş Dönemi şartları geride kaldı. Türkiye’nin iç işlerine karışarak, sokaklarımızı çalkantıya sevk ederek, ülkemizi istikrasızlığa sürükleme hevesleri her nedense kursaklarında kaldığında, başlıyorlar su koyvermeye: Türkiye’de eksen kayması var! Türkiye diğer devletler için tehdit olmaya başladı ve benzeri ipe sapa gelmez lakırdılar…

Ne sanıyorlar bunlar… Eskiden, Avrupa Birliğinin temsilcileri ülkemize gelirler, sanki ülkemizin sömürge valisi edasıyla devletimize nizam vermeye çalışırlardı… Türkiye, dış siyasa bagajını gözden geçirip, angajmanlarda değişime gittiğinde, çocuklar gibi ağlamaya başlıyorlar.

- - - - - - 

 

Vay be İtalyanlara ne demek lazım! Avrupa ile yıllara dayanan ilişkisi olan Türkiye’den korkuyorlar! Neden acaba? Şundan mı! Artık ensesine vurulup lokması alınan bir Türkiye yok. Yine, ABD’nin tavrı, Fransa veya Almanya’nın tavırları, ülkemizin başı dik tutumunu değiştirmeye yetmeyince, ne kadar “medeni” olduklarını unutup aba altından sopa göstermeyi yeğliyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri’nin son dönemlerdeki küstahça tavrını sindirmemizi beklemek, ne demek!? İşte bu yönde, ABD ve AB ülkeleri Türkiye’yi kenara sıkıştırmaya çalıştıklarında, özellikle son yıllarda atılımları gerçekleştirilen Millî Savunma Sanayii yatırımları, meğer Türkiye’nin müttefiklerinin korkmasına neden olmakta.

ASELSAN ile olsun… HAVELSAN ile olsun… ROKETSAN ile olsun… Milli Savunma Sanayimizin temellerinin sağlam köklere raptedilmeleri, bağımsız hareket etmemiz, nedense rahatsızlığa neden olmakta.

Türkiye’nin enerji politikaları bağlamında Doğu Akdeniz’de konuşlanması ve arama faaliyetlerinde bulunması… Dönem dönem bölgesel uyuşmazlıklarda arabuluculuk ifa etmesi ve çözüm yollarında pro-aktif rol üstlenmesi… Düzensiz bir biçimde sergilenen göç hareketlerinde ve yine çağımızın yüz karası “İnsan Ticareti ile Mücadelede” inisiyatif alması… Gerektiğinde yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızın sorunlarına çare aranması noktasında aktif olunması… Batı medeniyetinin koruyucu kalkanı NATO’da başarılı görevler ifa etmesi… Temiz ve içilebilir su sorunuyla ilgilenilmesi ve geleceğe yönelik su politikalarının somutlaştırılması…

Bu sıralama daha uzatılabilir. Ne yani, Türkiye’nin emperyalist olmayan, millî çıkarlarını gözetmeye yönelik dış politika tayin edip sürdürmesi, neden rahatsızlığa neden oluyor? Evet, bu sözde müttefik ya da dost olduklarını dillendiren ülkeler, ülkemizi tehdit etmeye veya bizi arkamızdan vurmaya devam ettikçe, biz daha da ayakları yere basan politikalar izlemeye devam edeceğiz.

Türkiye’nin yıllardır “terör ile istikrarsızlaştırılmasında” başat rol oynayan bu sözümona uygar ülkeler, bizi itham etmeye devam ettikçe, bizler de İHA ve SİHA’larımızla caydırıcılık opsiyonumuzu masaya sürmeye devam edeceğiz.

Ne diyelim… Özelde İtalyanlara, genelde Avrupalılara iyi uykular dileyelim…

Devamı
Siyaset ve Devlet

Ne olursa olsun Türkiye’de bir siyaset kurumu var.

Yine siyasal partiler var.

Bu bağlamda, devletin bütünlüğüne, devletin milletiyle birliğine kastetmeyen bir düşünce yapısında olmak kaydıyla, yine yasalara ve anayasaya muhalefet etmeden yeni partiler de kurulmakta.

Türkiye’de siyaset kurumu bağlamında ve sivil siyasetin kapladığı alan bağlamında eşik noktası...

3 Kasım 2002 tarihiyle...

AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesidir.

Aslında, şunu söylemek istiyorum: Siyaset kurumu, kendi göbek bağını kendi kesemez idi. Devlet aygıtı, olağanca ağırlığıyla toplumsal yaşantının içinde yer kaplamakta, politikacılara sözde siyaset yapma olanağı verilmekteydi.

SOĞUK SAVAŞ döneminin alışkanlıkları ve siyaset yapışı ile devlet refleksleri, politik faaliyetlerimizin sivil alanda ve yasal mevzuata göre seyretmesine pek müsaade etmezdi. Tabii ki, devlet aygıtının idare edilmesi bağlamında, seçimler ifa edilir, sandık başına gidilirdi gidilmesine ama, görünürde her şeyin biçimsel olması, zevahiri kurtarmak içindi...

Seçimleri kazanan siyasal partiler, siyasi iktidar olarak, hükümeti tertip ederlerdi. Ama öte yandan, siyasi otoritenin giremeyeceği alanlar vardı, dokunulamazdı. Dış politika her nedense, idare bağlamında çok başlılığa sahne olan alanların en başındaydı. Dönemin kuvvet komutanlarının bir meseleye yönelik demeçleriyle, politikacıların demeçleri uyuşmayınca, her nedense hep şapkasını alıp gitmek siyasetçiye düşerdi.

Askerî vesayet ile yargı vesayeti arasında sıkışan siyasal partiler ve dolayısıyla onların kurdukları hükümet, şeklen ülkeyi idare ederlerdi. Dış politikanın “devlet politikası” gibi algılanması, derin devlet reflekslerinin siyasette sütre arkasındaki etkinliğinin ağırlığı, siyaset zemini ile meşruiyeti ve devlet reflekslerinin hercümerç olmasına neden olurdu. Şimdi bunları neden yazdım? Geçenlerde bir yerde okuma yaparken, muhalefetin tavrı eleştiriliyordu, dış siyasette bazı noktalarda cari iktidara destek vermesinden ötürü... Keskin bıçak misali eleştirseniz bir tarafı memnun edemezsiniz, destek verseniz yine bir başka tarafı üzersiniz...

Anlamadım gitti bu siyasetteki karmaşık yumak işlerini!

 

Devamı
Siyasal Partiler ve İstikrar

Yıllardır sol partiler neden eleştirildi?

Kendi aralarında bile anlaşamadıklarından ve içlerinde birlik olamadıklarından ötürü…

Sürekli amip gibi bölünmeye gittikleri ikrar edildi.

Doğru mu, derseniz doğrudur da… Öte yandan…

Günümüze geldiğimizde…

Benzer değişimleri sağ partiler tarafında da müşahede etmekteyiz.

Dikkat ederseniz, AK Parti, 18 yıldır tek başına iktidarda. Bu dönemde iktidar partisinde faaliyet gösteren siyasetçiler, eski bakanlar…

AK Parti’den koptular.

Hani derler ya, sol cenahta farklı fraksiyonlar, hep sol ideolojinin bölünmesine neden oluyor. Sol partiler nedense, bir türlü toparlanıp iktidara namzet bile olamıyorlar diye.

Şöyle bir bakın bakalım:

Son dönemlerde kurulan ve toplumda “özgül” ağırlığı olabilecek partilerin hemen hemen hepsi, muhafazakâr kodlara haizler.

DEVA Partisi…

GELECEK Partisi…

YENİDEN REFAH Partisi…

Gerçekten de bir bakışta baktığınızda…

Sağ cenahta da büyük bölünme var. O zaman sormak gerekiyor: Bu sağ cenahtaki fraksiyonlar, neden AK Parti’nin iktidarına ortak olamıyor?

Seçmen nabzını yoklamak babında birçok anket çalışmaları yayımlanıyor. Ama, yine de bu bölük pörçük yapıdaki sağ partiler ve muhalefet birleştiğinde, CUMHUR İTTİFAKINI sarsamıyor.

Neden?

Muhalefet tarafında bulunan siyasal analizcilerin de bunun üzerine kafa yormaları gerekmekte.

Devamı
Türkiye'yi Gazeteciler Yönetsin(!)

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sözcü gazetesiyle ilgili bir yorumda bulundu biliyorsunuz…

Gazetelerde…

Haber portallarında…

Gezinirken…

Sayın Erdoğan’ın bu demecini eleştiren yazılara denk geldim.

Sayın Erdoğan, “Ben Sözcü gazetesi okumuyorum, siz de boşuna para verip okumayın” mealinde açıklamalarda bulundu.

Dediğim gibi…

Cumhurbaşkanının bu değerlendirmesi yer yer eleştirilmiş.

Özellikle, bir yerde şöyle yazılmış; tabii mealen, Cumhurbaşkanı keşke Sözcü gazetesini ve diğer haber mecralarını okusa da, memleketin durumunu görse, şeklinde…

Gazetecilerde tuhaf bir tavır var…

Yani ne? Cumhurbaşkanı veya kabinenin bakanları, ülkeyi muhalif gazetecilerin yazılarına veya TV kanallarında yaptıkları yorumlara göre mi idare edecek?

***

Aslında, bu yönde daha önce böyle bir yazı yazmıştım. Köşe yazarlarının, muhalefet partilerinin yöneticilerinden daha cevval bir tavır ve tutum ile yazılar yazmaları, benim aklıma Mehmet Barlas’ın yazılarında ara sıra dile getirdiği “gölge boksu” benzetmesini getirmekte.

Gazeteciler için hava hoştur. Köşelerinden ve yüksek katlı plazalarının odalarından siyasetçilere “ayar” vermek veya yapmaları gerekenler hakkında veya izlemeleri gereken politikalar hususunda “tembihlerde” bulunmak…

Havanda su dövme gibidir. Yumurta küfesi taşımadıklarından, ülkede uygulanması gereken ekonomik ve politik izlenceleri en iyi kendileri bildiklerinden, bekara karı boşamak kolaydır kabilindendir, yazdıkları ve yorumları…

O yüzden bu türden yazılar okurken, Sayın Barlas’ın gölge boks ironisi aklıma düşmekte ve gülümsememe neden olmaktadır.

 

Devamı
Kan Sıçradı Umutlara(!)

İmtihanların türlü çeşidiyle sınandığımız bir yılı uğurlarken, tüm beklentilerimizi adeta yeni yılın omuzlarına yüklediğimiz yılın şu son günlerinde, kan sıçradı umutlarımıza…

Bir yanda, teorisyenler, bilimadamları, Prof.'lar vs. yeni yıldan bir şey beklemeyin nidalarıyla, aslında bu yılında pek öyle kolay geçemeyeceği fikrine bizleri hazırlıyor olsalar da, biz kararlıydık yine de inanmaya…

En şiddetlilerini deneyimleme fırsatı bulduğumuz 2020 yılı, felaketleri ve tabii top on da liste başı olan, tüm olumsuzlukları ezici bir üstünlükle geride bırakan pandemi felâketi… Her gün üç beş cenaze haberi ile güne başlayıp, yine birkaç felâket haberi, o da olmazsa senaryosuyla günü bitiren bizler iyi değildik artık. Ancak, şu son günlerde “Yeni yıl, yeni umut…" havasına bürünmeye başlayan motivasyonumuz, tam ruhlarımıza da olumlu yansımaya başlamış ve küresel ısınmaya inat, epeydir içimizde taşıdığımız o çözülemeyen meşhur buz kalıbının erimeye durduğuna inanacaktık ki, kirlendik aniden ve vicdanlar buz tuttu yeniden…

Vahşetin ve şiddetin başlığı şu günlerde "Bir günde üç kadın cinayeti”. İlk sırada ise, ölüm şekli en çarpıcı olduğundan mıdır bilinmez, en üst sıralarda yer tutan Aylin… Eski erkek arkadaşı tarafından yakılarak öldürülen Aylin!

Selda, evli olduğu adam tarafından, Vesile ise oğlunun kanlı elleriyle olmak üzere aynı gün toprağa yollanan ve birbirlerinden habersiz kader ortağı edilen üç kadın… Peki sadece bu kadarla mı sınırlı? Sıralanamayacak kadar uzun ve akılların alamayacağı kadar vahşice düzenlenmiş olan bu liste.

Yılın hemen her gününe bir kadın mezarı sığdıracak şekilde, adeta bir mühendislik çalışması, matematiksel bir hesaplamanın sonucu gibi karşımıza çıkan veriler var daha önümüzde. Emine'ler, Ayşe’ler, Şule'ler var gerilerde… Ve her biri, en geçerlisinden vacip kılındığına inanılan katliam gerekçeleriyle koyun koyunalar şimdi mezarlarında. Yaşıyorlar, öldürülen kadınların anısına hafızalarımızda kalmaları için tasarlanan o meşhur dijital anıt sayaçlarında.

Şimdi sitemim; erkeğiyle kadınıyla sağırlaşan vicdanlarımızla ve çıkaramadığımız seslerimizle sana bana, tüm insanlığa…

Beddua ve ahlarım; sıradaki yeni mevta adayını görücüye çıkarmaya hazırlanan yeni katil adaylarına.

Dualarımsa; mezarda yatan, erkek terörü kurbanı mazlum kadınlarımıza.

Anılarına saygılarımla…

Devamı
Mutluluk Ne Renkti?

Mutluluk denince, hemen hepimizin aklında şekillenen klişeler birbiri ardına diziliverir bir anda. Kimine göre mutluluk, bol köpüklü bir kahveden ibaretken, kimine göreyse, dört karatlık bir pırlantanın ışıltısında saklanıyor olabilir. Peki hiç düşündük mü? Ne renktir acaba adına mutluluk dediğimiz şu meret?

Bir kız çocuğuna sorsanız, hiç şüphesiz pembedir rengi. Hani şu perdesinden tutun da odanın boyasına... Halısından, dolabın içindeki eşyaların rengine kadar insanı tatlı tatlı esir alan o masum şeker mi şeker, şeker pembe...

“Hangimiz kızımıza pembe bir obje almadık?” sorusu kadar yersiz bir cümle tanımıyorum bile... Hepimiz, bir minik kız çocuğunun mutluluğunun pembeyle yakından ilişkili olduğunu bilecek kadar ihtisas yapmışızdır muhakkaki. 

 

* * *

Ancak, pek çoğumuza göre siyahla özdeşleştirmekte zorlanır beynimiz mutluluğu. Durumun garip olduğu kadar, gerçek olması da bir gariptir aslında. Ne garip!

Siyah zoru anımsatır. Ölümü, hatta yetmezmiş gibi matemini bile tutturur en koyu renginden. Hani, o üçüncü sınıf filmlerin insanları öyle pek de sandıkları kadar sürükleyemeyen senaryolarındaki siyah giyen adamlar var ya, hep kötüdür onlar. Ondan mıdır bilinmez ama, her gün siyah bir giysi ile tamamlansak da, siyah bir arabanın cazibesinin bir başka olduğunu savunsak da sevmeyiz işte siyahı, ısıtmaz bizi...

 

* * *

Kimine göre, mutluluğun yeşil olabilme ihtimali kuvvetle muhtemel olsa da, maviyi de yabana atmamalı insan öyle değil mi? Belki de turuncu hatta çoğu zaman sarı da bile, tezahür ettiği olur mutluluğun.

Hadi, suçu siyaha yükleyip haklı gerekçelerle gözaltına aldık diyelim. Peki, beyazı niye canlandırmaz beynimiz mutluluk dendiğinde.

Oysa ki beyazdır gerçek rengi bu ilanimalûm meretin. Tüm renkler beyazın üzerinde bulur anlamını. Ve, bir anda buluşuverirler gerçek manalarıyla... Hatta, daha da ileri gitmeyi sever bu beyaz. Ne kadar olumsuzluk varsa seriverir üzerine en temizinden başlangıç örtüsünü.

Siz ona beyaz sayfa dersiniz.

Bense, beyazın mutluluk vadeden büyüsü...

Devamı
Biz Bize Benzeriz...

Her gün ama hemen her gün tansiyonu yüksek bir gündem…

Uykumuzdan uyanıyoruz…

Gözlerimizi açıyoruz; ya gazete sayfalarından ya da televizyon ekranlarından nefret okumakta/seyretmekteyiz.

Bir kendimize gelelim diyen yok!

Devlet yönetimi akil adam olmayı da gerektirir.

Ama, yok, herkes birbirine bağırıyor.

Sanki sıkıntısını, yaşadığı gerginliği, karşısındakinden çıkaracak.

Biz Türkler fazlaca “duygusalız”!

Neden bunları yazıyorum?

Siyasetçiler, adab-ı muaşeret kurallarına dikkat etmeyince…

Emin olun…

Sokaktaki vatandaş da… Kıraathanelerdeki memleket kurtarma derdindeki necip yurttaşımız da…

Bu gerginlikten, nefret dilinden “alması gereken” payı alıp…

Kendisi gibi olan…

Sıradan insanlarla atışmaya giriyor.

Yanisi… Biz bize benzeriz.

Yukarıda… Yüksek rakımlı yerlerde, mesela Ankara’da politikacılarımız, memleket işlerini sükûnet ve itidal içinde çözümleyemeyip… Birbirlerine sardıklarında…

Aşağıda… Ahali de birbirine benzer misali…

Yine birbirlerini yemekteler.

Ne olur, bir dakika kendimize gelelim.

Meramını, sorununu, Allah kelamıyla güzel dille ifade etmek çok mu zor?

Devamı
Konuşuyoruz Ama Nece Konuşuyoruz?

Türkiye’de tartışırken veya bir konuyu değerlendirirken, her nedense içerik bakımından orijinden uzaklaşıyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç gün önce ülkemizde bir “reform” yapılması gereğinden dem vurdu.

