İNSAN VE ÖTESİ...

İNSAN şu dünyada ne ister? Kestirmeden söylersek… Mutlu olmak ve görece şu kısacak ömürlerimizde yaşamlarımızı anlamlı kılmak ister.

Kadim kültürlerden beridir seslendirilen realite şudur:

“İnsanoğlu, kâinattaki en şerefli canlıdır.”

Pekâlâ, Yaratıcının tüm canlılara bir değer atfettiği söylenebilir. Otundan börtü böceğine kadar, çiçeğinden ağacına, ormanından dağlarına kadar, göllerden nehirlere, denizlere ve dahası okyanuslara kadar…

Çevremizi bir ihtişam sarıp sarmalamıştır.

Ama yaşamın özüne indiğimizde…

Önce “İnsan” denen canlının…

Tüm tarihsel gelişme, değişme ve dönüşümlerde “merkezde” olduğunu idrak ederiz.

En son tahlilde… Arı balını insanın tüketimine sunar… İnek sütünü yine insanoğlunun beslenmesi adına sunar.

Bu kadar ihtişamlı bir inkişaf içinde, bu varoluştan azamî düzeyde faydalanan insanoğlu, acaba “yaratılış” gayesinin farkında mıdır?

İnsan, zaten diğer canlılardan “ussal” bir varlık olması hasebiyle ayrılır. Düşünür. Gözlemler. Tartar. Analiz eder. Derleyip toparladıktan sonra…

Fikir dünyasına erişir.

İlkçağlarda tek başına yaşayan insanlar, ulvi değerler adına değil, “yaşamda kalmak” için evet hayvanî güdülerle hareket ederlerdi.

İnsan ve yaşamda kalmak…

Tarihin 21.yy penceresinden geçmişe baktığımızda…

Ne kadar da garip gelmekte, yaşamda kalma çabası!

Zaten bu anlam dünyasının cilvesi de bu ya… Zaman denen olgunun, insanın dimağında yarattığı algı…

****

Yine çok kez tekrarlanan bir ifade vardır: “Ot geldin saman gitme!”, diye…

Burada yine hatırlatmakta fayda var: Yaratıcının kâinattaki tüm varlıklara bir anlam ve değer yüklediği, kabul edilmesi gereken bir gerçekliktir.

Yaşamın anlam dünyasına girdiğimizde, “insan denen biricik ve tek varlığın” önemini kutsal kaynaklardan ve yine dinî önderlerin yaşamdan damıttıklarından ve yine söylevlerinden gözlemleriz.

İnsanın yaşam içindeki gelişimi, tarihî dönüşümlere imza atması ve dahası doğayla mücadele edebilecek düzeyde bir bilgiye sahip olması ve teknolojik ilerlemelerde çığır açması…

En son söylemde, insanın doğasını ve yine etkileşimde bulunduğu çevreye/tabiat(doğa) katkı ve tahribatını değer ekseninde farklı kılmaktadır.

İnsan dediğimiz varlık, ne kadar yirmibirinci yüzyılda tartışılıyorsa da, insanoğlu dünyada varolduğundan beridir hep çaba ve uğraş içinde olmuştur. Tükettiği ve yok ettiği kadarıyla üreten ve katma değer sağlayan bir türden, insandan bahsetmek olanaklıdır.

Zaten olay daha çok insanın zihinsel olarak kendini geliştirmesiyle vuku bulmuştur. Dönemler itibariyle bilimsel gelişmeler; bu bilimsel gelişmelere ön ayak olan düşünürler, aydınlar, mucitler; hep tarihin eşik atlamasına vesile olmuştur.

Düşünce tarihi ve düşünsel gelişmeler, insanın ileriye nasıl gittiğini göstermesi açısından önemlidir. İlkçağdan içinde olduğumuz zamana denk insanlık hep birikimli olarak ilerlemiş, bir önceki dönemin bilimsel ve fikrî zemini, sonraki çağların düşünce altyapısına dayanak olarak, insanların tekâmülünü sağlamlaştırmıştır.

İşte insanın doğadaki biricik yerine, hem fizikî hem de beşeriyet bağlamında sağladığı katkılar açısından bakmak lâzım gelir. İnsanoğlu, düşünce deryasında çırpınırken, tefekkürün zirvesine ulaşırken de fark etmeden hem kendi doğasına hem de bulunduğu doğal ortamına/tabiata ihanet etmiştir.

Hiç kuşkusuz, insanlığın serüveni, hem kendisini anlama yolunda hem de doğayla olan çetin savaşımı mihverinde devam edecektir, ki evren varolmaya devam ettiği müddetçe.

Buradaki muamma: İnsanın daha ne kadar daha doğasının saflığından çıkarak şeytanî bir nefsin esiri olacağıdır!

 

BELEDİYELER

EKONOMİ