Sonra, yine bir açıklamasında, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerin daha yakın olması minvalinde bazı açıklamalarda bulundu.

Hoppala… Hemen, bazı aklıeveller, bu açıklamadan başka yerlere varmaya çabalıyorlar. İşte neymiş, daha önce Sayın Erdoğan, Avrupa ülkelerini eleştirirken, şimdi ne olmuş da, ilişkilerin “normalleşmesi” minvalinde adımların atılmasının söylemini dillendiriyormuş.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kurulduğundan beridir hedefi nedir? Muasırlaşmak değil midir? Ülkemizin hem altyapı hem de üstyapı bağlamında daha da “modernleşmesi” değil midir? Türkiye Cumhuriyeti, kurulup da teşkilatlanmasından itibaren, neden geleneksel kurumları ilga edip de çağının çağdaşı kurumları toplumsal hayatın içine adapte etti?

Evet, Türkiye, İslam değerleriyle bezenmiş bir toplumdur. Kimlik olarak Müslüman kimliğimiz her şeyden daha öndedir. Ama, öte yandan, Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında biricik ve tektir. Bizi, diğer Ortadoğu devletlerinden ayıran tarafımız nedir? Tabii ki, emperyalist bir kuşatmayı yararak, laik demokratik hukuk devleti ayakları üzerinde yükselmemizdir.

Bu bağlamda, siyasetçilerimizin, AB ile genelde özelde de Almanya ve Fransa gibi birliğin ağır topları ülkeleriyle ilişkilerimizi normalleşmeye çekmeye yönelik adım atmalarının ne tarafında bir anormallik var? Allahaşkına, bizler, uçsuz bucaksız bir ormanda mı yaşıyoruz? Türkiye gibi güçlü bir devletin, kendisini kadim bir medeniyetten izole etmesi akla yakın mı? Biz kimlerle ticaret yapacağız? Biz kimlerle işbirliğine ve diyaloğa yönelik teşebbüs içinde olacağız? Ürettiklerimizi kime satacağız?

Bence, bu aklıeveller azıcık düşünsünler bakalım: Türkiye’nin yeri nerededir? İkili ilişkilerimizde her nedense eleştirilen, tefe konan ülke biz oluyoruz? Avrupa uygarlığına hatırlatmak gerek: Ahde vefa denen bir hasletin olduğunu…

Devamı
Siyasal İdare ve Yasal Zemin

Modern demokratik yönetimlerde olmazsa olmaz:

Kurum ve kuralların varlığıdır.

Bu bağlamda, hem iktidar cenahını hem de muhalefet cenahını, bulunduğu ülkede siyaset kurumu içinde bağlayan husus…

Kurum ve kurallar; yani o ülkenin anayasal organları ile kanunlarıdır.

Yine, hangi idari bölüm olursa olsun; ister merkezi idare ister yerel idare; bu idareler, kuruluş kanunları çerçevesinde hareket etmek “mecburiyetindedir”.

Belirttiğim üzere… Demokrasiyle idare edilen ülkelerde, hele ki anayasası sert hükümlerle bağlanmış toplumlarda…

Asla ve asla KEYFİYETE yer yoktur.

Bir zamanlar şöyle düşünürdüm: Türkiye Cumhuriyeti, yani memleketimiz, yazma cihetinde ne kadar zengin konu ve gündemlere sahip diye.

Gerçekten de son zamanlarda…

Bakıyorum da yazabilecek “yeni bir şey” bulmak çok güç. Düşünebiliyor musunuz, dünya bir salgının pençesi altında. Devletler, bu virüs belasıyla mücadele etmek için seferber olmaya meylediyor.

Biz içimize dönüp baktığımızda, kısır sorunların girdabında kıvranıp duruyoruz. İktidar muktedir olmanın verdiği avantajı kullanarak, muhalefete iş yaptırmama derdinde. Demokratik rejimler dediğim gibi anayasa ve yasalarla birbirlerine kaimdirler. Teamüllerin dışında veya yasanın cevaz vermediği bir şeyi; genelge, emir, istek, rica, bunları belirttiğim gibi dayanaksız bir biçimde devletin bir organı olan bir başka makama tebliğ edemezsiniz.

Her zaman vurgulanan bir şey: Demokrasi dediğimiz mekanizma birlikte yönetişimi öngörmektedir. Anayasal organlar en başta olmak kaydıyla, devletin tüm makam veya tüzel ya da gerçek kişileri, temel yasalara riayet ederek, görev icra etme durumundadırlar.

İşte bu yüzden, ayrışmaya yer vermeden…

Bu dönemden yüzümüzün akıyla çıkmak, en büyük beklentim.

Devamı
Geçmiş, Şimdi ve Gelecek

Adet olduğu üzere köşe yazarları, toplumun aydın diye önem verdiği isimler, yeni yıla ilişkin görüşlerini derledikleri yazılar neşrediyorlar. Tabii ki 2020 senesi pek iyi gittiği söylenemez. Salgın bir yandan, öte yandan insanların kendi neden oldukları sorunlar, 2020 yılı için pek umutlu bir dönem geçirmemize vesile olamadı.

Tabii ki ben bu yazıda öyle uzun uzadıya analiz yazacak değilim. Herkesin önceden tahmin edebileceği/ettiği/öngördüğü şeyleri, papağan gibi tekrarlamak durumunda olacağım. Yani, bir bakıma söylenenler tekerrür edecek, tıpkı baskı olacak.

Her şeyden önce, 2021 yılı için tumturaklı kestirimlerde bulunmanın zorluğu ortada. Okuduğum yazılar içinde daha çok olumsuz, umutları sönmüş, yelkenlerin yere indiği bir bakış açısı vardı. Tabii ki insanlar, rakamlara bazen gereğinden fazla ehemmiyet verebilmekte. İşte, yılları simgeleyen rakamlar değiştiğinde, sanki her şeyin bir sihirli değnek misali değişeceğine inanmakta. Daha doğrusu, gönlü, duyguları aklını perdelemekte ve duygularının esiri olabilmekte.

Şunu unutmayalım, yaşamın inkişafının ve doğanın kendine özgü kuralları ve prensipleri var. Bugün, içinde varolduğumuz dünya düzeni, böyle kendi kendine bu hâle gelmedi! Özellikle, çevrenin tahribatı, bizden başka canlıların ekolojik alanlarının kirletilmesi ya da yok edilmeye yüz tutması... Bunlar, pek tabii insanoğlunun doymak bilmeyen beşeriyeti dolayısıyla hâsıl oldu. Bugün, gerçekten de çok farklı noktadayız. Ütopyaların ve distopyaların arasında gidip gelen, eskiden bilimkurgu filmlerinde izlediğimiz sahnelerin, repliklerin artık gündelik yaşamın pratikleri içine girecek kadar “doğal” olduğu bir dönem, bu dönem.

Küresel ısınma ve türevlerinden ötürü dünyamızın ve yaşadığımız habitatın yapısının ve normal tepki verme dengesinin değişime uğraması, gelecekte nasıl bir yaşam havzasının insanlığı beklediği sorunsalının üstesinden gelinememesi... İnsanları doğal olarak endişeye sevk etmekte. Ama, işte belirttiğim gibi bugünlere apansız gelmedik. Her şey; doğa ve insanın etkileşim içinde bulunduğu sahalar, insanların bitmeyen ve doyurulamayan talep ve arzularının izdüşümünde bu serencamına ulaştı. Kapitalizmin tüketmeye ayarlı sistemi ve özellikle 1980 sonrası artan ivmede neoliberal ekonomik ve politik sistemlerin uygulanması, çevreye duyarlı olmayan hatta insan ve doğa dostu olmayan politikalarla yaşam döngümüzün hercümerç edilmesi ve gerileme dönemine erişmemiz... İnsanlığın irkilmesine vesile oldu.

* * *

Acaba, tarih sayfaları yenilenince her şey silbaştan yenilenebilecek midir? Şimdi şöyle düşünmek durumundayız: En basitinden, insanlık, bugünkü konumuna ve hayat seviyesine gelene kadar uzunca bir zaman geçişi yaşanmadı mı? İnsanlık, yüzyılları alan savaşlar ve mücadelelerden sonra, modern toplum aşamasına geçmedi mi? Her şey; yaşam içinde anlam ve varlık bulan her şey, uzunca bir zaman terkibinde ve birikimle vuku bulmadı mı? Demek istediğim, 2020 yılından 2021 yılına zıpladığımızda, her şey şıpından pir-ü pak olmayacak.

Aslında, ben de burada, şeytanın avukatlığını veya kötümserlik edebiyatı yapmaya çalışmıyorum. Ya da bizler; fani insanlar, sade insanlar, ilmi ve bilgisi kısıtlı olan insanlar, geleceği “belirleyemez”. Gelecek açısından öngörüde bulunabilir. Tahminde bulunabilir; eldeki verili bilimsel saiklere ve argümanlara dayanarak. Ama, bu zihinsel faaliyet, her durumda “kahinlik” olarak telakki edilmemelidir. Bazen insanlar, önlerinde duran meseleler ya da görüngüler üzerinde, açık kaynaklardan yararlanmak vasıtasıyla yorum yapmakta zorlanabilir.

Hayatın eskisi gibi olmayacağını söyleyenlerden kalkarak burada tekrara düştüğümüzde büyük bir iş kotarmıyoruz evet; ama burnumuzun dibinde cereyan eden gelişmelere de bigâne kalmamak gerekiyor. Aslında, 2021 yılı, 2020 yılının bakiyesi sorunların ağırlığıyla geçecek. Dijitalleşen dünyada, artık yaşam kodlarımız da dijitalleşecek. Belki, siz de fark etmişsinizdir yapmış olduğunuz okumalarda, iş hayatından tutun, devletin de içinde olduğu resmi iş ve işlemlere kadar dijitalleşmenin verdiği kolaylıklarla yaşamlarımızı koordine edeceğiz. Belki, 2021 yılı milat yılı olmak kaydıyla fiziki ortamlara bağlı çalışma alışkanlıkları, yerini sosyal ortamlardan bağlanılan platformlara terkedecek. Ticaret alışkanlıklarımız artık zaten e-ticaret üzerinden sürdürülür oldu. Demem o ki, bildiğimiz şeyleri gelecek bağlamında tecrübe edeceğiz ve sakınmaya çalışacağız. Şöyle yazılan-çizilenlere baktığımızda, evet hemen hemen hepsi oturaklı, ayakları yere basan değerlendirmeler. Ne ki bu değerlendirmelerin bir “giriş” gelişme” bölümleri olurken, son tahlilde sonuç, yani ne yapmak bölümü eksik kalıyor. Sanırım, bu bölümünü daha çok yaşayarak öğreneceğiz. Karanlıkta yol almak gibi. El yordamıyla tünelin ucundaki ışığı görmeye çalışacağız.

Aslında, bu bir yeni yıl yazısı olsun istedim ama meramımı da tam olarak dile getiremedim. En azından ülkemiz açısından iki üç kelam etmek gerekir diye, düşünüyorum. Türkiye’mizin bence en büyük açmazı, işsizlik olarak temerküz edecek gelecek dönemde. İşsizlik ve istihdama bağlı sorunlar, diğer alanlarda da belirleyici olabilmekte. Türkiye’de işsizlik artık bir istihdam sorunu olduğundan, özellikle yapay istihdam türünden ötürü “gizli işsizliğin” verimliliği düşürücü etkisi, makroekonomik olarak ülkemizin masada bekleyen öncelikli sorunu olmalıdır.

* * *

Alışkanlıklar değişmekte. İş yapış biçimleri de haliyle değişmekte. Bundan 10-15 yıl önceki iş yapış şekilleri, iş tanımları, emek yoğun teknolojiden sermaye yoğun teknolojiye geçiş, üretim teknikleriyle, işgören profillerinin değişime uğraması; tüm bunlar insanın odağında olduğu alanları rüzgâr etkisi gibi değiştirmekte ve geriye ise bir toz bulutu yani muğlaklık kalmaktadır. Özellikle, bu değişime uğrayacak dönemde sendikal faaliyetlerin akıbeti ne olacak? Sendikalar, iş dünyasında acaba bundan sonra tabela örgütü mü olacaklar? Düşünsenize, yaşamın dört dörtlük bir dönüşümden geçeceğinin ikrar edildiği bir dönemeçte, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin, demokratik oluşumların, eski normalde olduğu gibi “tepkiler” vermesi olası mıdır? Hani dijitalleşmeden bahsettik ya, fiziki mesafeden bahsettik ya... Dört duvar içine hapsediliyoruz ya... Farkındalık... Onun için diyorum.

Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde, hem iç siyasetimizde hem de dış politik aksiyomlarımızda da değişimler olmasını beklemek durumundayız. Ben kendimce, artık şu tatsız tuzsuz birbirimizi suçlayan siyaset dilinden vazgeçmemizi umuyorum. Hep der dururuz; siyasi partiler “demokrasinin vazgeçilmez kurumlarıdır” diye. Siyaset de bu açıdan yönetme sanatıdır, en öz tanımıyla. Bizde senelerdir siyaset daha çok kısır çekişmeler ve rövanş maksatlı işletildiğinden ya yıllarımızı kaybettik ya da toplumca birbirimizden uzaklaştık: Hani şu “kutuplaşma”, “saflaşma”, “yabancılaşma” dedikleri mefhum! Artık uzun dönemde siyasetimizi sorun çözmek için işletmemiz elzem gelmektedir. Fasit bir dairenin içine hapsolup kendi kendimize “düşmanlar”, “sakıncalı siyasi alanlar” üretiyoruz ve sonrada enerjimizi birbirimizi saf dışı bırakmak için harcıyoruz: Ne mi? İşte laiklik, cumhuriyet rejimi, irtica, Siyasal İslam, faşizm, tek adam idaresi... Vehim, vehim, vehim... Kaygı, kuşku, zan altında bırakma vb... Umuyorum, biran önce başımızı kaldırıp büyük resme odaklanırız: Yani dünyaya.

“Çok uzun zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu. İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı. Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğerine bugün, ötekineyse yarın. Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşa kapıldı. İşin ilginç yanı tüm telaşları ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı. Farkında olmadan rezil etti bugününü. Dün de bugün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi, bir eliyle yarına diğer eliyle düne yapıştı. Bugünü eline yüzüne bulaştırdı. Mutsuz oldu insan. Ne gariptir ki yarının telaşını da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı. Ama bugününü hiç yaşayamadı.”

(Oğuz Saygın, SEN düşünceden ibaretsin, Mevlana ışığında düşünce yönetimi, sf. 51, 2012)

Yazımı, yukarıdaki alıntıyla bitirmek istiyorum. Yukarıdaki pasaj, aslında deminden beridir gevelediğim şeylerin özü gibi. Sürekli olarak geçmişe saplanıp kaldığımızdan ve şimdinin içinde geleceğin planlarını yaptığımızdan, yine geçmişle şimdiki zaman içinde bağımızı koparamadığımızdan ve yine geleceğin kaygısıyla kavrulduğumuzdan, esas oğlanı, yani ŞİMDİKİ ZAMANI, içinde olduğumuz ANI yaşayamıyoruz. Heder edip geçiyoruz. O zaman yapmamız gereken ne? Geçmişin esiri olmadan, ama geçmiş birikim ve bağlarımızla irtibatımızı koparmadan, geleceğin bir gün geleceğini bilerek; cesurca ve mertçe şimdiki zamanın tadını duyumsamak.

Şimdiden tüm okuyucularımın yeni yılını kutlar, yeni yılın sağlık ve esenlikler getirmesini temenni ederim.

Devamı
Hadi Canım Ordan(!)

Sağolsunlar siyasetçilerimiz gündemi değiştirmekte pek mahirler.

Bir politikacı bir şeyi ikrar ediyor…

Veya bir şey yumurtluyor…

Perde arkasından olanbiteni çözümlemek pek kolay olmuyor.

Şimdi, Sayın Erdoğan sisteme yönelik bir şeyler söyledi ya, işte “reform” başlığı altında bazı şeylerin yaşama geçirilmesi için söylemde bulundu ya:

Ekonomiye yönelik… Hukuka yönelik… Ve demokrasimize yönelik…

Meseleyi, farklı mecralara çekmeye çabalayanlar var…

Bize reform yetmezmiş esasında “devrim” yapmak lazımmış!

Şimdi beyefendilere sormak lazım: Ne devrimi? Bizim şu solcuları bazen hakikaten anlayamıyorum. Yahu nerede devrim yapacaksınız? Halk devrimi? Kendilerini sanırım hâlâ 68 döneminde felan mı zannediyorlar?

Tamam, ülkeye devrim gerekiyor diyorsunuz da, devrim yapacak gücünüz, mecaliniz var mı?

Tatlısu balığı liberallere de solculara da eşini boşamak kolay… Oturdukları yerlerden durum analizi yapmaları ve yekten neşteri vurmaları…

Sanki… Halk/millet/toplum… Bunları beklemekte! Ne devrimi, bu toplum artık yarınlarının sokak nümayişleriyle karartılmasına rıza göstermez. Bitti artık o solculuk veya sağcılık yapacağız diye, sokakları kana bulama dönemleri…

Evet, Türkiye’de, sistem sıkışık. Ekonomik veriler iyi değil. Siyaset kurumu beklendiği gibi, sorunları olması gerektiği düzlemde çözümleyemiyor. Ama, ne olursa olsun, problemler, hukuk zemininde kalarak, meşruiyet zaafı yaratmadan, demokrasinin araç ve gereçleriyle bir hâl yoluna sokulabilinir.

Hadi canım ordan…

Devrimmiş?!

Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş…

Devamı
Cefa-Sefa Siyaseti

Şimdiki zaman politikacılarımız çok şanslılar diye düşünüyorum.

Siyasete

Demokratik kazanımlara baktığımızda…

Cefa-sefa ekseninde…

Yakın tarihin siyasetçileri, her dönem üzerine kona kona gelen bir siyaset kurumunun içinde faaliyet göstermekteler.

Geçmişte…

Gerçekten de politikacılar, çok fazla cefa çekmek zorunda kaldılar. Hükümet ettikleri, iktidar oldukları zamanlarda, istikrarsızlık veya kaos nedenlerinden dolayı, ya şapkalarını alıp gitmek mecburiyetinde “bırakıldılar” ya da…

Zorunlu olarak bir süre siyaset yapamama engeliyle karşılaştılar.

Demokrasinin olgunlaşmasında, liberalleşme adımlarında, iyi kötü işleyen bir siyaset mekanizmasının olağanlaşmasında, gerçekten de geçmişte hizmet etmiş politikacılarımızın emeklerini unutmamak gerekir diye, düşünmekteyim.

Askerî darbe ve asgari rejimlerle siyaset yapmak durumunda bırakılan siyasetçilerin, yine de memlekete bir çivi çakmak babında ellerinden geldiğince mücadele etmeleri, gözlerden uzak tutulamaz.

Bugünün siyasetçileri, gerçekten de artık çok daha steril bir ortamda siyaset yapmaktalar. Her on yılda bir darbe teşebbüsü olur mu tedirginliği olmadan, meşruiyet zaafına düşülmeden, parlamentoda yasama faaliyetlerine katılmak, geçmişe göre bayağı ayrıcalıklı bir süreç olsa gerek.

Yalnız bu dönemde, başka sıkıntılar var. O da, ne uzlaşma denen ne de istişare denen ne de müzakere denen birlikte yönetişim araçlarından yararlanılamamasıdır.

Bir türlü cumhuriyet rejimimizi demokratik olgunlukla taçlandıramıyoruz. Bu dönemde en büyük eksiğimiz oturup, birkaç kelam edebilecek ortamın yoksunluğu.

Demek ki, daha katetmemiz gereken mesafe fazla!

Devamı
Siyasette Üslup!..

Siyaset, ülkede birlik ve dirliği sapasağlam tutmak için yapılmalıdır. Türkiye’de 2002’de yönetim değiştiğinden beridir, yani ülkede muhafazakârlar söz sahibi olduğundan beridir, siyaset üslûbunda gittikçe bir sertleşme ve kırıcılık gözlenmekte.

Her şeyden önce, bir kesimin diğer bir kesimi “hedef” göstermekten vazgeçmesi gerekiyor. Siyaset kurumunun içine bakıyorum; meydanlara ve sokaklara bakıyorum, insanların bir sinir harbi içerisinde olduğunu görüyorum.

Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın siyasal üslûbu, alışageldiğimiz politikacı profiline göre biraz daha sert. Sayın Erdoğan, yapmış olduğu açıklamalarda gerçekten de bazen “kantarın topuzunu” kaçırmakta.

Gerçekten de siyasette kullandığımız “dile” çok dikkat etmek durumundayız. İnsanları birbirinden uzaklaştıracak, insanları birbirine düşman kılacak bir siyasal diskur, ülkemize “hayır” değil, “şer” getirecektir.

Pekâlâ kırmadan da dökmeden de toplumumuzun bir kesimini “yabancılaştırmadan” da, derdimizi hallice anlatabilir ve kendimizi ifade edebiliriz.  

Devamı
Sansür(!)

İçinde bulunduğumuz çağ itibariyle…

İnsanların düşünce ve görüşlerini açıklamalarının önünü kesmeyi gerçek manasıyla anlayamıyorum.

Söyleyecek sözü ve düşüncesi olan kişiler için “sansürün” veya kendince uygulamak durumunda bırakıldığı “otosansürün” hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Dünya çok farklı dönüşüm ve değişimden geçiyor. İktidar sahibi ve egemenler, “duymak istemedikleri” düşünce ve görüşleri yasaklayabilirler. Ama, ya kraldan daha kralcılara ne demeli?

* * *

Bugün zaten konvansiyonel habercilik ve gazetecilik tartışılıyorken/tartışmalı bir durumdayken… İleri ve yüksek teknolojilerin kullanıldığı siber yayıncılık zaten klasik gazeteciliğin fersah fersah ötesinde…

Siz istediğiniz kadar; acaba birileri şu yazılanlardan rahatsız olur mu “hüsnükuruntusuna” düşün ve kendinizi kurtarmak veya bir “yerlere” şirin görünmek için, insanların temel haklarından olan “ifade özgürlüğüne”/haber verme hakkına tırpan vurun…

Dediğim gibi içinde bulunduğumuz dünya düzeni, insanlara çok farklı alternatif alanlar sunabilmekte.

Diyelim bir gazeteci; sırf egemen güçleri ve sadece kendilerinin doğruyu bildiğini ve kendi siyasi müktesebatlarından başka hiçbir görüşe ifade hakkı vermeyen zamanının muktedirlerini “eleştiriyor” diye yayımcılıktan mahrum bırakılıyorsa…

İnsanların seslerini kısmanın olanaksız olduğu bir dönemdeyiz. Siz istediğiniz kadar “sansür” uygulayın; eğer birileri benim de söyleyeceklerim var diyorsa, en azından zamanımızın gücü reddedilemeyecek sosyal mecralardan yine de sesini duyurabilir.

Devamı
Notlar

Önümüzde yaşanmamış, duyumsanmamış yıllar var. Tabii ki yaşadığımız müddetçe sorunlarımız olacak. Ayrılıklarımız ve farklılıklarımız olacak. Ama, bu durum, ortak bir paydada buluşmaya engel mi?

Şöyle doğru düzgün oturup konuşabilsek, çözümlenmeyecek meselemiz olmadığını da göreceğiz. Doğu Akdeniz’de “derin politikalar” sürdürülüyor. Cari iktidarın politikasını beğenmeyebiliriz. Eleştirebiliriz. Ama, öte yandan “gerçekçi” olmak durumundayız. Burnumuzun dibinde, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Fransa, Yunanistan, İsrail, Mısır vb. devletler birtakım ortak hedefler içinde olacak… E biz de seyredecek miyiz?

Emperyalizm hükmünü sürdürürken, hegemonyasını dayatırken, sınırlarımızın dibinde olan-bitene bigâne mi kalacağız? İşte birlikte “yönetişim” budur: Kapımızın önünde bir şeyler cereyan ediyor… Bu oluşum, sadece cari iktidarın çözümlemesi gereken bir sorun değildir. Muhalefet partileri ve bu partilere teveccüh eden yurttaşlar, olan-biten süreç karşısında tepkisiz mi kalacaklar?

Parlamento ne işe yarar? Yasa çıkarır. Tamam da… Bu kadar mı? İstişare, müzakere nerede? Milletin kendilerini temsilen gönderdiği parlamenterler/siyasetçiler, neden birlikte yönetişime meftun olamıyorlar, anlamış değilim.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada “duygularıyla” hareket etme lüksü var mı? Yok.

Türkiye’nin BİDEN yönetimiyle nasıl bir dış politika izleyeceği de merakla beklenmekte.

Türkiye’nin bundan sonra AB ile de nasıl bir ilişki ağı içinde olacağı da kamuoyu tarafından merakla beklenmekte. Avrupa Birliği, bizim yıllardır girmeyi beklediğimiz bir sevda hâlini almış durumda. Birlik, hiçbir zaman Türkiye ile olan ilişkilerinde samimi ve yapıcı davranmadı. Her hükümet değişikliğinde havuç-sopa misali ilişkileri gergin bir aksa sabitledi; ülkemizden tavizler koparamadığında ise, üyelik kriterlerini ve şartlarını, ülkemizin önüne engel olarak sürdü.

* * * *

TÜRKİYE ve AB, GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASINI 1995 yılında imzaladı. Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler, tıkanma yaşanmasından ötürü, GÜMRÜK BİRLİĞİ (GB) ANLAŞMASI uzun süre devam etmek zorunda kaldı. Avrupa Birliği bu zamana denk üç kez genişleme yaşadı. Üye sayısını 15’ten 28’e çıkardı.

Bu bağlamda, Türkiye ve AB arasında imzalanan GB Anlaşması ülkemize tavizkâr politikalar izlettirmiştir.

Avrupa Birliği genelde, özelde Birliğin önde gelen devletleri, sürekli olarak ülkemizi oyaladılar. Ahde-vefa hasletinden bihaber vaziyette ülkemizi oyalayarak, sürekli olarak ülkemizden taviz koparmak peşinde oldular.

O yüzden son dönemlerde dış politika alanındaki tartışmalar açısından, daha aklıselim ve rasyonel davranmak zorundayız.

Avrupa Birliğinin Yunanistan tarafında olması, bölgede döndürülen kirli politikalarda, tehditkâr dili zaman zaman kullanması…

Siyasetçilerimizin millî meseleler indinde daha kucaklayıcı, uzlaşmaya yakın, ortak bir noktada, daha doğrusu “asgari müştereklerde” buluşulması açısından önemlidir.

Artık dünya düzeni değişiyor. Soğuk Savaş döneminin düzeni geride kaldı. Çift kutuplu dünya düzeninden tek kutuplu düzende, neoliberal politikalar vasıtasıyla dünya şekillendirildi.

Bu bağlamda…

Rusya’nın ve Çin’in 2000’li yıllar boyunca yükselen dış siyaset performansı, ABD’nin başını çektiği dünya jandarmalığı siyasetinin dengelenmesine neden oldu.

İşte tüm bu değişen paradigmalar çerçevesinde, artık söz oyunlarıyla ülkemizin dış siyasetini çıkmaza sokmaya gerek yok. Herkesin ağzında dolaşan cümle ne: Türkiye’nin bulunduğu konum itibariyle jeo-stratejik ve jeo-politik öneme sahip olması.

O zaman…

Türkiye’de “eksen kayması” yaşanıyor ya da Türkiye yönünü doğuya dönüyor, demenin akılla izahı olamaz.

Şu bir gerçek: Dünya üzerinde bulunan güçlü ve oyun kurucu devletlerin hiçbirinin ilişkilerinde duygusal hareket etmedikleridir. İşte bu yüzden ülkelerle olan ilişkilerimizde dostane zaviyeye değil, menfaatlere bakmak elzem gelmektedir.

Devamı
Yeni Bir Anayasa...

Yine son günlerde suni gündem oluşturma telaşı var:

ANAYASA taslağı hazırlığı...

Bizim, seçim dönemlerinde...

En büyük beklentimiz ne idi?

Seçim meydanlarında ve yine seçim beyannamelerinde...

En sık vurgu yapılan husus neydi?

Gerçekten de ülkem adına...

Bu kısır çekişmeler içinde...

Birbirimizi yaftalamanın ve hedefe koymanın ne faydasını gördük!

CHP’yi terör örgütleriyle aynı menzilde değerlendirmek...

Ne vicdanî ne de ahlakî...

CHP’yi terör örgütlerine teşne gibi göstermek...

Ne iç barışımıza ne de toplumsal huzura hizmet eder.

ANAYASA...

Elbette, artık bizim yeni bir anayasaya gereksinimiz var:

Ama... Tabii...

Bu anayasada, birlik ve beraberliğimizi baltalayacak maddeler, zımnen bile olsa barındırılamaz!

Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik gizli anlaşmalar içinde de olunamaz.

Ama, artık bizim değişen çağa ayak uydurabilecek yepyeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ gözeten;

LAİKLİĞİ TARTIŞMAYA açmayan;

Demokrasiyi en üst standarta taşıyan;

İnsan hak ve özgürlüklerini öncülleyen;

YENİ BİR ANAYASA, hem iç dinamiklerimiz açısından hem de dış dünyadaki algımız açısından elzemdir. 

Devamı
Adını Sen Koy(!)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak…

Kıta Avrupa’sının tarihsel serüvenini biz, ülkemizin kurucularının devrimleri ve inkilâpları sayesinde tepeden inme bir biçimde sahip olduğumuz için, sahip olduklarımızın kıymetini de bilemiyoruz.

Avrupa’da “demokrasi teşebbüsleri” de, “demokrasi gelişimi” de, sosyal sınıfların büyük mücadeleleri, savaşımları ve kavgaları neticesinde vuku buldu.

Avrupa medeniyeti, “uygarlaşma” yolunda çok kan döktü ve çok kan verdi. Din savaşlarıMezhep savaşları

Şöyle baktığımızda…

Batı medeniyeti ve Hıristiyan kültürü, sahip oldukları insanlık değerlerine “bedel” ödeyerek sahip oldular. Ortaçağ karanlığından ve engizisyon zulmünden, aydınların ve toplum önderlerinin yaktıkları “aydınlanma” meşaleleri vasıtasıyla kurtuldular…

Rönesans ve Reform hareketleriyle bir çağı kapattılar. Feodal dönemden Sanayi Dönemine, işçi ve burjuva sınıfının baskıları sonucunda gelindi. Batıya baktığımızda, modern dönemlere geçiş, toplumsal baskılar ve sosyal sınıfların “bilinçlenmesi” ve sırtlarındaki prangalardan kurtulmaları sonucunda hayat bulmuştur.

Türkiye’ye geldiğimizde ise…

Gerçekten de biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, birçok insanî değerleri, modern toplum olmanın altyapı ve üstyapı kurum ve kurallarını, kurucumuz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün vizyonculuğu, ileri görüşlülüğü, döneminin ilerisinde bir “zihniyete” sahip olmasının verdiği bir güçle ve özgüvenle sahip olduk.

Ulu önderimizin yaşam süresince yani devletinin başında olduğu o çok kısa süre zarfında- 15 yılda-, genç Türkiye Cumhuriyeti olarak çok şeye sahip olduk. Yitik ve bitik bir ülkeyi kalkındırmak için topyekûn seferberlik ilan edilmesi, memleketimizin demirağlarla örülmesi, özel sermaye ve teşebbüsün yetersizliğinden ötürü, ekonomik anlamda birçok girişim bizzat Atatürk’ün başında olduğu anlayışla vücut bulabilmiştir.

 

* * *

Bugün, o çok öykündüğümüz Avrupa ülkelerinden çok önce kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Ülkemizin harap hâldeki durumu, inisiyatifi devletin aldığı ekonomik hamlelerle ve atılımlarla değişti. Batı’ya bağlı olduğumuz, neredeyse iğne iplik bile üretemediğimiz, emperyalist devletlerin “pazarı” durumuna getirildiğimiz dönemlerden…

Otomobil üretir duruma geldik.

Uçak üretir duruma geldik.

Kısacası…

Türkiye Cumhuriyeti, döneminde görülmemiş bir biçimde hem ekonomik hem de sosyo-kültürel hamlelerle, memleketimizin kalkınmasını, bayındır olmasını “kotarmıştır”.

İşte tüm bunlara rağmen, Türkiye’nin insanlık âleminin geçirdiği dönüşümleri, tarihsel bağlamında yaşayamamış olması, modern bir devlet olmamıza rağmen, bu devletin unsurları olan sosyal sınıfların oluşturulamamasından ötürü birçok soruna gebe kaldık.

İşte senelerce tecrübe ettiğimiz kronik sıkıntıların ve sorunların başında, bir kere bizim doğru düzgün işçi sınıfıyla burjuvamızın olmaması gelmektedir.

Devletin merkezi bir konumda olduğu bir toplumsal düzenle zaten fazla bir ilerleme kaydedilemezdi, denebilir. Evet, tek parti iktidarı dönemi boyunca devletçi ekonomik politikalarla ve kalkınma planlarıyla ekonomik büyümeyi ayakta tutmak ve çağımızın gerisinde kalmamak, her şeye rağmen takdire şayandır.

Sonrasında, Demokrat Parti’nin iktidarı döneminde, daha liberal ekonomik politikaların izlenmesine rağmen, Türkiye’de Batı Avrupa kıtasındaki gibi sosyal sınıflar tezahür edemedi. Türkiye’de Ankara’ya göbekten bağlı memurlar/bürokratlar ile sosyal sınıfın ayırdına varamamış köylüler yaşantının içindeydiler. Devlet kapitalizmiyle ancak bu kadar olabilirdi.

Demek istediğim, ne işçi sınıfımız ne işverenlerimiz/burjuvamız, olması gerektiği gibi oldu.

Eğreti bir sanayi atılımları…

Eğreti bir işçi sınıfı…

Eğreti sınıf çıkarları…

 

* * *

Havadan gelme bir demokrasi…

Tepeden inme reformlar…

Devlet kapitalizmi…

Devletimizin kurucusu ve rejimimizin banisi ulu önder ATATÜRK, bence elinden geleni ömrünün elverdiği sürece ülkesinin şerefli dünya milletleri arasında yer alması için sarf etmiştir.

Günümüze geldiğimizde, bizler, cumhuriyetimizin “emanetçileri”, ülkemizi, daha yüksek düzeylere çıkarmak için olması gerektiği kadarıyla çalışmadık.

Aslında bu kadar şeyi neden yazdım?

Türkiye’nin senelerdir değişmeyen yazgısından! Gazetelerin ve televizyonların yirmibirinci yüzyılda hâlâ kadın cinayetleriyle dolup taşması, kadınlarımızın çaresizliği karşısında, ilgililerin yaşatmak için hiçbir şey yapmamaları…

Kadın cinayetlerinin hâlâ sürmesi, kadınlara hak ettiği muamelenin gösterilmemesi, beni çok üzüyor. Kahrediyor.

Kabul edelim ki… Cumhuriyetin temellerinin atıldığı ve ayağa kalktığı dönemlerden beri, “olması gerektiği” biçimde dünya şerefli ailesinin içinde yerimizi bir türlü alamadık.

Bundan ötürü…

Çağın gerisinde kalan, değişimin izinden gitmekte direten anlayışımızla da, ne sosyal hayatta ne de ekonomik hayatta abat olduk!

Bugün…

Kadın cinayetleri devam ediyorsa…

Sosyal ve ekonomik yaşama, hâlâ ataerkil zihniyet yön veriyorsa…

Kadınlarımız, yıllar öncesi döneme göre “yerlerinde sayıyorlarsa”…

Cinsiyet ayrımcılığı devam ediyorsa…

Töre diye bir tabuya “dokunulamıyorsa”…

Kızlarımızın eğitim alması erkeklerimizin paşa gönüllerine kaldıysa…

Ezcümle… Çağın gerisinde kalıp, tökezliyorsak…

Aslında, bu yazıyı, en kıymetlilerimiz kadınlarımız için yazacaktım ama bir türlü sonu gelmiyor…

En iyisi sonunu siz getirin…

Devamı
Maruzat/Maruzatım...

Demokrasi, çoğulcu demokratik hayat, farklı görüşlerin, fikirlerin, rahatlıkla, meşruiyet zemininde kalınmak kaydıyla ifşasına olanak sağlar. Demokrasi bir yönetim ilkesi olarak, uygulanan siyasal sistemin gidişatı ve verimliliği bağlamında da önem atfeder. Ülkemizin yıllara dayanan bir demokrasi geleneği var.

Farklı fikirlerin kök salması ve saçılıp yüz vermesi ancak oturmuş bir demokrasi ikliminin olduğu ülkelerde varbulunmaktadır. Demokrasi bir yönetim biçimi olduğu gibi bir tercihtir de. Bugün, pek çok ülke cumhuriyet olduğu hâlde, bu ülkelerde demokrasinin “d”sinden bahsedemezsiniz.

Demokrasinin bir yönetim biçimi veya ilke olarak kabul edildiği toplumlarda; şeffaflık, hesap verebilme, istifa müessesesi gibi kurum ve değerler olmazsa olmazdır.

Türkiye’de senelerdir muhafazakâr geleneğe sahip partiler iktidarda.

Muhafazakâr partilerin, kanımca, demokrasinin “özü” ile aralarının çok iyi olduğunu söyleyemeyiz. Demokrasi edebiyatına bayılırlar, halkın tercihlerine saygı duyulması gerektiğini her defasında ikrar ederler dururlar.

Muhafazakâr ekolün de…

Sol ekolün de…

Müzmin rahatsızlıkları…

Birbirlerini suçlamalarıdır.

Açık toplum olabilmenin, fikirleri özgür bir ortamda ikrar edebilmenin, temel insan hak ve özgürlüklerinin tadına doyasıya varabilmenin, hukukun şaşmaz terazinin güvenliğinde yaşam sürdürebilmenin en önemli ayağı sanırım demokrasinin sözde değil özde kanıksanması ve bu değerlere sahip çıkılmasıdır.

Şöyle son günlerdeki tartışmalara baktığımızda…

Geçmişten geleceğe veya yaşanana odaklandığımızda…

Değişen pek bir şey olmadığını acı bir şekilde deneyimliyorsunuz.

* * * *

Türkiye de, dünyada yaşanan sorunlara ram olmakta.

Bugün, bu yaşadığımız ekonomik ve politik sıkıntılar sadece ülkemizde değil ki.

Tabii ki…

Gelişmiş ülkeler, demokrasiye ve hukuka sağlam bir sadakat ve inançla bağlanan toplumlar, beşeriyetin neden olduğu sarsılmalarda her zaman bir adım daha önde oluyorlar.

Yine ülkemize dönsek…

Siyaset kültürümüze, siyaset yapış anlayışımıza bir baksak…

Nedense… Hamaset ve demagojinin politikacılarımız tarafından nasıl da “mahirce” kullanıldığını görürsünüz.

Esasında, siyasetçiler açısından, toplumu kutuplaştırmak, saflara bölmek, ideolojik körlüğe ram etmek…

Yönetmek açısından bulunmaz Hint kumaşı gibidir.

Ne ki bu tür siyasal yaklaşımlar, makro ölçekte topluma bir şey kazandırmaz; toplumsal barış zedelenir. Zedelendiğiyle kalmaz, ortak yaşam ideali de sekteye uğrar.

Sağ ideoloji sol ideolojiyi suçlar; sol ideoloji sağ ideolojiyi suçlar, yıllarımız bu şekilde yaftalama üzerinden geçip gider. Halbuki, demokrasinin erdemine inanmış politikacılar tarafından toplum demagoji siyasetleri içinde uyutulmasa, büyük hedefler için millet topyekûn seferber edilse, sizce de bugün maruz kaldığımız sorunlar hâlen yaşanır olur muydu?

Dediğim gibi…

Türkiye’de yıllardır sağ-muhafazakâr partiler iktidarda. Samimi siyaset yaptıkları sorgulanabilinir? Muhafazakâr partilerin/siyasal hareketlerin; insanların manevi duygularından faydalandıkları, son tahlilde toplumun mukaddes değerleri üzerinden mevzi yeniledikleri bilinen bir şey.

İşte bu yüzden… Demokrasi dediğimiz siyasal mekanizma, olması gerektiği gibi kurgulanıp işletilse ne sorunlar olduğu ağırlığıyla lök gibi önümüzde durur ne de insanlar demagojiye maruz kalırlar.

Pekâlâ, demokrasi dediğimiz olgu, nihayetinde bir mukaddes, dokunulamaz bir tabu değildir. Putlaştırmanın da bir âlemi yok! Öte yandan beşeriyet merkezli bir dünyada yaşadığımızı da unutmayalım; inanç odaklı dünyanın değerlerini siyasete teyellemeden.

Devamı
Evlerimiz...

Bu koronavirüs salgını bizlere bir şeyi hatırlattı:

Evlerimizi.

Ev demek…

Barınak mıdır?

Sığınacak ocak mıdır?

Evlere, sadece başımızı sokacağımız bir dam olarak mı bakmalıyız?

Evlerimiz, bizlerin bu dönemde bir nevi “showroom”larımız oldu.

Sosyal medya vasıtasıyla…

Canlı yayınlar yaparak, evlerimizde ne kadar mutlu olduğumuzu göstermeye çalıştık.

Dediğim gibi, evlerimiz, bizlerin bir bakıma sınıfsal ve statüsel konumlarımız açısından da bir işlev kazandı.

Evlerimizin en güzel köşeleri seçilerek, renk, ışık uyumuna özen göstererek, yine dekorun en iyi gözükeceği alanı belirleyerek, kendimizi “göstermeye” çabaladık sosyal medyadaki canlı yayınlarımızda.

Evlerimiz, artık sadece “mekân” olarak bir işlev kazanmıyor.

Evlerimiz…

Ne kadar büyük alanlara sahip olduğumuzun, ne kadar şık mobilyalara sahip olduğumuzun, yine ne kadar gösterişli vitrinlere, ne kadar şatafatlı tablolara sahip olduğumuzun, aslında kısaca variyetimizin izdüşümü oldular.

Bir ara nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama sosyal ağlarda canlı yayın yapanların arka dekorlarında kitaplık kullanması eleştiriliyordu. Bunda garipsenecek ne var acaba? Ya da televizyonlara canlı yayına bağlanan konunun uzmanlarının, konuşmalarını kitaplık önünden yapmalarının nesi acaba garipsendi?

Evet…

Evler, sadece başımızı soktuğumuz bir dam değil.

Yeri geldiğinde yaşam karşısında ne kadar aciz kaldığımızın yeri geldiğinde de statü yarıştırdığımızın göstergesidir.

Devamı
Bilinmez ile Yaşamak!..

Hem ülkemiz hem de dünya ulusları istim üzerinde:

Neden?

Çünkü...

Bir bilinmez durum, bulutsu bir hâl, insanları yiyip bitirmekte!

Ne olacağını, halk kitleleri gibi politikacılar da kestiremiyor!

Döviz kurları...

Ulusal borsalar...

İthalat...

İhracat...

GSMH...

Enflasyon...

İşsizlik ve istihdam kaybı...

Yoksulluk...

Mahrumiyet...

Gerçekten de böyle bir ortam ve ahval düzleminde, insanların stres ve gerginliklerinin sürekli yüksek olması kadar, daha normal ne olabilir?

Hem ulus devletleri hem de dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor?

Neden?

Bir kere ne olursa olsun, yaşam “akmaya” devam ediyor. İzafi bile olsa, fabrikalar üretime devam ediyor. Bilim insanları, laboratuvarlarında, araştırmalarına, bilimsel buluşlarına... Yine ar-ge faaliyetleri sürekli daha yüksek bir yaşam standardına erişmek için en üst raddede sürdürülüyor.

Bu minvalde, değişen ve gelişen teknolojik altyapıya istinaden hem iş dünyası hem de buna paralel olarak toplumsal yaşamın akışı da dönüşmek zorunda kalıyor.

Demem o ki, belirsizlik bir yandan öte yandan değişen ve dönüşen hayatın dinamiklerine ayak uydurabilecek bir beşerî donanımı kişisel stoğuna eklemek telaşı!

Gerçekten de bilinmez ile yaşamaya çalışmak, çok zor.

Devamı
Gelecek ve Belirsizlik...

Son tahlilde, şuan için en büyük kaygımız:

Gelecek ve belirsizlik.

Gerçekten de Koronavirüs’ün tüm dünyayı yakıp geçmesi, insanların din, dil, ırk, renk gözetilmeksizin hayattan birer birer yitip gitmeleri…

Gerçekten de çok üzücü ve dramatik.

İnsanoğlu için gerçekten de çok zor bir dönemden geçilmekte. Kamuoyunda birçok tartışma sergilenmekte. Aşının ne zaman bulunacağı veya bulunan aşının nasıl tatbik edileceği…

Öte yandan…

“İzolasyon” stresi… Gerçekten de bu sıralar, köşeyazarları, bilim insanlarına, gelecek bilimcilere dikkat çekmekteler.

Ama, burada söz konusu olan, sanki bu toplum üzeri kişilerin, insanları bir şekilde korkuttukları veya tedirgin ettikleri yönünde.

 

* * * *

Gerçekten de… Son zamanlarda, bu salgın üzerine farklı görüşler ileri sürüldü. Bunun, bir yeniden dizayn sürecinin bir parçası olduğu, insanların izolasyona zorlandıkları vb…

Şöyle baktığınızda… Evet, küresel plan dizaynı yapan “üst akıllar”, belki artık konvansiyonel taktiklere, stratejilere, yöntemlere ihtiyaç duymuyorlar.

Dijitalleşen dünyayı, çağın altyapısına uygun olarak şekillendirme ve yönlendirme. Boşuna eli kalem tutan yazar-çizer tayfası, “post-truth” zamanından bahis açmıyorlar!

Önümüzde duran tablo: Bulutsu… Doğru düzgün grift alan görüntülenemeyince, insanların ve kamuoyunun, geleceğe ve yaşanana dönük endişeleri büyümekte.

Bir de üzerine hakikatler perdelenince, insanlar, izole edilince ve yine beyinler uyuşturulunca, bir süreliğine yine akıl tutulması devam edecek:

Ama ya sonrası?

(……………)

Devamı
Aidiyet(!)

Düşünüyorum da… Neden, futbola bu kadar bağlıyız? Futbol denen spor aktivitesi, neden belli başlı insanların yaşamlarını “işgal” etmiş durumda? Gerçekten de çok ilginç bir vakıa! Dünyada yaşamanın birçok nedeni vardır, varoluşumuzun birden fazla sebepleri vardır… Yaşam bizlere armağan, ve bizler de varolduğumuz müddetçe kendimizi “gerçekleştirmenin” peşinden gideceğiz.

- - -

Türkiye’de ve dünyada insanları ve insanlığı oyalayacak o kadar fazla konu, gelişme, sorun olmasına rağmen… Yaşamları ellerinden alınmış, umutları ve yaşam enerjileri çekilmiş, kısıtlı bir “varolabilme” alanı ve imkânı verilmiş insan yığınlarının, neredeyse futbol ile yatıp kalkmaları “normal” de acaba bana mı bu durum garip gelmekte? Gerçekten de kapitalist ekonomik sistemin gittikçe “tüketmeye” odaklandığı, insanı “meta” gibi gördüğü bir düzende, unutulmuş, “hayat savaşımı” veren yığınların kendilerini tek anlamlandırdıkları faaliyetin “futbol” olması ne acı!!! Gerçekten de futbolun toplumların “eğlendirilmesinde” ve “afyonlanmasındaki” yeri yadsınamaz. Esasında, vahşi kapitalist ekonomik düzenin dişlileri arasında varolabilme çabası içindeki halk yığınlarının, üstelik kırdan kente göç ile bir sarsılma döneminde yine hiçte gözardı edilemeyecek bir “kimlik bunalımında” eller tutulur bir şeye bağlanması, aslına bakılırsa sosyo-kültürel olarak normal kabul edilebilinir.

- - -

Evet, insanların bir darboğazdan geçtiği söylenebilir. Herkesin yaşadığı sıkıntı ve elem, yine bu marazaları duyumsayanlarda gerçek ederini bulabilmekte. İnsanlar, çağlar boyunca ve “bilinçlendikçe” kendilerini ve çevrelerini sorgulamaya ve anlamlandırmaya çabalamışlardır. İşte bu bağlamda, insanların zihni çaba ve çalışmalarının nihayetinde modern toplumun “kimlik” ve “aidiyet” hususları, yaşamlarımızda bizleri etkilemeye veya diğerlerini ortadan kaldırmaya kadar götürecek durumlara neden olmuştur. Bu bağlamda, eğitim düzeyi olarak, sosyoekonomik sınıf olarak, yaşamın idame edildiği yer olarak kimlik arayışı ve bunalımı, insanları kendilerini “varedebilecekleri” ya da “gerçekleştirebilecekleri” aidiyete/kimliğe yönlendirilmektedir. Son tahlilde, politika yapıcıların, yaşamlarını anlamlandırma telaşı içinde olan toplum kesimine farklı bir yaşamın da olabileceği umudunu aşılaması gerekir. Futbol aidiyetliği ve kulüp kimliğinin dışında, bu evrende, farklı ve “değer” katıcı eylemler olduğu, bir boşluk deryasında bir o yana bir bu yana savrulan insanlara anlatılmalıdır.

Devamı
Değişen Paradigmalar...

Tek gündemimiz Koronavirüs ve sonrası üzerine kestirimlerde bulunmak…

Gerçekten de sanırım, gelecekte dünya ve içinde varolduğumuz ülkemiz eskisi gibi olmayacak.

Değişim, tek değişmeyen şey olduğuna göre…

Statükoculara rağmen ve inat; değişim hükmünü sürdürecek.

Değişim, doğal olarak da tezahür edebilir. İnsanların bizzat inisiyatif almaları marifetiyle de gerçekleşebilir.

Zaten, dünyada da Türkiye’de de değişim ve dönüşüm yaşanmakta.

En basitinden, bir 20 veya 30 yıl önceki dünya yok. Bu her bağlamda böyle: İktisattan tutunda politik sistemlere kadar, insanların yaşam tarzları ve gündelik alışkanlıklarına değin, değişime ve dönüşüme uğramış bir dünya realitesiyle karşı karşıyayız.

Türkiye’deki siyaset alışkanlıkları da değişmiş durumda. Eskinin statükocu anlayışı yerle yeksan olurken…

“Zamanın ruhuna” istinaden, gelenekçilerin işbaşında olduğu bir siyasal yapıyla Türkiye, bazı zihinsel ve yönetimsel barikatları aştı ya da geride bıraktı.

Kısacası…

Artık hem politik olarak hem de ekonomik olarak yerleşik paradigmalar değişmekte.

Yeni dünya düzenine uygun olarak, ülkelerin ve devletlerin, önlerinde duran sorun bagajını anlama ve yorumlama ve nihayetinde sonuçlandırma aşamasında kullandıkları enstrümanlar dönüşüme uğramakta.

18 yıldır muhafazakâr hassasiyet taşıyan bir siyasal hareket tarafından idare ediliyoruz.

Hani, eski Türkiye yok diyorlar ya… Gerçekten de artık eski Türkiye yok…

- - -*- - -

 

Türkiye’nin değişmesi ve dönüşümü hem iç dinamiklerden hem de dış dinamiklerden neşet etmekte. Ne 50’li yılların Türkiye’si var ne de 60’lı ya da 80’li yılların darbe bezeli Türkiye’si…

Öte yandan…

Dünya makro ölçekte değişmekte. Komünizm tehlikesi diye bir tehdit algısı yok. Bu bağlamda, memleketlerde cadı avcılığı da ifa edilmemekte. Soğuk Savaş dönemi bittiği için, o dönemin şartlarına uygun gelişen ekonomik ve siyasal paradigmaların da hiçbir geçerliliği kalmadı. Miadını doldurdular.

Tehdit algılamaları ve düşman sınıflandırmaları da pekâlâ değişime uğramakta. Devletler, artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, yoğun bir silahlanmaya gitmiyorlar. Dikkat edin, silahlanmıyorlar demiyorum, o zamanki kadar yoğun bir silahlanma yok.

Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Trump sonrası ABD ve onun üzerinden bir dünya siyaseti tahminleri yapılmakta. Ne denirse densin, Trump döneminde en azından çok fazla bir sıcak savaşın içinde bulmadık kendimizi. Evet, devlet başkanlığı titrinden ve politikacı kimliğinden bihaber bir kişi tarafından, kimi zamanlarda trajikomik kimi zamanlarda da gergin anlara ram olduk, bunu kabul ediyorum.

Yalnız, şimdi önümüzde çok daha farklı bir dönem var. Sanki, okuduklarımdan edindiğim kanıya göre, Biden döneminde, dünyamızın biraz daha sıcak bir gündeme saplanıp kalacağını düşünüyorum. Çünkü, Trump dönemi paradigmalar, Biden tarafından devam ettirilmeyecek “algısı” yaratılıyor!

Ezcümle…

Dünyanın istikameti nereye doğru kayacak, kaygı ve merakla bekleyeceğiz? Eğer, ABD müesses nizamı ve küresel dizayncılar, daha sıcak bir politik aksiyon belirler ve izlerlerse, bunun akabinde yeryüzü sakinlerinin de bu değişen paradigmalardan etkilenmemeleri mümkün mü?

Diplomasinin, müzakerenin ve dostane ilişki kurmanın arkalanacağı, bunun yanında daha sıcak temasların tercih edileceği bir süreç, eskiyi mumla aramamıza neden olabilecektir.

Bu bağlamda, Türkiye ekseninde de dünya ekseninde de eski kavramlar ve enstrümanlarla vuku bulan gelişmeleri izah etmek, kolay olmayacak, kamuoyu bazı hususlarda ikilemde kalacaktır.

- - -* - - -

 

Yazılan ve yapılan yorumlara baktığımızda:

Zihinler değişince, dünyayı anlama ve algılama paradigmaları da değişecek. Yeni dönem diyorlar ya… Gerçekten de yeni bir dönemde neler olacak? Demokrasi mi, hukuk sistemi mi, temel insan hak ve özgürlükleri mi ihya edilecek…

Yoksa… Evet, yoksa, silah şirketlerinin daha fazla üretmeleri ve kâr edebilmeleri adına, bir süredir buzdolabında bekletilen operasyonal taktiklere mi başvurulacak?

Şu bir gerçek… Teknoloji katbekat gelişiyor. Artık ileri ve yüksek teknolojinin girmediği bir yaşam sahası kalmadı. Tıbbî faaliyetler de eskisine nazaran ilerleme kaydetmekte. Soru şu: Gelişim ve değişim iyi bir yönde mi kullanılacak? Yoksa, insanlar geçmişte olduğu gibi, yine “insanlık ulvi değerleri” adına birbirlerini yok mu edecekler?

Karamsarlıktan hiç haz etmem. Her daim iyimser ve umutvar olmak gerektiğini, yineler durumum. Gelmek istediğim husus, insanların nasıl bir dünya tasavvur ettikleri?

Demokrasiye dayalı, insanların eşit olduğu, yine adaletin dört dörtlük işletildiği ütopya misali bir toplumsal düzen mi?

Evet… Tersi, distopya mı?

Bu bağlamda… En başa dönersek, bu cereyandan ülkemizin etkilenmeyeceğini iddia etmek, safdillik olur. Cari iktidar tarafından ülkemiz de dönüşüme tâbi tutuluyor. Eskinin statükocu refleksleri peyderpey devlet mekanizması içinden bertaraf edildi. Ne askerî vesayet ne de yargı vesayeti, topluma da siyasal işleyişe de nizam ver(e)miyor!

Eskiye has Türkiye alışkanlıkları geride kaldı. Ülkemiz gelenekçi ve muhafazakâr bir siyasal parti tarafından, dönüştürülüyor.

Tabii ki bazı direnç noktaları var. Eski teamüllerle ve paradigmalarla, değişime, statükonun değişimine, direnç gösterdiler geçmişte.

Şimdi kilitlenme veya açmaz… Türkiye, “Yeni Türkiye” ve “İleri Demokrasi” şiarlarıyla dünyaya eklemlenmeye çabalarken, yine hem ekonomik hem de sosyal kalkınmaya meylederken, birlikte yönetişim düsturundan uzak bir yönseme izlemekte.

Evet, paradigmalar değişti. Ama, dizge olduğu hantallığıyla olanca yerinde durmakta. Yenilikçiler, yeni bir şey ortaya koyarken, T.C. devletinin köklerini de bilerek ya da kazara sarsmaktalar.   

Devamı
Cumhuriyet Halk Parti Nasıl İktidar Olur?

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uygulamaları ve politikaları, toplumumuzdaki endişe katsayısını artırmakta. 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen AK Parti hükümetleri ile 2007 yılından sonraki AK Parti hükümetleri arasında insanları dehşete düşürecek kadar farklılıklar gözlenmekte. 3 Kasım 2002’de işbaşına gelen AK Parti, toplumumuzun çok farklı katmanlarından destek görmüş idi. Özellikle, liberaller, eski solcular, yine özellikle devletin “jakoben” uygulamalarının mağduru durumundaki kitleler, siyasal güç ve enerjilerini, AK Parti iktidarında birleştirmişler idi.

Kırılma noktası, AK Parti’nin gücü tekelinde toplamasından sonra başlamıştır. Her seçim sonrası iktidarını konsolide eden AK Parti, siyaset kulvarında neredeyse tekbaşına kalmış, güç sarhoşluğunun da verdiği hırsla siyaset kurumu üzerinde belirgin bir güç temerküzüne gitmiştir.

Bugün için ülkemizde AK Parti tarafından seslendirilen “demokratik hayatın genişletilmesi”, “özgürlük”, “şeffaflık”, “temsilde adalet”, “temel hak ve özgürlükler”, “hukukun üstünlüğü”, “hesap verilebilirlik”, “medya özgürlüğü” vb. hususlarda gerilemeler tecrübe edilirken, toplumumuzun siyaset kurumuna olan “güveni” de sarsılmakta.

* * * *

Türkiye, siyaset kurumu içinde acaba AK Parti’ye mecbur mudur? Türkiye’de AK Parti’nin esaslı bir rakibi olamayacak veya çıkamayacak mıdır? Senelerdir seslendirilen bir husus: Ülkemizde iktidar kurumu olabildiğince güçlü ve muktedir iken, buna koşut olarak muhalefet kurumunun, yeterince varlık gösterememesi tartışılmış ve sorgulanmıştır. Türkiye’de ihtiyaç duyulan siyaseten yeni bir nefes, yeni bir soluk ve tabii ki daha itidal ve suhulet vaat eden bir siyasî adrestir. Çok fazla gevelemeden dillendirmek istiyorum: Türkiye’de güçlü bir siyasal iktidar varken, buna paralel olarak güçlü bir denge ve fren unsuru olabilecek muhalefet ayağı yoktur. Bugün için Cumhuriyet Halk Partisi arzu edilen muhalefet görevini icra edememektedir. Ama, CHP’ye ayrıca değinmekte fayda vardır. Türkiye’de ne kadar eleştirilirse de eleştirilsin, doğru düzgün “muhalefet yapabilecek” potansiyel parti, CHP’dir.

Tabii ki CHP’nin sorunu da silkinip kendisini ülke sorunlarına bir türlü adapte edememesi, cumhuriyetin kurucusu partiyi köşede kenarda kalmış bir hareket olarak göstermekte. Parti içindeki kişisel çekişmeler, parti tepe mevkilerinde yer edinme hırsı, özellikle artık CHP’nin kronikleşmiş bir hastalığı olan “hizipçilik”, CHP’nin Türkiye’nin gelecek erimli projeksiyonlarında arka planda kalmasına neden oluyor. Bugün baskı ortamının hâkim olduğu memleket ortamında CHP’nin enerjik, üretken ve yapıcı siyasetine “ekmek ve su” kadar ihtiyaç duyulmaktadır. Demokratik siyaset mekanizmasının, siyasî arenada tekbaşına kalan AK Parti tarafından arızaya uğratılması, meşru siyaset araçlarının; demokratik hak taleplerinin gösteri ve yürüyüş ile ifade edilmesi yolunun tıkanmasının, basın özgürlüğünün yargıyla hizaya getirilmesinin, insan haklarının “yandaş haklarına” dönüştürülmesinin, memleketimizde vatandaşların politikaya olan bakışlarını “değersizleştirmekte” ya da politika dışı yollara sapmalarına neden olmakta.

Şimdi lafı çok fazla dolaştırmadan sormanın zamanıdır: CHP, Türkiye’de iktidar olabilir mi? Yukarıdaki durumun bir tık ilerisi artık “iktidar” namzedi bir CHP’den bahsedebilir miyiz? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neden olduğu güvensiz siyaset ortamının, daha güvenilir bir aşamaya çekilebilmesi için, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir “iddiası” var mıdır? Yargı organlarının tek parti emrine girdiği, savcılarımızın devlet savcılığı yerine “cumhurbaşkanlığı savcılığı” yaptığı, HSYK’nın hâkimler ve savcılar üzerinde bir sopa misali işlev kazandığı, devlet memurlarının mevzuata aykırı davranmaya teşvik edildiği, ekonomik kalkınmanın kötü sinyaller verdiği bir dönemde; CHP’nin varolan siyaset sistemini değiştirmek adına hâlihazırdaki iddiası nedir?

* * * *

Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidar olabilmesinin “reçetesi” nedir? Bugün için artık ülkemizde AK Parti’ye olan desteğin, özellikle, liberal ve solcu kesimlerden olan desteğin azaldığını belirtebiliriz. CHP, Türkiye’deki despotik ve tek adama dayanan siyasal sistemi hangi yöntemle değiştirmeye adaydır? Bilmem, hatırlar mısınız, bir aralar siyasetbilimciler tarafından ülkemizdeki siyasal değişimi izah etmek amacıyla “merkez-çevre” kuramı, çok kullanılmış ve AK Parti’nin siyaset kurumu içindeki yükselişi de bu kuramla açıklanmıştı. Cumhuriyetin kuruluşunda CHP’nin merkeze oturan konumu yadsınamaz. CHP ile Türkiye, modernleşme serüvenine başlamış, CHP-Asker-Burjuvazi eşliğinde Türkiye, imparatorluk coğrafyasında Batıya dönük modern bir ülke inşasına girişmişti. CHP; genç cumhuriyet Türkiye’sinin ilk partisi olması hasebiyle ülkenin siyasî ve kültürel dönüşümünü gelenekselden uzaklaşarak, Osmanlı’nın düştüğü hatalara düşmemek için, kendisi merkeze oturmak kaydıyla gerçekleştirmiştir.

Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 tarihinde siyasî kaos ve kargaşadan bıkmış ve bunalmış farklı kesim ittifakının teveccühüyle iktidara gelmişti. AK Parti; belki çokça seslendirildiği gibi “Esmer Türklerin” temsilcisi, çevrenin, büyük kentlerdeki burjuvazinin dışladığı, görmezden geldiği, horladığı bir kesimin büyük bir ittifakı sonrasında iktidarını konsolide etmişti. AK Parti, merkezde tekelleşen siyaset gücünün kırılmasında, siyasetin merkezden çevreye doğru kaymasında manivela işlevini görmüştü. CHP ile gelenekselleşen, siyasetin büyük kent merkezlerinden yönlendirildiği, regülatörün CHP olduğu siyaset ayağı, daha sonraları yavaş yavaş AK Parti’nin siyaseten gücü tekelinde toplamasıyla dönüşüme uğradı; ve yeni dönemin yeni siyasal denklemi ortaya çıktı. CHP’nin sözcülüğünü ve temsiliyetini yaptığı büyük sermaye destekli merkez siyaset; daha çok “Beyaz Türklerin” ülkeye yön verdiği dönemler idi. Ordunun ve askerlerin, siyasetçileri kamuoyu ve basın önünde “çocuk gibi” azarladıkları, dış politikanın “dokunulmaz ve girilemez” alan olduğu yıllarda AK PARTİ ve onun gibi ideolojik ve kültürel geçmişten gelen “sessiz çoğunluklar”, 3 Kasım 2002 tarihinde Türkiye’deki yıllardır sürdürülen merkeziyetçi siyasete son verirlerken; hem kendi sosyolojik yapılarını, hem de kendi iktisadî koşullarını yeniden yaratacaklardı.

* * * *

Cari dönemde AK Parti, mağdur olmuş kesim ve çevrenin desteklediği bir siyasal parti ise de, yadsınamayacak düzeyde merkezden de destek görmüştür. Siyasal gücünü temerküz eden AK Parti, artık “merkeze” göründüğü kadarıyla kendisi oturmuştur. Özellikle, seçim dönemlerinde AK Parti’nin çevrenin yanında merkezden de teveccüh görmesi, merkez-çevre ilişkisinde bir tersliğe de neden olmuştur. Aslında AK Parti, çevrenin desteklediği, iktisaden “Anadolu Kaplanları” diye addedilen bir kitlenin arkasında durduğu bir partiyken, dönem dönem CHP’den rol kaparak sol politikalar üretmesi, merkezden de destek görmesine vesile olmuştur.

O zaman sorumuz şu: CHP, AK Parti’den nasıl rol kapacaktır? Bugün için CHP’nin potansiyel oyu %25 civarlarında gezinmekteyken, iktidar olabilecek bir oy potansiyeline CHP nasıl ulaşacaktır? CHP, siyaseten nasıl bir yöntem belirlemeli ki, hem merkezden aldığı oyu arttırsın hem de iktidar için elzem olan “çevrenin-Esmer Türklerin” desteğini arkasında görebilsin? Türkiye, AK Parti vasıtasıyla “kültürel” siyasetten “sosyolojik” siyasete geçmiştir. AK Parti, bu dönüşümü gelenekçi-ekonomist bir anlayışla devam ettirmekte. CHP, kültürel kodlara dayanan ve toplumu regüle eden siyaset zihniyetiyle iktidara gelebilir mi? Sosyolojiye ve ekonomiye dayanmayan bir CHP’nin, %25 eşiğini aşma şansı yok mu?

 

Devamı
Politika ve Ordu

Bazı hassas konular vardır…

Bunlar topluma mâl olmuştur.

Toplumca sahiplenilir.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), ülkemizin gözbebeğidir. Ordumuz, bizim evlerimizde; iş yerlerimizde, konutlarımızda, esasında kısaca vatanımızda huzur içinde bir yaşam sürmemizin garantisidir.

Cumhuriyet Halk Partili bir milletvekilimizin, siyasal bir benzetme yapmak amacıyla bir eleştiri de bulunması, iktidar ve cephesinde büyük infiale neden oldu.

Eleştiriler çok sert bir boyutta serdedildi. İnsanları bu kadar kolay yaftalamamak lâzım. “Vatan haini/vatan hainliği”!

Kime göre, neye göre?

Ordumuz; anayasaya göre ve teşkilat yasasınca hizmet ifa etmektedir. Yeni yapılan değişiklikle de Genelkurmay Başkanlığı/Başkanı, Cumhurbaşkanınca atanmaktadır.

Kısaca, GB, Cumhurbaşkanına bağlıdır.

Ama, mevzubahis ülkemizi ilgilendirmekte. Ordu dediğimiz kurum, hiçbir partinin tekelinde olmadığı gibi koruması altında da değildir. Hadi diyorum, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin açıklamasını anlıyorum. Milliyetçilik damarı ağır basan bir tonda CHP milletvekilini yerden yere vurdu. Esasında, ben, Sayın Bahçeli’nin bu tonda yaptığı eleştiri ve hedefe koyma girişimlerini pek ciddiye almadığımdan… Esasında, MHP’nin siyaset üretemeyen bir parti olmasından ötürü, ortaklık yaptığı CUMHUR İTTİFAKIYLA eş düzlemde olduğunu sergileyebilmek babında bu tarz çıkışlar yapmasını kanıksadık.

Ama…

Sayın Erdoğan’ın da aynı sert dozda açıklamalarda bulunması, beni hayalkırıklığına uğratıyor.

AK Parti ve Sayın Erdoğan, “değişim” vaadiyle iktidara gelmişti. Nedense, geçmişte eleştiri konusu yapılan tutum ve tavırlar artık Sayın Erdoğan tarafından da sergilenmekte.

* * *

Şöyle kısaca geçmişe bir bakalım:

Ordumuzun geçmiş dönemlerde politikada fazlaca etkin olduğunu söylersek, yanlış yapmış olmayız. Ne çabuk unuttuk: 28 Şubat Dönemini… Komutanların yargı mensuplarına brifing vermeleri, nedense artık geçmiş siyasetin tozlu sayfalarında kalmaya mahkûm edildi. Ordumuzun etkili ve kudretli paşaları, seçilmiş-atanmış dengesine dikkat etmeden, milletin iradesini ve istencini hiçe sayarak, siyasetçilerin ve siyaset kurumunun üzerinde “demoklesin kılıcı” gibi durdukları; yani bir nevi “gölge iktidar” oldukları hafızalardan ne çabuk silindi?

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hedefi ne idi? İktidarı, koalisyon hükümetinden devralırken, daha fazla “sivilleşme” ve “demokrasi” sözü veriyordu. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin; anayasal olması gereken çizgilerinde görev ifa etmeleri bağlamında, AB nezdinde değişiklikler yapılmadı mı? Anayasada ve yasalarda, daha fazla “sivilleşmek” için, sivil siyasetin önünü açmak maksadıyla revizyonlara gidildi. Kısacası, modern bir devlette olması gereken seçilmiş-atanmış dengesi üzerinden devlet işlerinin aksamadan eşgüdüm içinde yürütülmesi bağlamında, eskinin “statükocu” zihniyeti peyderpey hem kurumlardan hem de yasalardan silindi.

Demem o ki…

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin zamanında bunca zorlu dönemeçlerden geçerek; yeri geldiğinde muhtıra ve darbe teşebbüsleriyle muhatap kalması karşısında… Hep dillere dolanan “ileri demokrasi” şiarının her zeminde ikrar edilmesine rağmen…

Son tahlilde…

Toplumun tümüyle barışık bir yönetişimden uzaklaşması, özelde bende bir hayalkırıklığına neden olmakta. Muhafazakâr-demokrat bir partinin, bu zamana kadar deneyimlenmemiş değişim ve dönüşümlerin ateşleyicisi olması; özellikle geldiği muhafazakâr camia ve gelenekler de göz önünde tutulduğunda… Şaşırtıcı düzeyde bir farkındalık idi.

Ben, burada AK Parti’nin son dönemlerdeki olumsuzluklarını tartışmıyorum. AK Parti, geçmiş siyaset reflekslerinin bir benzerini şimdi kendisi sergilemekte. Eskiden, bizler, CHP’den neden şikâyet ederdik? Kamualanı diye bir olguyu kendisine mâl etmesinden, ulu önderimizi yine tabu hâline getirmesinden… Kısacası, her meseleden gerilim ve gerginlik üretmesinden şikâyet etmiyor muyduk?

* * *

Vatan kutsaldır…

Dinimiz kutsaldır…

Kitabımız kutsaldır…

Bayrak kutsaldır…

Şehitlik makamı kutsaldır…

Mukaddes duygularımız da kutsaldır…

 

Öte yandan, devlete ait veya devlet odaklı bir şey, kimsenin tekelinde değildir. Din hususunda nasıl ki “hassas” isek, maneviyatımıza dokunulmasına katlanamıyorsak…

Meramımı bir türlü ifade edemedim. Kutsal değerler ve duygular nasıl siyasete angaje edilemez ve kullanılamaz ise…

Bir milletin bütün fertlerinin birleşmesi ve bütünleşmesi nihayetinde vücut bulan “devlet aygıtı” ve onun uzuvları da hiçbir kimsenin tekelinde olamaz. Devlet dediğimiz olgu zaten soyut bir kavram. Devlete de onun bir kurumu olan orduya da yön veren, seçilmiş bir hükümet de olsa, son tahlilde bu büyük aygıt, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm fertleri tarafından terkip edilmiştir.

Neden bu kadar yazdım?

Son günlerdeki siyasal gündemin tansiyonu yükseltici uğraşları; ama öte yandan toplumun gerçek sorunlarının ötelenmesi.

Bakın, değerli okuyucular;

“Benim ordum”;

“Benim valim”;

“Benim bakanım”;

Bu tip bir politik jargon, toplumumuzdaki ayrışmayı daha da körükler. Halkımız içindeki saflaşmayı derinleştirir.

Gerçekten de bizler, Türk Milletinin necip fertleri- politikacı da olabilir, bürokrat da olabilir, sade bir insan da olabilir;

Ne vakit aklımızı başımıza devşirmeyi düşünüyoruz?

Hâlbuki şöyle gerçekçi bir bakışla gözlerimizin içine baksak, ne ayrımızın ne de gayrımızın olmadığını farkedeceğiz.  

Devamı
İğne Çuvaldız Meselesi!

İktidar sarhoşluğuna tutulmuş ve iktidar adına salvolar yazan birtakım kişilere göre, Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyaset yapma stratejisi, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerine…

Yine muhalif kesimlerin tek hedeflerinin Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak üzerine bina edildiği diğer bir seslendirilen iddia…

- - -

Şöyle bir baktığımızda…

Söylenenlerin gerçeklik ve doğruluk payı var.

Laik ve Atatürkçü/Cumhuriyetçi kesimlerde/kitlelerde, bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı olduğu ileri sürülebilir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidar olduğu dönemden beridir kıyı bölgelerinin Atatürkçü ve laik sakinleri, bir türlü Sayın Erdoğan ve partisi ile sıcak ilişkiler kuramadı.

- - -

Adalet ve Kalkınma Partisini ve Sayın Erdoğan’ı rejime düşman ve yine Atatürk Cumhuriyetinin karşıtı olarak gördüler. Tabii burada etki tepki olayını es geçmemek lâzım. AK Parti kadroları ile tabanı da, laik kesimlerle sıcak ilişki kurmaktan hep imtina ettiler.

- - -

Yıllarımız sürekli olarak birbirimizi suçlamak ve düşman ilan etmekle yitip geçti.

Evet…

Şöyle bakıldığında…

Onca genel ve yerel seçim ifa ettik.

Yine birçok referandum yaptık.

Bu süreçlerde…

Muhalefet yapan mecralar ile CHP nasıl bir strateji izlediler? Cumhuriyet Halk Partisi, sürekli olarak seçmen kitlesine Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak gerektiği hedefini gösterdi. Ekonomi batsın, çöksün, yeter ki Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulalım histerisine yakalandı CHP.

Tabii burada sadece iğneyi CHP’ye batırmıyorum!

- - -

AK Parti bu süreçlerde ne yaptı?

Toplumumuzu ayrıştırmak ve kutuplaştırmak adına elinden geleni yapan bir siyasal iktidar gördük.

Tamam…

CHP’yi politikasızlığından ötürü suçlayalım!

CHP’yi seçim stratejisini sadece bir kişiye odaklayan takıntısından ötürü tenkit edelim.

İşte yine…

Sağ muhafazakâr jargonca ileri sürülen, “CHP halktan kopuk bir parti, halka inemiyor, CHP Esmer Türkleri dışlıyor, tepeden bakan bir anlayışa sahip” yüklenmelerini bir kenara not edelim…

- - -

Ama, AK Partinin sütten çıkmış ak kaşık olmadığını da ifade edelim.

Yıllardır iktidarsın…

Artık kudret ve güç sende…

Devlette tam anlamıyla güç konsolidasyonuna gitmişsin.

Hemen hemen tüm idari kadrolar senin emrinde…

Eskiden şikâyet ettiğin devletin ceberut yüzü gitmiş ve artık daha insan haklarına saygılı bir devlet prensibi peyderpey kamu hayatına yerleştirilmiş.

Ama, sen toplumun tümünü kucaklamak için elinden geleni yapmıyorsun!

Partinden ayrılanları “ötekileştiriyorsun”, “yabancılaştırıyorsun”, dava arkadaşlığı yaptığın şahsiyetleri âdeta arenaya atar gibi toplumun önüne atıyorsun.

Eğriye eğri söyleyeceksek eğer… AK Parti toplumumuzu yabancılaştırmada olsun, kutuplaştırmada olsun, CHP’nin siyasetsizliğine göre daha öndedir.

Bugün siyasal iktidarın başındakilerinin, partilerinden istifa eden bir kişi için “ümmeti bölüyorsun” yorumu, “anakronik” olduğu kadar “akıl tutulmasının” da bir emaresidir.

Ülkemizde yaptığımız en büyük yanlışlık, bir şey hakkında değerlendirme ve yorum yaparken, bunun diğer tarafını görememektir. Yani çoklu bakış açısının ve eleştirel yorumun eksikliği, bizleri “duygusal” tepkilere sürüklemekte.

Devamı
Soyuttan Somuta Gelmek!

Sosyal Demokrat/Sol cenahtan, bu sıralar CHP ve Sayın Kılıçdaroğlu için eleştirel sesler yükselmekte.

Özellikle…

Kılıçdaroğlu ve CHP…

Yeterince “muhalefet” yapamadığından değil de…

Yeterince…

Laikliği…

Demokrasiyi ve hukuk devletini savunamadığından ötürü…

Eleştirilmekte.

Yahu nedense, bizde, bir türlü somut ve soyut tahlil yapmadaki ayrım gözetilemiyor.

CHP’nin siyasetsizliği zaten soyut kavramlara yaslanmasından değil miydi?

Senelerce, korkular ve vehimler üzerinden sürdürülen politikalar, artık toplumda karşılık bulmuyor. Dönem, artık somut saptamalar yapıp, “gerçekçi” çözümler sunmanın dönemi.

Bakıyorum da… Sol partiler, nedense hep aynı fasit dairenin içine hapsoluyorlar.

Liberalizmin, piyasa ekonomisinin, kapitalizmin tenkit edildiği bir ortamda, artık soyut kavramlar üzerinden siyaset üretmek, bereketli olmuyor!

Tabii ki, laiklik önemli… Demokrasi de önemli, hukuk devleti de önemli. Bunları dışlayabilecek bir siyasal partinin, seçmen indinde de siyaset kurumu içinde de uzun vadede varlığını sürdürebilmesi olası mıdır?

Sen, muhalefet partisi olarak…

İktidardan farklı olarak ne söylüyorsun? Eğer “seçimle işbaşına gelirsen”, iktidarın yapamadığı neyi yapacaksın? Ülkemizin hangi ekonomik program ile veya hangi ekonomik sistemle kalkınıp büyüyeceği yönünde bir hazır reçeteniz var mı?

Artık, dönem “somut” tespit ve çözüm dönemi. Bu toplumun karnını doyuramadığınız sürece, yoksullukta eşitlikten ziyade, sınıfsal çelişkilere rağmen, zenginleşmenin, refahın yolunu aralamadığınız sürece…

Halk kesimlerinin “gönlünü” çalmanız mümkün değil.

Devamı
15 Temmuz Darbe Girişimi Üzerine Bir Değerlendirme

Yıldönümlerini anmak ve idrak etmek, toplumsal hafıza ve farkındalık açısından önemlidir.

15 TEMMUZ HAİN DARBE girişimi, ülkemizde bölünmeye ve kaosa neden olabilecek bir girişim idi. Devlet ileri gelenlerinden halkımızın kahir ekseriyetine kadar büyük bir kitle, bu hain darbe teşebbüsü karşısında birlik ve beraberlik sergilemiştir.

Devlet içinde devlet olmak veya “paralel devlet” şeklinde açıklanan cemaat, ülkemizi karanlık günlere ram edecekti ki, milletimizin sağduyusu ve engin feraseti sonucunda, ülkemiz bölünmekten ve karanlık günlere savrulmaktan kurtularak, başı dik bir biçimde varlığını sürdürmüştür.

Ama, nedense, demokrasiye, hukuk devletine, bir devletin hükümranlık alanına, her şeyden önce, milli iradeye ve egemenliğe, onların yansıması olan seçilmişleri hedef alan bir hain düzenbazlık karşısında bile…

Birlik ve beraberlik sergileyemiyoruz. Tabii milletimiz, bu darbe girişimi karşısında, dün olduğu gibi bugün de kararlı ve dik duruşunu sergilemektedir. Yalnız, ideolojik saflaşmanın ve birbirini anlamaktan uzaklaşmanın verdiği ortamdan ötürü, böyle bir tezgâh indinde bile arzu edilen bütünleşmeyi gösteremiyoruz:

Kimimiz, bu hadiseyi inandırıcı bulmuyor ve cari iktidarın bu hadisenin arkasında olduğuna inanıyor. Kimimiz yine ideolojik bağnazlığa istinaden, “görmek istedikleri” veçheden gelişmeleri değerlendiriyorlar.

Ne olursa olsun; demokrasiye, bir devletin varlığına, bir milletin iradesine taammüden gerçekleştirilen bu tür teşebbüsler, “ama”, “fakat”, “işte” gibi gerekçelerle gözlerden ırak tutulamaz. Darbelerin hiçbir şekilde tevil götürecek yönü yoktur. Darbeler hoşgörüyle karşılanamaz. Benim darbem iyidir, ötekilerin darbesi kötüdür tarzında anakronik yaklaşımlar kabullenilemez.

Allah, milletimize ve devletimize bir daha böyle karanlık günler göstermesin. Ne olursa olsun, bizlerin istikameti demokrasidir. Tam bağımsızlıktır. Hedefimiz muasır medeniyetlerin mertebesine yükselmektir. Ülkemizde, demokratik bilincin yerleşmesi adına daha fazla çaba sarf etmek gerekmektedir. İnsanlarımızı, demokrasi, hukuk devleti, laiklik, cumhuriyet rejimi bağlamında daha fazla bilinçlendirmeli, uygar toplumların gittikleri yoldan ayrılmamalıyız.

DEMOKRASİ, ancak onun uğrunda çabalayanların yönetim biçimidir.

Devamı
Manzara-ı Umumiye

Meseleler kişilerin dünya görüşlerine ve hayatları boyunca edindikleri ideolojiye göre değer bulunca…

Uzlaşma ve diyalog denen etkili iletişim yolları bir türlü devreye giremiyor.

Türkiye’de senelerdir bir saflaşma ve kutuplaşma var. Bu toplumsal olgular, sadece bu döneme has değil.

İslam’ı ve İslamî yaşam biçimini kendilerine düstur alanlar ile cumhuriyet düzeninden yana olanlar arasında bir kutuplaşma veya saflaşma olmadığını ileri sürmek, safdilliktir.

Cumhuriyet rejimi ve Türk Devrimi, Osmanlı Devleti geleneğine son verirken, daha modern ve çağının çağdaşı olmaya çabalayan yeni bir devlet inşa ediyordu.

Bu bağlamda, yeni kurulacak/kurulan bir devlette, yani dünyevi esaslara göre teşkilatlandırılacak bir devlette, dinin ve İslamî bir yaşam biçiminin, tüm sosyal dokuya nüfuz etmesine müsaade edilemezdi.

Yine bu paralellikte, Batılı değer ve anlayışa göre tanzim edilen sosyal, siyasal ve ekonomik hayat, döneminin gereklerine göre modern hukuk kuralları ve altyapı-üstyapı ile perçinlenmiştir.

Siyasal İslamcılar, aslında geçmişten kalan değerlerle Cumhuriyet rejiminin getirdiği yenilikleri birbirine karşıt olarak telakki ettiklerinden, bu bağlamda, yeni kurulan devletin, din ve devlet işlerini birbirinden ayrı tutmak maksadıyla laiklik ilkesi üzerinden toplumsal yaşamı kurgulamasına da muhalif olmuşlardır.

Bugün bu yapılan tartışmalara baktığımızda, Siyasal İslamcıların, geçmiş dönem hayalleri izdüşümünde dünyevi kurumlar üzerinden uhrevi çıkarımlar peşinde koştuklarına şahitlik etmekteyiz.

Cumhuriyet rejiminin ilanı ve Türk devrimi, eşyanın tabiatı gereği, aydınlanma ve ilericilik şiarıyla toplumsal ve siyasal dönüşümlere yön verdiğinden, dinin her nevi içtimai hayatta etkin olmasına izin verilemezdi.

Burada farklı kesimlerin içine düştükleri açmaz, dönemleri ve o dönemlerin getirdiklerini varsayılı koşullar dairesinde telakki etmekten imtina etmeleridir.

- - - -* - - - -

Bugünlerde, milletlerin uzaya mekik gönderdiği, insanların ileri ve yüksek teknoloji ile yaşamları dönüştürdükleri, telekomünikasyonda yeni nesil değişimlerin yaşandığı, yapay zekâ faaliyetlerinin artık gündelik sohbetlerin olmazsa olmazı olduğu bir kavşakta…

Hâlâ içinde yaşadığı gerçeklikle ve dönemle kavgalı olmak nasıl izah edilebilinir? Saltanat ve hilafet hülyaları içinde, cumhuriyet rejiminin faziletlerinden faydalanırken, bu devrimin nimetlerinden faydalanırken, siyasal hüsnükuruntu içinde İmparatorluk düşüne ram olmak…

Osmanlı Devleti, pek tabii döneminin gereği din-tarım imparatorluğu idi. Geçtiğimiz yüzyıl bağlamında, Osmanlı İmparatorluğunun, din eksenli bir devlet olması, yaşama din hükümleriyle yaklaşılması, İslam dininin hayatın her zerresinde kaim olması, bunlar zaten dönemin varsayılı gerçekleriydi.

İslam dini, felsefi bakış açısıyla, zihinsel bir etkinlik alanı değildir. İslamiyet, tüm yaşamı; toplumsal alandan politik alana ve iktisadî faaliyetlere kadar kuşatan ve yönlendiren bir gerçekliktir. İslam dinini sorgulamak veya İslamiyet’in naslarına şüpheyle yaklaşmak, dini inanca şüphe düşürür.

Gelmek istediğim husus, Osmanlı Devleti, dönemindeki koşullardan ötürü din eksenli bir politika sürdürüyordu. İslam Hukukuna göre yaşamın pratikleri çözümleniyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, seküler değerler esas alınarak, dünyevi bir zeminde kurulmuştur. Bu bağlamda, Cumhuriyet rejiminin bir ilkesinin laiklik olması, Siyasal İslamcılara düşmanlık ya da nefret saikini vermemelidir.

Devamı
Bir Siyasal Retorik: Yeni Türkiye ve İleri Demokrasi

Yaşadığımız olayları veya tecrübe ettiğimiz olguları, her nedense soğukkanlı olarak tecrübe edemiyoruz.

Şöyle yazılan ve çizilenlere bakıyorum...

Konumlandığımız yerlerden, başımızı yere gömerek, “görmek istediğimiz” veçheden tahlil yapma canhıraşı içindeyiz!

Türkiye, “eksen kayması” yaşayabilir mi?

Eksen değişmesi!

Lig/sınıf atlıyormuşuz!

Değerlendirmelerimizde, ya bir alaya alma-küçümseme ya da değer bilmezlik öne çıkmakta.

Neyin eksen kayması? Ne zaman ülkemiz, bir şeyler yapmaya çabalasa, ayaklarının üzerinde durmaya çalışsa, hemencecik “dış mihraklar” tarafından hedefe oturtulmakta. Eğer, hafızamızı yenilersek, geçmiş dönemlerde de ülkemiz için, eksen kayması yaşıyor algısının pompalandığını anımsarız.

Öte yandan... Lig değiştirecekmişiz?! Daha, Karadeniz’de olduğu varsayılan doğalgaz rezervi çıkarılıp kullanıma sunulmadan, neyin ligini atlayacak mışız? Tabii ki, eğer, bu rezerv, emperyalist zihniyetlerin bir oyunu değilse veya emperyalistler tarafından türlü çeşitli tezgâhlarla engellenmez ise, pekâlâ ülkemizin ekonomik olarak rahatlayacağından bahsedebiliriz.

Ama, işte olaylar doğru düzgün değerlendirilmeden, şıpından noktayı koyuyoruz: Efendim bu doğalgaz ve petrol efsaneleri daha çok otoriter rejimlerin işine gelirmiş de, otokratlar, yönetimlerini devam ettirebilmek için, bu suni zenginlik ile halklarını bir süre daha idare ederlermiş. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Allahaşkına körfez ülkeleriyle, Ortadoğu ülkeleriyle mukayese götürecek bir devlet mi?

Nedir bu hazımsızlık?

Türkiye Cumhuriyeti’nin beğenseniz de beğenmeseniz de iyi kötü işleyen bir demokrasi mekanizması var. Devlet olmak öyle kolay bir tecrübe değildir! Evet, ülkemiz, zaman zaman darbe teşebbüslerine maruz kalmış olabilir. Dönem dönem demokratik hukuk rejimimiz kesintiye uğramış olabilir. Tüm bunlar, bir devletin yaşadıklarından ders çıkarmasıdır.

****

Senelerdir takılıp kaldık...

Siyasal retoriklerin albenisine...

“Yeni Türkiye” ve “İleri Demokrasi” lafları özellikle bazı kesimlerde rahatsızlığa neden olmakta.

Yıllardır hep aynı fasit dairenin içine hapsolduğumuz için, tartışmalarımız da, saptamalarımız da, her nedense sığ dünyamızın dışına çıkamıyor.

Son yıllarda yaşadığımız sorunlarda olsun, sıkıntılarda olsun, faturayı hem cari iktidara hem de muhalefete teşmil etmek zorundayız/durumundayız. Yanlış anlaşılmasın, ben, hiçbir cenaha da “güzelleme” yapmıyorum. Ben, ne A partisinden yanayım ne de B partisinden yanayım. Sevdamız da yüksek ülkümüz de, memleketimizin daha gelişmesi ve milletimizin refah durumunun daha da palazlanmasıdır.

Ülkemiz sığ tartışmalardan da “akıl tutulmalarından” da çok çekti. Ne çabuk unuttuk... Muhalefet yapıyoruz diye, her değişmenin/yeniliklerin önünü Anayasa Mahkemesiyle kesmeyi! Bu ülke, üst değerlerimizi kendilerine tebellüğ edenlerden çok çekti:

Çok ayrıntıya girmeye de gerek yok. Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Büyük önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK de bizim birleştirici ve bütünleştirici bir değerimizdir; Fatih Sultan Mehmet de... İslamiyet ve Müslümanlık, sadece bir mahallenin tekelinde değildir. Büyük önderimiz Atatürk, sadece gardrop Kemalistlerinin koruması altında değildir.

İçimizde birbirimizle uğraşmaktan ve birbirimizin başına çorap örmekten, dünyaya eklemlenemiyoruz. Evet, eğer ki muasır medeniyet ufku bizim en temel hedefimiz ise; yani bilim, teknoloji, dışa açık kurallı piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü, özgürlükçü demokrasi ulaşmamız gereken idealler ise, bu da ancak dünyayla entegre olarak gerçekleşebilir.

Türkiye’nin ekseni de içinde bulunacağı lig de bellidir: Çağdaş demokratik hukuk devleti olabilmeyi içselleştirebilmiş ülkelerin safıdır. Bağımsız ve başı dik bir devlet olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hiçbir eziklik ve büyüklenme tuzağına düşmeden, coğrafi olarak batısında bulunan devletler de doğusunda bulunan devletlerle de, uluslararası hukukun cevaz verdiği düstur dairesinde etkileşim içinde bulunacaktır.

Önümüzde bizi bekleyen en büyük sorun, koronavirüs ve bu salgının toplumumuzda yaratacağı ekonomik ve sosyolojik tahribattır. Ve uzun zamandır masaya getirmediğimiz yeni bir anayasa metnidir.    

Devamı
Cemaatler ve Askerî Darbeler

Türkiye’miz anbean değişime gebe bir ülke.

Gerçekten de çok zengin bir gündemimiz var.

Ülkemizde, değişmeyen tek şey değişimdir mottosuna nazire edercesine her gün bir vaka ile uyanmamız an meselesi.

Acaba, bu iyi bir şey mi?

Şöyle son günlerde konuşulanlara ve kafa yorulan meselelere baktığımızda…

İşsizliği…

Cemaat ve tarikat gibi yapıların, hem sosyolojik yaşamımızı hem de politik hayatımızı sarıp sarmaladığını müşahede etmekteyiz.

Erken seçim olur mu?

Yeni parti kurma teşebbüsleri…

İdam cezasının gündeme gelmesi…

 

Her ne kadar Koronavirüs tüm dünyayı olumsuz etkilerken, ekonomilerin her zamanki görünümlerinde olmasını beklemiyoruz. Bu bağlamda, ekonomik durgunluk veya yavaşlamaya istinaden “işsizlik” ve “istihdamda daralma” can acıtıcı merhalede vuku bulmaya devam ediyor. İşsizlik ve istihdam, sadece, ekonomik boyutuyla ele alınamaz. İşsiz kitlelerin giderek artış göstermesi, artık işsizliğin katlanılamayacak boyutlarda tecrübe edilmesi, toplumsal huzura da çalışma barışına da tehdittir.

Bu bağlamda, önümüzde sanırım toparlanma açısından kademeli bir dönem var. Bugün, ekonomistlerin, ekonominin geleceğine yönelik öngörülerini okurken, gördüğüm ağırlıklı olarak toparlanmanın “V” biçiminde olacağıydı. O zaman soru şu: Bu ekonomik çizginin neresindeyiz? Dip dalgası yaşandı mı? Pik noktasına eriştik mi? Eğer, güzel günler bakımından ekonomik bir tırmanış yaşanıyorsa, işsizlik bağlamında “biraz daha beklemek” durumunda kalacağız.

***

Öte yandan bir başka husus ise, cemaat ve tarikatların neredeyse tüm içtimai yaşamımızı etki altına alması. Son olarak cemaat ve tarikatlar, “cinsel istismar” vakasından ötürü gündeme oturdular. Zaten şöyle geniş bir çerçeveden baktığımızda, cemaatler ne zaman gündem dışı oldular ki? Ya siyasette elde ettikleri konum ve devlet içinde “devlet” olma gibi bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek hareketlerden ötürü ya da işte bu cinsel istismar suçlarından ötürü kamuoyumuzun ilgisine mazhar oldular.

Ben teolog değilim. Bu mevzularda çok fazla ahkâm kesmem olanaklı değil. Şöyle bakıyorum da, bazı cenahtan bu cemaat ve tarikatların korunması ve toplumdaki işlevleri üzerine neredeyse methiyeler okurken… Öte yandan bu tip yapılanmaların, laik demokratik hukuk devletimiz için büyük bir tehdit olduğunu okuyorum. Kanımca, bu tip yapıların, gelişmekte olan, halen feodal yapının kurum ve geleneklerini yaşamın merkezinden “olması gerektiği şekilde” peyderpey kaldıramamış toplumlarda belli bir etkinliğinin olduğunu ileri sürebiliriz.

Ama, öte yandan, Cumhuriyet Devrimimiz ve devrimimizin yerleştirdiği modern kurum ve kurallar bağlamında, cemaatlerin çağımızda artık bir misyonlarının olmadığını söyleyebilmeliyiz. Genel olarak söyleyecek olursak, cemaatler ve tarikatlar, daha çok toprak ağalığının ve feodal zihniyetin hüküm sürdüğü dönemlerde ve toplumlarda anlamlıdır ve etkilidir.

İnsanlık serüveni ve tarihin akışına paralel olarak, medeniyetleri, modernlik bağlamından kopararak geleneksele döndürmek, hem insan aklına hem de doğanın devinimine ters olduğu kadar ihanettir. Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kurulurken, eskiyi ihya etme değil; Anadolu topraklarında yüzünü çağdaş dünyaya çevirmek kaydıyla laik bir yapılanmanın içindeydi. Biz Türklerin modernleşme serüveni, Osmanlı Devleti tecrübeleriyle beraber 250 yıllık bir süreçtir. Batı uygarlığının yaklaşık 500 yılda geçirdiği “modernleşme sürecini” Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, 15 yıl gibi “inanılmaz bir sürede” deneyimledik. Cumhuriyet ilan edilirken, köklü reformlar yaşama adapte edilirken, geçmiş dönemin sınıfsal yapısını tasfiye edemedik, toprak reformunu yapamadık. Eğitimde büyük atılımlar yapılmasına rağmen, “dinciliğe” karşı laikliği, ırkçı milliyetçiliğe karşı “eşit vatandaşlığı” toplumumuza yerleştiremedik.

İşte bundan ötürü, toprak ağalarının ve cemaatlerin/tarikatların toplum üzerindeki gücünü ve nüfuzunu kaldıramadık/kıramadık. Son tahlilde, cemaatler ve tarikatlar, cumhuriyet ruhuyla örtüşmemektedir.

YAŞASIN, “LAİK”, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ.

***

Bu yazıda değinmek istediğim bir başka husus da…

Askerî darbeler.

12 Eylül 1980 Darbesinin üzerinden koskoca bir 40 yıl geçmiş.

Dile kolay, acısıyla, onarılamaz hatıralarıyla kocaman bir 40 yıl, ülkemizin üzerinden silindir gibi geçmiş gitmiş.

Belki, çokça kere tekrar ettim ama yine ifade edeyim:

ASKERÎ DARBELERE amasız ve gerekçesiz karşıyım!

Darbeler, demokratik sistemi askıya alırken, ülkenin gelişimini ve atılımlarını da bir süreliğine askıya almaktadır.

12 Eylül askerî darbesi, her şeyden önce, toplumsal gelişmemizin kesilmesine, toplumumuz üzerinde büyük travmalara yol açmıştır.

Kenan Evren liderliğinde “emir-komuta” içerisinde ifa edilen darbe, Milli Güvenlik Konseyi zemininde, ilk önce TBMM’ni lağvetmiş, siyasi partileri kapatmış ve döneminin ileri gelen politikacılarını da tutuklamıştır.

Her nedense… Bu darbeler hususunda, farklı dünya görüşüne veya ideolojiye sahip çevrelerden, kendi faydalarına olacak anlatılar dinleriz. Sol cenah kendilerinin mağdur edildiğini, sağ cenah ise yine bu darbenin kendilerine karşı tertip edildiğini, senelerdir bıkmadan usanmadan anlatırlar.

Halbuki… Yaşadıklarımız ve tecrübe ettiklerimiz çok farklıdır.

Ben o dönemi birebir yaşamadım. Darbe yapıldığında, henüz ilkokul çağlarında olduğumdan ve yaşımın gereği olarak memleket meseleleriyle ilgilenebilecek olgunlukta olmadığımdan…

Döneme ilişkin hatıratları okuduğumda, fark ettiğim, bu darbenin ATATÜRKÇÜLÜK adına ve Cumhuriyet Devrimlerini korumak adına yapılmış olduğu söylense de…

Bu darbeden en büyük sıkıntının sol ideolojinin çektiğini rahatlıkla ifade edebilirim. Sendikaların kapatılması, işçi hareketlerinin sınırlandırılması, grevlerin yasaklanması, öte yandan “yeşil kuşak projesi” çerçevesinde Siyasal İslam hareketlerinin ivme kazanması. Neyse, daha fazla uzatmak istemiyorum. Ezcümle, tüm darbe teşebbüslerine karşıyım; sivil taraftan gelebilecek olanlara da asker tarafından gelebilecek olanlara da.

YAŞASIN ATATÜRK DEVRİMLERİ…

YAŞASIN LAİK, DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ…   

Devamı
Okuma Notları

Çok garip bir dönemdeyiz. Teknolojik gelişme ve değişmeler, bilimsel yeni buluşlar ışığı altında insanlığın yaşamını daha kolaylaştırmak adına önemli medeniyet adımları atılmasına rağmen...

Çağımızın dokusuna yakışmayan, insanlık adına utanç verici eylemlerin, televizyonlarda halen döndürülüyor olması, gazetelerin bu vakalarla dolup taşması...

Kadın cinayetleri...

Çocuk istismarı...

Çocuk emeğinin sömürülmesi...

İnsan kaçakçılığı ve ticareti...

Nedendir, tarih çizgisi ileriye doğru ilerlerken, insanlık; ilim adamları marifetiyle insanlık kültür havzasına katma değer sağlarken, tıp alanında artık çığır açılmışken, tedavi edilemeyen hastalıklara deva olunurken...

İnsanlığın ve uygarlığın, “akışın” tersi yönünde tepki vermesi veya davranışlarda bulunması, gelişimin önünde set olarak durmaya çabalaması, dönemimiz itibariyle anakronik bir görünüme neden olmakta.

Hem toplumumuzdaki hem de dünyadaki gelişmeleri inceleyip “okumaya” çabaladığınızda... Sık sık donup kaldığınızı hissetmişsinizdir. Medeniyet ve insanlık ileriye doğru ilerlerken, ilerleme ve akış karşısında durmak, olumluya yönelik teşebbüsler indinde şaşı bakmak, çağımızın müzmin rahatsızlıkları olsa gerek.

Koronavirüs döneminde, kadına karşı girişilen şiddet eylemlerinde artış yaşanıyormuş. Gazeteler bunları yazmakta. Tabii ki burada seslendirilmek istenen, salgından ötürü, dört duvar içine kapanan insanların mağduriyetlerinin de kamuoyunda yankı bulamaması!

Kadına yönelik her türlü insanlık dışı davranışlar, kadının birey olarak görülmemesi, mağdurun sürekli sıkıntılarıyla başbaşa bırakılması, öte yandan kadına içinde yaşadığımız çağda cehennemi yaşatan erkeklerin korunması veya ceza tedbirleri bağlamında üç maymunun oynanması ve diğer ataerkil iktidarın sergilediği riyakârca davranışlar, canımızı acıtmaya devam etmekte. O vakit ne yapılması gerekiyor?

Söz ve eylem tutarlılığında buluşmak gerekiyor. Kadının gerçek anlamda korunması gerekiyor.

- - - -* - - - -

Çocuklarımızın ve gençlerimizin sıkıntıları da basında yer bulmaya, bu mağdur insanların sıkıntılarıyla dertlenen insanlarda üzüntüye neden olmakta. Çocuk istismarının yüz kızartıcı bir raddede sürdürülmesi, çocukların gelişme dönemlerinde deneyimledikleri travmatik vakalardan ötürü yaşamlarının çekilemeyecek eşiğe gelip dayanması, evet tüm bunlar çağımızın dertleri ve dertlenilmeyi de hak eden sorunların başında gelmekte. Çocuk istismarı karşısında da, kadınların katledilmesi karşısında da, çözümsüzlük, vurdumduymazlık, kayıtsızlık ve tepkisizlik, kanımca ataerkil iradenin, sorunu göğüslemeye yeterince eğilimli/istekli olmamasından ileri geliyor.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, geçmiş bir zamanda, idam cezasının tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Kesinlikle, bu açıklamanın arkasındayım. İnsan hakları aktivistleri veya liberaller ne der, beni çokça ilgilendirmiyor. Çağımızın çağdaşı olamayan, daha doğrusu insan müsveddeleri yaratıklar tarafından, hem kadınlarımızın hem de çocuklarımızın istismarı ve varlıklarına yönelik tehditkâr davranışlar, artık klişe cümlelerle düzeltilemeyecek vaziyette.

Papağan gibi tekrarlamamıza rağmen, yani “eğitim eğitim eğitim şart” dememize rağmen, ne kadın cinayetlerine ne de çocuk istismarına bu yaldızlı cümleler deva olabilmekte. Yargının tartışmalı olduğu, hukuk sistemimizin hantallığından söz edildiği bir dönemde, işlenen cürümlerin karşılıksız kalacağı intibaı, ancak kararlı ve çağımıza uygun davranış modelleriyle tutarlılık taşır. Artık insanlarımızın kafasına mıh gibi çakmamız gereken realite: Yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağıdır.

Ülkemiz yine bu tarikat, dergâh, Şeyh, Şıh gibi çağımızın karanlık vakıalarından çok çekti. Bu tarikatların faaliyetleri, toplum içindeki etkinliği ve varlıkları neyin gereksinimidir? Şunu kabul etmek durumundayız: Evet, ilk dönemlerde bu tarikatlar, belki kırdan kente göç eden vatandaşlarımızın “tutunacak dalları” idi. Onları geldikleri yerde, muhatap oldukları kültür şokunda kent yaşamının acımasızlığı karşısında kapalı devre biçiminde koruyup gözetmekte, hemşerilik ve hısımlık anlayışı içinde bir koruma kalkanı vazifesini görmekte idi.

Siyasal İslam projesi çerçevesinde, İslamî hareketlerin, dönemler itibariyle güçlenip palazlanmaları çerçevesinde, taban bularak, iktidara ortak olma canhıraşları ve faaliyetleri; son tahlilde tarikatları siyasetle eşanlı anılır duruma soktu. Bugün ülkemizde bu cemaat ve tarikat yapılarının, masum duygularca hareket ettiğini ileri süremeyiz. Cemaatler, sahip oldukları mensupları ağıyla devleti ele geçirilecek bir hedef olarak görmekteler.

- - - -* - - - -

İçinden çıkılamaz sorunlar yumağının içindeyiz. Neden? Çünkü, her dönemde, her iktidar döneminde, sorunlar masaya getirilmiş ve titizlikle çözümlenmeden, yani neşter vurulmadan tekrar buzdolabına kaldırılmış. Bugün için, nasıl ki siyasal sistemden şikâyet ediyorsak, nasıl ki yargı sisteminin keyfiyete neden olduğundan bahis açıyorsak, demokratik mekanizmanın istenen düzeyde çalışmadığından dem vuruyor isek...

Ezcümle, yönetimsel problemlerimizden dert yanıyorsak, bunlar hep palyatif önlemler almamızın neticesidir. Hiçbir sorunumuz, yeterince değerlendirilmedi. Gerçekçi bakış açısıyla irdelenmedi. Popülist yaklaşımlarla halkın gazını almak adına, dostlar alışverişte görsün misali siyasetlerle sorunlar, hep ileriye bakiye kaldı. Burada bir şeyin altını çizmek durumundayız: Kamuoyu. Kamuoyunun ve sivil hareket girişimlerinin, açık toplum tesisinde ne kadar önemli bir işleve sahip olduğunu belirtmemize gerek var mı? Demokrasiyi, ağızlarına mütemadiyen dolayıp bunu bir şarkı gibi terennüm eden popülist ve pragmatist siyasetçiler, ne hikmetse demokratik gelişmenin de köküne kibrit çöpü çakanlardır.

Kamuoyunun bilgilendirilmesi ve açık toplum tesisinin önündeki engellerin kaldırılması, pek tabii ki toplumun menfaatinedir. Son günlerde bu Koronavirüs salgınından ötürü ortaya atılan iddialar ve şaibeler noktasında da, ekonomik tablonun halkın gerçeklerini yansıtmadığı yönündeki tartışmalar bağlamında da, “şeffaflığın”, toplumu bilgilendirmenin, hesap verebilmenin ve en önemlisi denetlenebilmenin önemini bu nokta-i nazarda görebilmekteyiz.

Yaşam sürekli bir dinamizm içermektedir. İçimizde tepişirken, yani birbirimizle uğraşırken de dünyadan kopmamak gerekiyor. 18 yıldır ülkemizde tek parti iktidarı var. Ve güçlü bir siyasal iradeden bahsedebiliriz. Kitleler indinde halen karşılığı olan bir siyasal partiden söz etmek mümkün. Öte yandan aksın öbür tarafında, siyasal iktidara senelerdir “alternatif” olamayan müzmin bir muhalefet var. Bugün, laik kesimde de Atatürkçü kesimde de Cumhuriyetçi kesimde de büyük bir endişe ve hayalkırıklığı var: Her şeyden önce, Türkiye’nin süratle çağdaş demokratik hukuk devletinden uzaklaştığına inanıyorlar. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modelinin”, ülkemizin deneyimlediği sorun parkı bağlamında, yetersiz kaldığına, insanları ötekileştirdiğine inanmaktalar. Demokratik reflekslerin, hukukun, haber alma özgürlüğünün, temel insan hak ve hürriyetlerinin, içinden geçtiğimiz dönemde iyice irtifa kaybettiği noktasında hemfikirler.

Ama öte yandan, varlık sebepleriyle tezat oluşturacak tepki ve tutumlardan, tavır alımlarından da geri durmamaktalar. Bugün, CHP, parti içi demokrasinin, politika yapmanın zirvesinde olduğu parti olarak lanse edilmekte. Ama gerçekler böyle mi? İşte, Muharrem İnce’nin hareketinin hem CHP tavanında hem de tabanında yarattığı etki ortada...

- - - -*- - - -

İç siyasetimizde mücadele ederken, dediğim gibi dünyadan da kopmamak gerekiyor. En sıcak dış politika konusu, Doğu Akdeniz’de cereyan eden gelişmeler. Doğu Akdeniz’de işi olan olmayan devletlerin varlık savaşı verdiklerini görebilmekteyiz. Yunanistan, Avrupa ülkelerinin şımarık çocuğu olarak davranmaya devam ediyor. Avrupa Birliği devletlerinin ağır toplarını arkasına alarak, tehditkâr bir dille, ülkemizin nabzını ölçmekte. Kanımca, bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yapmamız gereken, aklıselim ve sağduyu içerisinde, uluslararası hukuk çerçevesinde haklarımızı çiğnetmemek.

Yunanistan ne kadar ülkemizi kışkırtmaya yeltenirse yeltensin, bizlerin bu tuzağa düşmemesi gerekir. Sosyal medyada gezinirken görüyorum: Sanki oturdukları yerlerden devlet yönetme meylinde oluyorlar. Hayat, yaşamın hakikatleri bir “oyun” değil. Bu bağlamda, yaşam içinde alacağınız kararlarda, atacağınız adımlarda, çok kere düşünmek ve tartmak durumundasınızdır. Hakeza, yaşamın gerçeklerinin, oyunlarda olduğu gibi “resetleme” opsiyonu yoktur. Demek istediğim, savaş çığırtkanlığı yapanların, ağızlarından çıkanları çok iyi idrak edip etmedikleridir. Geçmişten örnekler vermek, tarihimizin kesitlerinden faydalanmak... Yunanlıları denize dökmüşüz. Yine dökermişiz. Kurtuluş Savaşından örnek vermek, savaş gönüllüsü gibi bir tutum takınmak, ülkemize yapılabilecek en büyük ihanettir.

Türkiye olarak yapacaklarımız bellidir: Uluslararası hukuk dairesi içinde kalarak, devletimizin ve milletimizin haklarını ve çıkarlarını korumak ve gözetmektir. Bunun yolu, akıldan uzak, ferasetten yoksun çocuksu tepkiler değildir. Diplomatik yolların ve usullerin masada olacağı, muhataplarımızla her an diyaloga açık bir siyasetin sürdürüleceği açık kapı düsturunun belirlenmesi, ülkemizin lehine bir gelişme olacaktır.

Türkiye olarak, bu netameli coğrafyada ayağı yere basan dış politika izlemek ve sürdürmek durumundayız. Hem Avrupa Birliği özelinde hem de Avrupa Birliğinin önemli aktörleri devletleriyle, Almanya ve Fransa ile agresif olmayan, yapıcı ve uzlaşmaya yatkın bir dış politika dizgesinin belirlenmesi, yine Ortadoğu coğrafyasında etnik ve mezhepsel ayrılıkların körüklenerek, devletlerin ve milletlerin bir altüst oluşa sürüklendiği gerçeğinde, hiçbir biçimde “ulus devletlerin” iç işlerine karışmadan, oynanan oyunda başat aktör olmak zorundayız.

Yine, dünya siyasetinin ve ekonomik etkinliğinin sürdürülmesinde başat aktör olan, Birleşmiş Milletler ve NATO, Dünya Ticaret Örgütü, ve diğer uluslararası yapılar ile köprüleri atan değil, yapıcı ve çıkarlarımızı gözeten bir ilişki içinde olmak her zaman için ülkemizin menfaatine olacaktır. Bakalım, ilerleyen dönemlerde hem iç siyasetimizde hem de dış politika aksiyonlarımızda ne gibi değişimler tecrübe edeceğiz, bekleyip göreceğiz.

Zaman; her şeyin ilacı olduğu gibi, tarihsel kırılmaların ve dönüşümlerin de tanığıdır.       

 

Devamı
Bir Siyasal Perspektif

Koronavirüs sonrası gerçekten de çok farklı bir dünya bizleri bekleyecek...

Ama, bir şerh koyalım...

Koronavirüs öncesinde de hem Türkiye’nin hem de dünyanın sorunları ve sıkıntıları vardı.

Yani, salgından ötürü dünya bir sorun girdabına yakalanmadı. Veya, ülkemizde her şey tıkırında felan gitmiyordu.

Yönetimsel sorunlardan tutun da...

İktisadî sorunlara dek sorunlarımız zaten vakiydi.

Bir türlü birbirimizi anlamaya çabalamıyorduk. Konuşmuyorduk. Konuşuyor gibi yaparken, gözümüz ve kulağımız her nedense muhatabımızda değil, bizim neleri söyleyeceğimizde idi!

Sanki salgından önce çok iyi bir siyasal sisteme mi sahip idik? Tabii ki pek çok ülkeye nazaran hem demokrasi kalitemiz hem de hukuk sistemimiz, bizleri ayakta tutacak seviyede.

Sürekli eleştirip durduk. Suçlu aradık. Elimizi taşın altına sokmadık. Sırçaköşklerden, durum analizi yaptık. En sevdiğimiz şey zaten başkalarına akıl vermek. Bugün eleştirdiğimiz sorun ve sıkıntı skalasına bir gün de mi geldik?

Her şey şıpından mı tezahür etti? Çevremize bakarak, ülkemizin ne kadar büyük işler kotardığından dem vurduk. Evet, konumlandığımız coğrafya, Ortadoğu, Şark kurnazlıklarının zirve yaptığı bir bölge. Burada, Türkiye’de ve bölgemizde çok canlı bir gündem var.

Her an her şey değişime gebe. İç siyasetimiz de dış siyasetimiz de gergin ip misali. İçimizdeki kargaşadan faydalanmayı dört gözle bekleyen emperyalist zalimler var. Öte yandan, eğriyi ve doğruyu veya olanı ya da olması gerekeni de içselleştirebilmiş değiliz.

Ne istiyoruz bizler?

Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak, “adam” yerine konmak istiyoruz. Daha fazla değer bilinme konusunda, devletin bizi dikkate almasını arzuluyoruz. Toplumsal yaşantımız içinde, erkek-kadın ayrımının son bulmasını, kadınlarımızın ülkemizin birinci sınıf “bireyi-yurttaşı” olduğunun artık zihinlere çakılmasını talep ediyoruz.

* * *

Çözümlenmeyi bekleyen sorunlarımız, yıllardır yerinde saymakta. Öbekleşe öbekleşe sorun yumağının içine gark olduk. Cumhuriyeti’mizin kurucusu ve banisi Mustafa Kemal Atatürk, öyle bir millet ve yurttaşlık tanımlaması yapmıştır ki, farklı halklardan ve mezhepten olanları, tek bir kimlik altında toplamıştır: Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı...

Sonra ise, kurnaz ve popülist siyasetçiler yüzünden, ülkemiz ve devletimiz dönem dönem çalkantılara ve belirsiz süreçlere gebe kalmak durumunda olmuştur. Pragmatist politikacılar, sırf kendi siyasal çıkarları için, makam ve mevkii için, yaşanacak güzel anların tadını çıkarmak için, toplumu suni şeylerin peşine takıp götürmüştür.

Devletin devamını, yine devletin birliğini ve bütünlüğünü, devlet bürokrasisinin tahakkümünde görenler yüzünden, milletimiz, değerlerinden, Ata’sından soğutulmuştur. Bazen denk geliriz hani, neden ülkemizde “Atatürk düşmanlığı var, neden insanlarımız, kendilerine yer ve yurt sağlamış bir değerine sahip çıkmaz, kötüler” minvalinde sorgulamalar içinde oluruz.

Bu durum birdenbire zuhur etmemiştir ki... Belirttiğim üzere, genç Cumhuriyet rejimimizin, burjuva ve işçi sınıfı ayakları üzerine dayanmaması, Türk Devriminin yukarıdan aşağıya tekbir örnek biçiminde uygulanmasından ötürü, halk bazı değerleri içselleştiremeden, tepeden sahip olduğu için, sahiplenme noktasında da geri kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nden tevarüs aldığı “bürokrasinin eli” düsturu, yani ülkedeki birçok yeniliğin, değişimin devlet eliyle ve aydın-bürokrat sınıf tarafından yönlendirilmesi gerçekliğinden ötürü, toplum değişim sürecinde hep pasif veya nötr olarak kalmıştır. İster kabul edilsin ister reddedilsin, ulu önderimizden sonraki devlet anlayışında, yönetim denkleminde, etkileyen hep bürokratelit sınıf olmuşken, etkilenen ise bizim cefakâr Anadolu insanımız olmuştur.

Buradan gelmek istediğim husus, nasıl ki, muhafazakâr yurttaşlarımızın halis duygularından faydalanarak, halk goygoyculuğu yaparak, popülizmi siyasetlerinin temel direği yaparak, ikbal peşinde koşanlar olmuşsa...

Çok partili siyasal yaşamın oturmasından ve içselleşmesinden önce de, devlet düzeninin ayrıcalıklarından ve akçeli işlerden faydalanmak adına, toplum, bürokratlar tarafından yönetilmiştir. Jakoben laiklik topluma ve millete dayatılmıştır. Tekbir örnek insan-vatandaş üretilmek istenmiş, insanların farklılıkları ötelenmiştir.

* * *

Bir toplum için, ülke ve devlet için, en tehlikeli düşman, tehdit veya yıkım yolu, o ülkenin insanlarının ayrıştırılması, birbirine düşman kılınması, yabancılaştırılmasıdır. Dönem dönem, insanlarımız, cumhuriyet elitleri tarafından da, kutsal dinimizi, mukaddesimiz İslam’ı kullanan Siyasal İslamcılar tarafından da birbirine düşmanlaştırılmıştır.

Cumhuriyet rejimi, halkın halk tarafından, kendisine herhangi bir ortak koşulmadan yönetilmesidir. Cumhuriyet rejimi demek, yüksek fazilet ve ahlâk demektir. İnsanlar, kul olmaktan çıkıp vatandaş-birey kimliğine kavuşmuştur. Atatürk, Anadolu Coğrafyasında yep yeni bir devlet ve millet inşa ederken, hiçbir kimsenin diğerinden üstün olmayacağı “eşit yurttaşlık” temelli bir dizayn gerçekleştirmiştir.

Zaten kırılma ve toplumumuzdaki kopuşlar, Cumhuriyetimizin banisi ulu önder ATATÜRK’TEN sonra işbaşına gelen devlet kutsiyetini her şeyin önüne koyan kadrolardan kaynaklanmıştır. Devrim toplumumuza doğru düzgün anlatılamamıştır. Şunu kabul etmek zorundayız, ülkemizin her biri birinci sınıf olan yurttaşlarımızın çoğunluğu Müslümandır. Bundan rahatsızlık duyanlar vardır. Hatta, bazen öyle ileri noktalara gitmekte ve mütedeyyin vatandaşlarımızı, cumhuriyet rejimimizin yaşadığı yol kazalarında birinci sorumlu addetmektedirler. Suçlamaktadırlar.

Mustafa Kemal Atatürk’ün tasavvur ettiği Türkiye özlemi bu mudur? Kendilerini her şeyden azade gören, devleti yönetmeyi sadece kendilerinin tekelinde gören, memlekete bir yenilik gelecekse, onun da kendileri tarafından getirileceğini uygun gören bir seçkinler zümresi. İşte bundan ötürü, ülkemizde “laiklik” de yeterince anlaşılamadı. Atatürk Devrimlerinin fazileti, Anadolu’nun masum ve saf insanlarınca yeterli düzeyde idrak edilemedi. Kendilerini solcu zannedenler, ya da gerçekten de sahip olduğu dünya görüşünün erdemine vakıf olamayanlar, ülkemizde siyaset ve demokrasi edebiyatı parçaladılar.

Bu insanlar “adam” olmazlardan başlayarak, bu ülkenin Esmer Türklerine yabancılaştılar. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik sadece onların ağzında şairane bir vasfa kavuştu! Evet, bugün ülkemiz istediğimiz demokrasi kalitesine sahip olmayabilir. Laiklik tartışılıyor olabilir. Birtakım çağının çağdaşı olmayan insanlar tarafından ülkemizde saltanat ve hilafet hülyaları görülüyor olabilir.

Buralara nasıl geldik, bir durup bakmak gerekiyor. İnsanlarımızı, inançlarından ve inancına en uygun bir siyasal harekete teveccüh ediyorlar diye suçlamadan önce, takkeyi çıkarıp tefekkür edeceğiz.

* * *

Demokratik laik hukuk devletinin, Atatürk Devriminin ve cumhuriyet rejiminin tek düşmanı, sadece Siyasal İslam değildir.

Pekâlâ, bir siyasal sistemde, toplumun mukaddes değerlerinin, yani etnik-mezhepsel farklılıkların siyaset etmede kaşınması, uyarılması gerçekten de büyük bir kaosun ateşleyicisidir. Ahlaken ve vicdanen belirli bir düzeye gelememiş siyasetçiler, halkın duygularını uyarmak adına, kutsallara meyledebilirler. Tarihimiz ve insanlık serüveni, aklı melekelerini kaybeden, hırslarına ve beşeriyete yenik düşen sözüm ona liderlerin dünyamıza ödettikleri bedellerle doludur.

Çok uzattım ama şunu söylemek istiyorum:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kimsenin; bir ideolojik görüşün, zümrenin, sınıfın tekelinde değildir. Bu ülkede hiçbir kimse sürekli olarak aşağılanmaya veya parya olmaya layık da değildir. Devletimiz, ülkemiz ve yurdumuz hepimizindir. Cumhuriyete sahip çıkmak demek, demokratik parlamenter rejime yeniden dönmek demek, ülkemizin biricikliğini ve tekliğinin kıymetini bilmek demek...

Birbirimizi olduğu gibi kabul etmekle mümkündür. Sağcısıyla solcusuyla, dindarı ateistiyle, Sunni-Alevisiyle, birbirimizin yaşamına ve özbenliğine saygı duyarak, bu kısa ömrümüzde yaşamlarımızı abat etmemiz mümkündür.

Şunu da kabul edelim: Artık geçmiş geride kaldı. Bazı kırgınlıkları, haksızlıkları, gadre uğramışlıkları onarmak mümkün olmayabilir. Ama önümüzde yaşanmamış, tertemiz bir dönem var. Yine siyaset üreteceğiz. Girdiğimiz rekabete dayalı yarışmalarda, ipi önde göğüslemek için elimizden geldiğince çabalayacağız. Koronavirüs sonrası dönemde de sorunlarımız olacak. Bundan kaçışımız yok. Ama neden sağduyu içerisinde, birlik ve beraberliğimizi daim kılacak bir konsensüs dairesinde buluşamıyoruz!

Bizler de bu fani dünyada iyi bir yaşamı hak ediyoruz. Dürüst ve ahlaklı politikacılar tarafından yönetilmek bizlerin de arzusu. Yapılabilecekler çok da zor değil. Yeni bir anayasa metninin hazırlanması, antidemokratik Seçim Yasasının ve Siyasi Partiler Yasasının revize edilmesi... Salgın sonrası dönem bizlere artık bir ders vermeli: Ne İslam’ı siyaset etmede kullanan din bezirganlarına ne de sahte Atatürkçü geçinip, toplumu birbirine yabancılaştıran seçkincilere fırsat verelim.

Yönümüz ve hedefimiz bellidir ve yeni bir istikamet aramaya lüzum yoktur: Atatürk Cumhuriyetine sıkı sıkıya bağlanarak, birbirimize kenetlenerek, tek bir ideal için, gelişmiş bir toplum için çalışmak ve çabalamak.

  

Devamı